İsrail’in yeni kâbusu Hizbullah
Anlaşılan o ki, İsrail’in korkulu rüyası haline gelmiş bir Hizbullah ve Genel Sektreteri Nasrallah olgusuyla karşı karşıyayız. İzleyebildiğim kadarıyla röportaj, İsrail askeri ve siyasi çevrelerinde uzun tartışmalara yol açtı. İsrailli üst düzey bir General, Reuters haber ajansına şu demeci vermiş: “İsrail devletinin azılı düşmanı Nasrallah’tır. İlerideki bir askeri çatışmada Nasrallah öldürüldüğünde, Hizbullah’ın işini bitirmiş olacağız.”
Faik Bulut
Suriye ve müttefiklerinin (Rusya ile İran), silahlı İslamcı örgütlerine üstün gelmeleri ve ABD’nin Suriye’de çekilme kararı almasının ardından Ortadoğu bölgesinde dengelerle birlikte ittifaklar da değişme yolunda. Yeni bloklaşmalar, oluşumlar ve mevzilenmeler söz konusu. Mesela İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki ekonomi, istihbarat, askeri ve siber güvenlik alanlarında açık veya gizli çok yönlü ilişkiler kurulmuş. CIA belgelerine göre; 1990’lardan itibaren başlamış bu bağlantılar. Başka bir yazıda, bu ilişkilerin somut örneklerini yazarım. Tarafların ortak noktası, İran’ı kuşatma ve bölgedeki faaliyetlerini durdurmak, icabında bu ülkeye (ve Hizbullah’a) haddini bildirmek olarak belirlenmiş. Tabii, ABD’nin aktif desteğiyle.
Değişim ve dönüşümler hakkında bir yazı yazmaya niyetliydim. Deyim yerindeyse, Ortadoğu’nun siyasi falına bakmayı düşünüyordum. Fakat politik sarsıntılar ve gelişmeler hayli hızlı. Biraz daha beklemeye karar verdim. Yeri gelmişken, bölgedeki bazı politikacıların zihniyetini yansıtması bakımından yaşanmış bir olayı aktarmalıyım: Lübnan’daki sağcı Hıristiyanlar (Maruniler) arasında sert tutumlarıyla bilinen Kâmil Şemun 1950 yılında Mısır’ın başkenti Kahire’yi ziyareti sırasında eski Irak kraliyet ailesinden prenses Faize Hatun ile buluşmuş. Kahve falına dayalı kehanetleriyle ünlü Faize Hatun, misafirinin ısrarı üzerine fincana bakmış ve şöyle demiş: “Falına göre önün açık görünüyor ve zirveye kadar tırmanacaksın. Aynı zamanda, ortalık kan gölüne dönecek.” Nitekim Kamil Şemun, 1952’de cumhurbaşkanı olduktan sonra izlediği Batı yanlısı politikasıyla, Mısır ile Suriye’nin başını çektiği panarabizm ve ulusal kurtuluşçu siyasetle çatıştı. 1956-1958 yılları arasında Lübnan’da ciddi bir iç savaş çıktı. Sonunda ABD 6. Filosu, ülkeye asker çıkartarak ilerici ve ulusal güçleri bastırdı. Kanla bastırılan anti sömürgeci güçler diretince, Kamil Şemun da makamından oluverdi.
Güncel değişikliğe gelince, bölgedeki çatışma/savaşma yönteminde yeni uygulamalar ortaya çıkıyor. Söz gelimi İsrail, son günlerde Suriye’deki İran kuvvetlerini vurmak amacıyla birkaç füze fırlattı. Buna karşılık Suriye, ilk kez balistik diye nitelenen füzeleri İsrail denetimi altındaki topraklara gönderdi. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İsrail, son dönemlerde Lübnan (Hizbullah) ve Suriye askeri mevzilerini bombalamak yerine, füzelerle bombalamayı tercih ediyor. Arap basınındaki bazı yorumcuların ortak tespiti şöyle: “Artık çatışma kuralları değişiyor; büyük devletlerin de müdahil olacakları bölgesel ölçekli geleneksel savaşlar yerine, daha mevzii ve farklı çarpışma yöntemleri deneniyor. Zira büyük çaplı ve ucu açık savaşların maliyeti/bedeli çok ağır. Bunun yerine füzeler yoluyla kesintili darbeler ve karşı tarafın sinir uçlarına dokunan kışkırtıcı savaş dansları/oyunları ön plana çıkıyor.”
Bu bağlamda, İsrail yönetimi İran ve onun Lübnan’daki uzantısı sayılan Hizbullah’a karşı çok boyutlu (siyasi, askeri, psikolojik ve diplomatik) hamleler yapıyor. Belirgin bir örnek: 26 Ocak 2019 gecesi El Meyadin televizyon kanalında söyleşi yapacak olan Hizbullah önderi Hasan Nasrallah’ı izlemeye hazırlanan ortalama Arap insanının aklında şu vardı: Hastalıktan içi geçmiş, sararıp solmuş; çevresi doktor ve hemşirelerle çevrili, hatta belki sedyeyle stüdyoya getirilmiş bir Nasrallah göreceğiz! Oysa tersi oldu. Nasrallah dipdiriydi; aklı yerindeydi, konuşmasında herhangi bir bozukluk yoktu. Hafızası da gayet iyiydi. Peki, sıradan insanın zihnini bulandıran neydi? İsrail kaynaklı söylenti ve benzeri psikolojik savaş hamleleriydi! Anlaşılan, Londra’da yaşayan deneyimli gazeteci Abdülbari Atwan’ın deyimiyle Nasrallah, sadece “direnişin efendisi” değil, aynı zamanda “psikolojik savaşın da ustası/efendisi” görüntüsü vermişti. Niçin ve nasıl?
Nasrallah, bahsedilen televizyon kanalındaki söyleşisinde şunları söylemişti. “Başbakan Netanyahu, kendi menfaatleri için İsraillileri de kandırıyor. Yolsuzlukları nedeniyle kendi kamuoyunda gözden ve çaptan düşmüştür. Fakat yeni seçimde kazanabilmek uğruna, askeri maceraları tevessül etmektedir. Böyle bir macera, kendisi ve toplumu için felaket olacaktır. Ağır bedeller ödeyecekler.” Bu konuşmasıyla Nasrallah, psikolojik savaş düzleminde Netanyahu yönetimini geride bırakan bir taktik izlemiş oldu. Bu psikolojik üstünlüğü hazmedemeyen İsrail medyası, Nasrallah’ın bu röportajı yer altı tünelleri veya sığınaklarından birinde yaptığını iddia etti. Oysa Hizbullah’a yakın yorumcular, röportajın normal bir evde gerçekleştiğini ve konuşmanın üç saat sürdüğünü vurguluyorlar.
Peki, neler söyledi Nasrallah? İzleyelim: “Biz, İsrail’in stratejik ve nitelikli hedeflerini, son derece isabetli füze ve roketlerimizle vurabilecek güçteyiz. Elimizde yeterince füze var. Vurulacak askeri ve sivil (askeri-sivil havaalanları dâhil) hedefler arasında devasa su ve elektrik tesisleri, trafo merkezleri, zehirli amonyak depoları ve hatta Damona’daki (veya Dimona) nükleer tesisleri de bulunuyor. Açıkça belirteyim ki, İsrail’in Lübnan sınırına inşa ettiği beton duvarları savaşçılarımızla aşıp işgal altındaki kuzey Filistin topraklarına (Celil/Galile gibi) ulaşacağız. Tek bir nokta yerine hem sınıra açılan yer altı tünelleri hem de yıkacağımız duvarları geçerek yapacağız bunu. Böylece tekmil Filistin savaş meydanına dönüşecektir. Netanyahu, Suriye ve Gazze’ye habire saldırmak suretiyle savaşı başlatabilir. Gel gelelim bedeli ağır olacaktır. Baş hedeflerimizden birisi de Tel Aviv’deki stratejik noktaları vurmak olacaktır. Suriye ve Filistin’deki direniş hareketi de bu tür bir misillemeye hazırlanıyor.”
Anlaşılan o ki, İsrail’in korkulu rüyası haline gelmiş bir Hizbullah ve Genel Sektreteri Nasrallah olgusuyla karşı karşıyayız. İzleyebildiğim kadarıyla röportaj, İsrail askeri ve siyasi çevrelerinde uzun tartışmalara yol açtı. İsrailli üst düzey bir General, Reuters haber ajansına şu demeci vermiş: “İsrail devletinin azılı düşmanı Nasrallah’tır. İlerideki bir askeri çatışmada Nasrallah öldürüldüğünde, Hizbullah’ın işini bitirmiş olacağız.”
Söyleşinin akışı içinde Suudi Arabistan, Türkiye ve ABD’ye de gerekli mesajlar ileten Nasrallah, Türkiye’nin tutumuna da değinmiş: “Türkiye, İdlib’te köşeye sıkışmıştır. Adana Mutabakatı’nı dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu mutabakat uyarınca Suriye ordusunun Fırat’ın doğusuna konuşlanmasını kabul etmelidir.”
Sonuç babından sorumuzu sormalıyız: Hizbullah lideri, söylediklerini yerine getirebilir mi? Doğrusu, 50 yıldan beri Ortadoğu’yu izlerim; çünkü o ülkelerin birçoğunu gezdim, insanlarını tanıdım, konularla ilgili çok sayıda kitap okudum, yüzlerce belgesel izledim, Arap halklarının acı tecrübelerine yakından tanık oldum. Mesela 1940’lı yıllardan beri “İsrail’i mağlup edip Yahudileri topyekûn denize atmak, İsrail devletini yerle bir etmek ve İsrail’i yüz milyonlarca Arap insanının tükürüğüyle boğmak” tan dem vuranların Filistin davasına nasıl sırt çevirdiklerini, nasıl mağlup olduklarını ve hatta nasıl gizliden gizliye İsrail ile iş tuttuklarını herkes gibi ben de biliyorum. 1948 ve 1967 Arap-İsrail savaşlarının perde arkasını bilenler, söylediklerime aşinadırlar, Kimilerine göre; Arap insanının abartı dolu bu tür keskin ifadelerinin temelinde Arapçanın o lirik, kışkırtıcı, coşku dolu belagati yatıyor… Öte yandan Nasrallah’ın şahsında bakarsak; kimi abartılarını, ajitatif konuşmalarını bir yana bırakırsak; şimdiye kadar ne yapmışsa onu söylemiştir; ne demişse onu yapmıştır. Bu yanıyla Arap liderler arasında “dürüstlüğü ve doğru sözleriyle” bilinir. Misal; elimizde yeterince füze var demesi boşuna değildir. İsrail İstihbarat Servisi MOSSAD’ın eski şefi Meir Dagan, 2016’da Hizbullah’ın füze kapasitesinin dünya ülkelerinin yüzde 90’ından da üstün olduğunu söylemişti. Geçen yıl aynı örgütün Suriye’deki uzun menzilli füze sayısının 70 bin olduğu ve bunun 500 bine çıkacağına dair haberler de yayınlanmıştı. Sayı abartılı olabilir ama on binlerce roket ve füzenin varlığı da yadsınamaz.
İsrail eski Genelkurmay Başkanı Gadi Eisenkot şu sözleri sarf etmiş. “Nasrallah’ın söylediklerinin altı boştur. Uzun bir suskunluk döneminin ardından televizyona çıkmasının üç sebebi var: Hizbullah’ın açtığı tünellerin çoğunu tahrip ettik; isabet oranı yüksek roket ve füzelerini imha ettik ve Golan Tepeleri’nde İsrail’e karşı yeni bir cephe açma projesini boşa çıkardık.” İsrail istihbarat çevreleriyle sıkı ilişkileri olan Ortadoğu uzmanı Ehud Yuari, Eisenkont ile aynı görüşte değil. Ona göre, Nasrallah’ın dile getirdiği birkaç noktanın özellikle ciddiye alınması şarttır. Özellikle de İran, Suriye ve Hizbullah’ın İsrail’in tekrar eden saldırılarına çok sert biçimde misilleme yapacaklarına dair ifadesi hayli önemlidir. Çünkü Nasrallah, bahsedilen konuşmasında, İsrail’e karşı yeni kırmızı çizgisinin ana hatlarını beyan etmiştir. Nasrallah’ın sözleri, İsrail ile topyekun bir savaş anlamına gelmeyebilir. Bunun yerine ister roket, ister füze veya bizzat militanları vasıtasıyla İsrail’i sürekli taciz edecek ciddi askeri faaliyette bulunacaklardır. Nasrallah hafife alınmamalı; söylediklerine ciddiyetle yaklaşılmalıdır. Örneğin yaklaşık 6 ay önce Amerikalı bir heyet, görüştüğü Rusya lideri Putin’e şöyle bir teklif götürmüştü: AB’nin Suriye’den çekilmesi karşılığında İran ve Hizbullah güçleri de geri çekilmelidir. Bunun için İran’a baskı yapması beklenen Putin, farklı bir tutum aldı. Arabulucu rolü oynayarak zaman kazandı ve gönülsüz ilettiği teklifi Hizbullah ve İran, küçümseyerek reddettiler.”