Muhalefetin kusurunu Suriyelilerde arayanlar
Türkiye toplumunda mültecilere dönük önyargılar çok yaygın, Türkiye’deki kutuplaşmayı aşan, toplumun pek çok kesimini birleştiren neredeyse tek bir olgu var: Mülteci düşmanlığı. Muhalefetinden iktidarına, hatta muhalifinden iktidar destekçisine herkesin Suriyelileri sevmemek için bir sebebi var. “Asla ırkçı değiller ama…”
Can Irmak Özinanır*
Dünyada yükselen sağ dalganın kendini meşrulaştırmak için kullandığı en büyük taktik, başta Suriye’deki savaştan kaçanlar olmak üzere göçmenleri hedef göstererek ırkçılığı körüklemek ve geniş kitlelerin çökmekte olan neoliberalizme karşı öfkesini sisteme değil de göçmenlere yöneltmesini sağlamak.
Neredeyse dünyanın her yerinde göçmen karşıtı argümanlar aynı: İşlerimizi çalıyorlar, medeniyetten uzaklar, yüksek sesle konuşuyorlar, ülkelerinde savaşmak yerine “ülkemizde” keyif çatıyorlar, istisnasız hepsi cihatçılar, haydi biraz insaflı olalım potansiyel cihatçılar. Türkiye toplumunda da mültecilere dönük önyargılar çok yaygın, Türkiye’deki kutuplaşmayı aşan, toplumun pek çok kesimini birleştiren neredeyse tek bir olgu var: Mülteci düşmanlığı. Muhalefetinden iktidarına, hatta muhalifinden iktidar destekçisine herkesin Suriyelileri sevmemek için bir sebebi var. “Asla ırkçı değiller ama…” daha İnce düşünenleri “davulla zurnayla” göndermekten” söz ediyor, düşük profilli olanları “kulağından tutup atmaktan”.
Birkaç yıl önce –çoğu örnekte hâlâ-, Batı'ya göç eden Kürtler veya Romanlar için kullanılan pek çok argümanın bugün Suriyeliler için kullanıldığını tespit etmek mümkün. Türkiye’de ezilenlerin, ayrımcılığa maruz bırakılanların defalarca deneyimlediği gibi söz her zaman sözde kalmıyor. Yeni 6-7 Eylül 1955’lerin, 1934 Trakya olaylarının, 1978 Maraş, 1980 Çorum, 1993 Sivas katliamlarının potansiyel provaları yaşanıyor. Mahalle arasında çoğunlukla nasıl yaşandığı belli olmayan bir kavga o mahalledeki, bazen şehirdeki bütün mültecilere mal ediliyor, “mahalle sakinleri” sokaklara dökülüyor, evlerin, işyerlerinin camları kırılıyor, Suriyeliler, Afganistanlılar veya o anki öfke tarafından “onlara” benzetilen kim varsa mahalleyi, şehri terk etmek zorunda bırakılıyor.
Suriyelilerin bir araya gelip yılbaşı kutlamaları, denize girmeleri, eğlenmeleri bile olay oluyor. Hemen sosyal medyada etiketler açılıyor, “‘Ülkelerinde’ Suriyeli istemeyenler” ortalığı kaplıyor. Aralarında bazıları daha “hoşgörülü” çıkıyor. Onlar asla Suriyelilere karşı değiller, eğlenmek, gülmek, denize girmek, aşık olmak, arkadaş edinmek, sohbet etmek gibi insani duygular yaşamalarına karşılar sadece…
Yoksulluğun, doların yükselmesinin, patlayan bombaların, kadınların tacize uğramalarının, öldürülmelerinin, bulaşıcı hastalıkların, Türkiye medyasının çok sevdiği tabirle “gerginliğin” sorumlusu hep Suriyeliler. Öyle ya, Suriyeliler, Türkiye’ye gelmeden önce bizler buralarda huzurlu, kutuplaşmamış, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle olarak şen şakrak yaşıyorduk.
GÖRDÜĞÜ MUAMELEYE MÜSTAHAK OLANLAR
Aydın Selcen, Gazete Duvar’daki yazısında Suriyeliler yüzünden başımıza gelenlerin yeni bir veçhesine dikkatimizi çekiyor. Selcen, yılbaşında Suriyelilere gösterilen yaygın ayrımcı tepkiye muhalif saflardan gelen tepkiyi -her ne kadar bu tepkiler cılız da olsa- zararlı görmüş olacak ki tüm muhalifleri uyarıyor: “İşiniz Suriyelilere üzülmeye kaldı”.
Son derece yukarıdan bir üslupla yazılan yazıda Selcen, Türkiye’de ifade özgürlüğü yokluğundan tutuklamalara, KHK’lardan yoksulluğa, Kürt sorunundan, Türkiye’nin Suriye’ye dönük operasyonlarına her alandaki muhalefet eksikliğini Suriyelilere dönük ırkçılığa ve ayrımcılığa ses çıkaran bir takım “hümanistlere” bağlıyor.
Selcen, bütün bunlara muhalefet etmekle kendi deyişiyle “Suriyelilere üzülmek” arasındaki mantıksal bağı gösterme zahmetinde bulunmuyor ama “Suriyelilere üzülenlere” üzülüyor. Yine kendi dediği gibi “gördüğümüz muameleye müstahak olan” bizlerden bu sırrı kendimizi çözmemizi bekleyecek kadar da yüce gönüllü davranıyor. Aşağıda bu yüce gönüllülüğe aynı şekilde cevap veremeyerek Selcen’in argümanlarının yanlış ve tutarsız olduğunu göstermeye çalışacak olmamı lütfen gördüğüm muameleye daha da müstahak olma çabası olarak görünüz.
DEĞERLERE YASLANMAK
Öncelikle farklı şekillerde de olsa ifade özgürlüğü gibi değerlere yaslanarak mülteci haklarına savunanlara çatmak pek orijinal bir şey değil. Avrupa’nın, ifade özgürlüğüne aşklarıyla tanınan aşırı sağcıları bu konuda pek mahirler, mültecilerin Avrupa’nın ifade özgürlüğü gibi değerlerini benimsemediklerini, bu sebeple mültecilerin gelişinin Avrupa’da bir medeniyet krizine yol açacakları türünden argümanları sürekli dillendiriyorlar. Bu grupların içinde Neonazilerin de yer aldığı bilinen Almanya’daki Pegida gibi örnekleri cinsiyetçilik karşıtlığını da mülteci karşıtlığının bir türevine indirgiyorlar. Onlara göre Ortadoğu’dan gelen “yabancılar” kadınları taciz ediyorlar. Aşırı sağcıların Fransa’dan Marine Le Pen önderliğinde Avrupa Parlamentosu’nda kurdukları grubun adı da aynı “değerler” argümanına uygun: Uluslar ve Özgürlükler Avrupa'sı.
Göçmen veya mülteci karşıtlığının sadece aşırı sağ ile sınırlı kaldığını sanmayalım. Solun dünyadaki en önemli isimlerinden Slavoj Žižek de bir süredir “Mülteciler hoş geldiniz” pankartı açan Avrupalı solcuları “iki yüzlü sol liberallikle” itham ediyor. Paris saldırılarının hemen ardından “Sol Radikal Batılı Kökenlerine Sarılmalı” başlıklı bir yazı yazan Žižek, serbest dolaşım hakkının ortadan kaldırılmasını, mültecilerin büyük bir kısmının ifade özgürlüğü, hoşgörü gibi Batılı değerlerle barışık olmadığını, solun mültecilere bu değerleri dayatması gerektiğini “sınıf mücadelesi” gibi sözlerle sol bir sosa bulayarak anlatıyordu.
Selcen, yer yer Suriyelilerin, Afganistanlıların AKP’li olduğunu ima eden cümleler kursa da kuşkusuz mültecilerin ifade özgürlüğüne düşman oldukları yönünde bir argüman kullanmıyor. Ancak yukarıdaki örneklerde olduğu gibi ifade özgürlüğü, insan hakları gibi değerleri kabul eden bir kesimin ortak duyusuna seslenerek mültecilere dönük ayrımcılık ile ilgilenmemelerini salık veriyor. Bunu yaparken bir zamanlar neoliberallerin önerdiği gibi herkese önce “kendi” sorunları ile ilgilenmeyi öneriyor.
'KENDİ' ÖLÇEĞİ
Buradaki “kendi”nin hangi ölçeği ifade ettiğinin sorgulanması yazının niteliğine ilişkin önemli bir sorunu açığa çıkarıyor. Selcen’in ölçeğindeki birim neoliberalizmin önerisindeki “birey” değil, ölçek milliyetçi bir şekilde tanımlanan Türklük veya Müslümanlık da, sol içindeki pek çok tartışmada karşımıza çıkan “ulus-devlet sınırları” ölçeği de değil. Görünüşe göre Selcen, ölçek olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve iktidardan şu veya bu şekilde mağdur olanları alıyor. Ancak bu ölçekte de bir istisna var, Selcen haklı olarak, “IŞİD’in elinden kaçan Kürt ve Ezidi akrabalarına kucak açanların” mağduriyetinden de söz ediyor. Ancak Esad rejiminden, IŞİD’den, Nusra’dan, ABD, Rusya veya Suriye’yi bombalayan pek çok ülkenin bombalarından, yani savaşın kendisinden kaçmış olan pek çok halk, örneğin Türkiye’de yine kendilerine kucak açacak pek çok akrabaları bulunması mümkün olan Araplar ölçek dışında bırakılıyor.
Ölçeğin “vatandaşlık” bağı ile sınırlı oluşunun kendisi ciddi bir sorun zira insan hakları ihlalleri sadece vatandaş olanların başına gelmiyor. Ancak Selcen’in tanımladığı ölçek yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi zaten tutarsızlıkla ve aynı ölçüde ayrımcılıkla malûl.
AH ŞU HÜMANİSTLER!
Yazının tek sorunlu yanı örnekler ve ölçeklerin tutarsızlığı değil, aynı zamanda meseleyi ortaya “Suriyelilere üzülmek” olarak koyması. Selcen, mültecilerle dayanışmayı salt bir etik soruna ve vicdan rahatlatmaya dönük bir tavra indirgerken, Suriyelileri de nesne olarak konumlandırıyor. Mültecilere ilişkin alınan tavrın bir etik boyutu olduğu kesin, üstelik etik ve politika arasında bu kadar keskin ayrımlar yapmak da sorunlu. Ancak Suriyelilerle veya mültecilerle dayanışma, “göz pınarlarımızda biriken yaşları elimizde biçare dürüp büktüğümüz kağıt mendillerle silip, yutkunmak”tan, “Suriyelilere üzülmek”ten, “ağlaşmaktan” veya yazarın birbirlerini ikame eder şekilde kullandığı vicdandan veya hümanizmden doğmuyor.
Öncelikle Suriyeliler ve göçmenler “acınacak” birer nesne değil kendi hayatları üzerinde söz hakkı olan özneler. Düşünüyor, var oluyor, yaşıyor, eğleniyor, üzülüyorlar. Örgütleniyor, mücadele ediyor ve yaşamlarını yeniden kuruyorlar.
Yazının başına dönecek olursak, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada mültecilerin de dâhil olduğu geniş kitleleri, işçi sınıfını ve ezilenleri cendere altına alan, otoriterliği besleyen ve derinleştiren bir olgu olarak mülteci düşmanlığı yer alıyor. Neoliberal konsensüs çözülürken yerini göçmen düşmanı, ırkçı, sağcı “alternatiflerin” mi, işçi sınıfının, ezilenlerin birliğinin mi alacağı sorunu tüm dünyanın temel sorunu. Yani “vicdan”a indirgenemeyecek kadar politik bir tartışmayla karşı karşıyayız: Irkçılıkla ve ayrımcılıkla mücadele etme, aşağıdakilerin, yani tüm ezilenlerin birliğini sağlama sorunuyla…
HEPİMİZ GÖÇMENİZ!
Selcen’in yazısındaki en büyük politik yanlış ise bu noktada baş gösteriyor. Selcen, Türkiye’deki hak ihlallerini, Suriyelilere dönük ırkçılığa ve ayrımcılığa ses çıkarmamanın apolojisi olarak gösteriyor. Üstelik, bunu mültecilerle ilgili kendisine sorulan soruya “Dünya bizim evimizdir” diye cevap veren Selahattin Demirtaş’ı, benim de aralarında bulunduğum ihraç edilen ve pasaportlarına el koyulan, bir kısmı göçmen olmak zorunda kalmış insanları argümanlarının bir parçası kılarak yapıyor. Kimse adına konuşamam ama ben almayayım.
Selcen’in çağrısı 1940’larda McCarthy döneminde ABD’de komünistler başta olmak üzere muhaliflere dönük “cadı avı” yaşanırken, siyahların hak mücadelelerine destek vermek isteyen muhalifleri siyahlara sırt çevirmeye çağırmaya benziyor. Yazıdaki tutum ezilenleri birleştirmeye değil bölmeye, birinin diğerinin yaşadığını görmezden gelmesine dönük bir tutum. Bu tutum iktidarın cenderesinden çıkmak isteyenlerin özgürleşmesine değil, ancak şu veya bu egemenin cenderesinde sıkışmaya yol açar.
Yazar, yukarıdan baktığı için olsa gerek, aşağıda bu cendereyi aşacak birliklerin oluşma olasılığını görmezden geliyor. Oysa yıllardır zam almayan ve çok kötü koşullarda çalışan, Türkiyeli-Suriyeli birleşerek patronlarına karşı mücadeleye atılan saya işçileri kendisine yol gösterebilir.
Göçmenlere dönük ayrımcılığa karşı çıkmak isteyenler ağlamıyorlar, örgütlenmeye de çalışıyor. Bir grup aktivist çeşitli şehirlerde “Hepimiz Göçmeniz” başlığıyla bir kampanya başlattı. Bu kampanyayı yaygınlaştırmak veya göçmenlerle, mültecilerle dayanışmak için farklı yollar geliştirmek elimizde.
Bugün özgürleşmek isteyen herkesin yolu, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı mücadele etmekten, göçmen-mülteci düşmanlığını püskürtmek için birleşmekten geçmeli. Ancak o zaman Taksim’de veya herhangi bir meydanda özgürce ve eşitçe yan yana durabiliriz.
*Bağımsız araştırmacı. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacısı olduğu için Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki araştırma görevliliği görevinden ihraç edildi.