Ulus milliyetçiliğe mahkum mu?
Türk milleti Konya’da, Trabzon’da, Afyon’da, Sinop’ta kaybettiğini Şırnak’ın dağlarında, Diyarbakır’ın sokaklarında, üst akılda, Amerika’da, Suriyelilerde, Afrin’de, Kobani’de bulamaz. Sermayeci ve devletçi politikaların sonucunda yitirdiği öz güvenini ve öz gücünü “hırsızlar” icat ederek, başka halklar üzerinde iktidar kurarak geri kazanamaz.
İlker Cörüt - [email protected]
Milliyetçilik teorisinin en önemli isimlerinden Ernest Gellner’in milliyetçilik tanımı üzerine düşünelim. Milliyetçilik, der Gellner, “siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir” (1992:19). Milliyetçilik çakışmayan sınırları çakıştırma işidir bu tanıma göre. Bu çakıştırma gayreti Türkiye örneğinde olduğu gibi, yani siyasal birimin sınırları ulusal birimin sınırlarının ötesine geçtiği durumlarda asimilasyon ya da soykırım biçimini alabilir. Ulusal birimin sınırları siyasal birimin sınırlarının ötesine geçtiği durumlarda ise, örneğin 19'uncu yüzyıl Almanya’sı ve İtalya’sında ya da Kırım’ın 2014’te Rusya tarafından ilhakında olduğu gibi bu çakıştırma gayreti sırasıyla birleştirici milliyetçilik ve yayılmacı milliyetçilik biçimlerini alabilir.
Buraya kadar Gellner’in milliyetçilik tanımı ile yetinmekte bir sorun olmadığı söylenebilir. Ancak siyasal birimin sınırları ve ulusal birimin sınırlarını çakıştırma gayretinin hayal edilebilir en az bir biçiminin Gellner’in milliyetçilik tanımı üzerine yeniden düşünmemizi gerektirdiğini ve bizi ulus temelli siyaset biçimleri arasında önemli bir ayrım yapmaya ittiğini ileri süreceğim. Şunu kastediyorum: Siyasi birimin sınırlarını ulusal birimin sınırlarıyla çakıştırmak için siyasal birimin sınırlarını ulusal birimin sınırlarına geri çekmeye yönelsek yine de milliyetçi bir siyaset mi yapmış oluruz? Daha açık konuşalım: Türk ulusu Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına saygı duyarak siyasal egemenliğini ulusal birimin sınırlarına çekme iradesi gösterse bu iradeyi yine de milliyetçi olarak tanımlamanın bir anlamı olabilir mi?
Herhalde olamaz. O halde Gellner’in milliyetçilik tanımına geri dönmek ve siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal ilkenin her durumda milliyetçi olmak durumunda olmadığını söylemeli ve önemli bir ayrıma gitmeliyiz. Milliyetçilik, siyasal birimin ve ulusal birimin sınırlarının çakışmamasından, yani ulusun kendi özdeşliğini sağlayamamasından “birilerinin”, “bizden olmayanların”, “yabancıların” ya da “milletine yabancılaşanların” sorumlu olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayım da bir başka varsayım üzerine kuruludur; ta ki birileri tarafından çalınana kadar özdeşliğini ve tamlığını muhafaza etmiş bir ulus varsayımı üzerine. Dolayısıyla milliyetçilik hırsızın zor yoluyla, yani devlet eliyle, devlet desteğiyle ya da devlet kurarak etkisiz hale getirilmesini ve ulusun çalınmış tamlığının ulusa iadesini hedefler (Bir yanlış anlamaya yol vermemek üzere: Sömürge karşıtı ulusal hareketlerin sömürgeci hırsızlığı devlet aygıtını ele geçirerek sonlandırmaya yönelmelerinin onları kendiliğinden milliyetçi yapacağını ima etmiyorum. Milliyetçilik, sömürgeci baş düşmana karşı mücadeleye öncülük edenler sömürge toplumdaki sömürü ve tahakküm yapılarını bütünüyle sömürgeciye atfederek sömürge toplumunun geleneksel yapılarını ya da sömürgecilik öncesi toplumsal yapısını idealize ettiğinde ve bu yapılar içindeki tahakküm ve sömürü ilişkilerini görünmez kıldığı ya da doğallaştırdığı anda başlar. Ya da: sömürge toplumunun kendi mağdurlarının, kendi yerli ve milli zalimlerine karşı mücadelelerini ertelemeye yönelen “ulusal birlik” söylemlerine eşyanın doğası gereği itibar edeceklerine dair özcü orta-sınıf varsayımlar harekete yön verir olduğunda başlar milliyetçilik). Dolayısıyla milliyetçi fantezinin iki vazgeçilmez öğesi vardır: Devlet ve hırsızlık.
Milliyetçiliğin hırsızlık fantezisi üzerinden karşı-devrimci bir biçimde gizlediği hakikat ise ulusun asla kendisine atfedilen tamlığa ve özdeşliğe sahip olmamasıdır. Daha da ötesi: Ulus tam da kendi kendisiyle özdeş olamaması sebebiyle mümkün olur; ulus bünyevi bir eksikle tanımlıdır ama ona can veren de bu her zaman çoktan eksik oluşudur. Ulusun kendi kaderini tayin hakkıyla adeta özdeşleşmiş olması bir başka düzeyde ulusun kendi kaderini tayin imkanından yapısal olarak yoksun bırakıldığının bir göstergesidir. Bir diğer ifadeyle, ulusu tarihsel olarak imkan dairesi içine sokan toplumsal düzen aynı zamanda ulusu kendini gerçekleştirmekten alıkoyar. Ulus, sermaye ve modern devletin çözdüğü etnik cemaatin ya da Hikmet Kıvılcımlı’nın tabiriyle (2006) “ilkel sosyalist kan toplumunun” kolektivist ve eşitlikçi değer ve ilişkilerinin yine sermaye ve modern devletin yarattığı maddi tarihsel düzlem içinde, bu düzlemin araçlarıyla ve fakat bu düzlemin kurucu prensiplerine karşı kendini ileri sürme ve tahkim etme çabasının ifadesidir.
Ulusun devrimci potansiyeli tam da sermaye ve devlet ile olan bu tekinsiz ve mahrem ilişkisinde temellenmektedir: ulus sermaye ve devlete ilişiktir; sermaye ve devlet etnik cemaati tasfiyeye yönelmeden ulus varlık sahasına çıkamaz. Öte yandan, sermaye ve devlete ilişik olan ulus sermaye ve devlet ile uzlaşmaz bir çelişki içindedir. Zira sermaye ve devlet genişletilmiş yeniden-üretim, ilkel sermaye birikimi, zor araçlarının tekelleşmesi, dolaylı idareden doğrudan idareye geçiş üzerinden etnik cemaati bir maddilik olarak çözerek atomize, mülksüz bireyler, yoksulluk ve tahakküm üretirken, altyapısal düzeyde çözülen etnik cemaatin kolektivist, eşitlikçi değerleri ve hafızası ulus fikrinde kendini yeniden üretmeye devam etmektedir. Ulus, kapitalist modernitenin cemaatleri köksüzleştirdiği, yersiz yurtsuz kıldığı, kimliksizleştirdiği, atomize ederek ve sınıfsal hatlar boyunca parçaladığı bir dönemde cemaat fikrini ayakta tutarak kaybolanın, kaybedilmekte olanın adını koyabileceğimiz, davasını güdebileceğimiz, hesabını sorabileceğimiz, kapitalizm sonrası bir temelde ihyası için mücadele vereceğimiz bir platform, bir perspektif sunar. Dolayısıyla sermaye ve devletin aşılmasını öngören bir sosyalist siyaset ulus içinden, ulustan doğru yol alan ulus-çu bir siyaset olmalıdır (1-Marksist sosyalizm bunu teorik düzeyde olmasa da el yordamıyla ve Leninist devrimci pragmatizmin emperyalizm teziyle dolaylı olarak tanımak zorunda kaldı. Tanımanın pragmatist ve dolaylı niteliği, yani ulusun devrimci potansiyelinin konjonktürel/dönemsel değil de kategorik ve yapısal olduğu tespitinin yapılamayışı Marksist önderlikli ulusal kurtuluş hareketlerini milliyetçileşme riskine daha az bağışık kıldı; 2-Ulus, sermaye ve devletin yeniden üretim süreçlerinin şart koştuğu bir öğe olmamakla ve hatta bu süreçleri kategorik olarak aksatma ayrıcalığına sahip olmakla birlikte sırf sermaye ve devlete ilişik olması hasebiyle pek çok Marksist her ulus-çu siyasetin son tahlilde sermayenin ve devletin yeniden üretimine hizmet edeceğini varsaydı. Bu varsayım ulusu aşılması gereken bir tarihsel tortu ve sosyalizmi burjuva-liberal medeniyetin radikalleştirilmesi olarak kavrayan Avrupa-merkezcilikle de birleşince sosyalist hareketler nasyonal sosyalist/faşist hareketlerle rekabetlerinde ulusu cömertçe hasımlarına hediye etmiş oldu; 3-Belki tam da bu sebeplerden Kıvılcımlı gibi baktığı her yerde, hatta kapitalizmin gelişmesinde dahi ilkel sosyalist toplumun kolektivizmi ve dayanışmacılığının etkilerini gören birisi bile ulus fikrinin ilkel sosyalist kan toplumuyla olan bağının adını koyamadı ve Tarih Tezini mantıksal sonuçlarına götüremedi).
O halde, yurtsever-sosyalist bir ulusal siyaset ilk hesaplaşmasını milliyetçilikle yapmalıdır. Zira milliyetçilik ulusun eksikliğinin bünyevi bir eksiklik olduğunu, bu eksikliğin ulus ve sermaye-devlet arasındaki uzlaşmaz çelişkide temellendiğini perdelemek üzere ulusa tarih-üstü bir tamlık atfeder ve bu tamlığı çalan hırsızlar icat eder. Hırsızlık sorunsalı ulusun kendi bünyevi imkansızlığıyla, yani sermaye ve devlet ile yüzleşmesini olanaksızlaştırır. Tam da bu noktada Gellner’in milliyetçilik tanımına itiraz ederken sorduğum soruya geri dönelim: “Siyasi birimin sınırlarını ulusal birimin sınırlarıyla çakıştırmak için siyasal birimin sınırlarını ulusal birimin sınırlarına geri çekmeye yönelsek yine de milliyetçi bir siyaset mi yapmış oluruz? Daha açık konuşalım: Türk ulusu Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına saygı duyarak siyasal egemenliğini ulusal birimin sınırlarına çekme iradesi gösterse bu iradeyi yine de milliyetçi olarak tanımlamanın bir anlamı olabilir mi?”
Olamaz, zira bu geri çekiliş milliyetçiliği tanımlayan hırsızlık sorunsalından geri çekiliştir. Türk ulusu, Kürtler üzerindeki asimilasyonist siyasal tahakkümünü kaldırma iradesi gösterdiğinde bu Türkler için sonuçları olmayan tek taraflı bir jest olmayacaktır. Bu iradenin gösterilmesi, Türklerin kendi ulusal imkansızlıklarıyla, yani devlet ve sermayeyle yüzleşmekten kölece kaçmaktan vazgeçişleri anlamına gelir (Şayet bu geri çekiliş aynı zamanda ulus/cemaat fikrinden de geri çekilmeyi getiren bir liberalizm eşliğinde olmayacaksa ya da bizatihi geri çekilişin kendisi örneğin refah şovenisti bir “hırsızlar”dan kurtulma senaryosu olarak icra edilmeyecekse). Tersten de ifade edilebilir: Türkler sermayenin ücretli köleleri ve devletin tebası mülksüz, atomize bireyler olarak ücretli köleliliği ve devlete tabiliği doğallaştırdıkça/içselleştirdikçe ulusu, cemaat fikrini ancak ve ancak ücretli köleliğin ve devlete tabiliğin ürettiği bütün sistematik yoksulluk ve yoksunlukları “bizden olmayanların” eylemlerine ve bizatihi varlıklarına atfederek ayakta tutabiliyorlar. Dolayısıyla yurtsever-sosyalist bir Türk ulusal siyaseti şu kabul üzerine bina olunmalıdır: Türk milleti Konya’da, Trabzon’da, Afyon’da, Sinop’ta kaybettiğini Şırnak’ın dağlarında, Diyarbakır’ın sokaklarında, üst akılda, Amerika’da, Suriyelilerde, Afrin’de, Kobani’de bulamaz. Sermayeci ve devletçi politikaların sonucunda yitirdiği öz güvenini ve öz gücünü “hırsızlar” icat ederek, başka halklar üzerinde iktidar kurarak geri kazanamaz.
KAYNAKÇA
Gellner, Ernest. 1992. Uluslar ve Ulusçuluk. Çev. Büşra Ersanlı Behar ve Günay Göksu Özdoğan. İstanbul: İnsan Yayınları.
Kıvılcımlı, Hikmet. 2006. Tarih, Devrim, Sosyalizm. İstanbul: Derleniş Yayınları