Hiç karınca ezmediğimizden nasıl emin olabiliriz?
Ağaçta gezinmekte olan bir kara böceğin (ki onun, sokakta yürümekte olan bir insandan hiçbir farkı yok) katiliyim. Ve belki de daha fazlasının; bir sineğin, bir karıncanın, bir kelebeğin. Pekâlâ sizin böylesi kötü bir hâtıranız var mı? Yoksa öldürdüğünüz şeye dönüp bakmadınız mı hiç?
Hamza Celâleddin/[email protected]
Varoluş bir dalgınlık hâli ve “ben” diye atıfta bulunduğumuz özne, “beden”den başka bir şey ise; dalgınlıkla sürüklediğimiz organlarımızın türlü felâketlere yol açıp açmadığı konusunda kendinden emin tümceler kurabilir miyiz? Söz gelimi, gelişigüzel bedensel devinimimizin, başka bir bedensel devinime son verip vermediği ve son derece değerli olduğunu düşündüğümüz canlılığımızın, başka bir canlılığı kısıtlayıp kısıtlamadığı konusunda her zaman tetikte olabilir miyiz? Ya da bedensel savurganlığımızın bir neticesi olarak, bir canlının yaşamına son verdiğimizi fark ettiğimizde ahlâki bir yükümlülük ya da en basitinden bir pişmanlık duygusu hisseder miyiz? Yoksa bu şey, bizim bedensel yaşamımızın bir rutini hatta vazgeçilmezi hâline mi gelmiştir? Hatta yaptığımız bu şey, vicdanımızı sızlatmaz da yalnızca midemizi mi bulandırır? Ve sinekleri, hamamböceklerini ya da fareleri öldürmeyi hangi ahlâkî evrede normalleştirmişizdir – Ki şüphesiz bunu, Jean-Paul Sartre’ın Bulantı’sındaki başkarakterin, miskin bir sineği ezerek “onu gereksiz varoluşundan kurtardım” deyişindeki ontolojik hassasiyetle de yapıyor değiliz. Eğer öyle olsaydı, belki bundan ahlâkî bir davranış olarak bahsedebilirdik…
Ahlâkî davranış hususunda oldukça sallantıda ve çelişik zihin içeriklerine sahibiz – ve pek hârikuldâymiş gibi bu zihin içeriklerini ardımızdan gelen nesle aktarmak konusunda da ısrar ederiz. Söz gelimi, sıcak bir yaz gecesi suratımıza konup duran sineğin artık yaşama hakkı olmadığı konusunda tereddüte kapılmazken; aynı kastı, yine bir yaz gecesi, gürültüsüyle bizi uyutmayan komşumuzun yaşamı söz konusu olduğunda aklımızın ucundan dahi geçirmeyiz. Burada eğer gerçekten bir etik standart gözetseydik, gönül rahatlığı ile komşumuzu öldürebilirdik – ya da komşumuz bizi öldürmek için kapıya dayandığında; onu, öldürmenin ahlâki bir şey olmadığı konusunda ikna edecek yeterli etik argümanları bulamazdık. Lâkin burada hemen alâkanızı cezbedecek olan şey; canlılar arasında, bizim kurguladığımız (ve dolayısıyla da kendimizi en üste yerleştirdiğimiz) tuhaf bir hiyerarşi. Bize rahatsızlık veren şey, kurduğumuz hiyerarşinin en altında yer alan haşereler ise (ki hiyerarşideki bu yerlerini onların düşünebildiklerinden emin olamayışımıza ve minik bedenlere sahip oluşlarının onların varlıklarını değersiz kıldığına dair yersiz inancımıza borçlular); onların öldürülmesi etik bir mevzu değildir. Aynı cinaî tavrı, yuvamızda rahat uyumamıza olanak tanımayan komşumuza karşı göstermiş olsaydık, bu şüphesiz etiğin bir konusu hâline gelecekti. Ve birdenbire “suç” ve “ceza” kavramları devreye girecekti. Aslında burada, bir canlının yaşamına son vermenin ahlâkî olup olmadığını tartışmıyorum, yalnızca burada bir çelişki sezimliyorum.
Çocukluğuma dair anımsadığım pek az hâtıradan, şüphesiz ki en yürek sızlatıcı olanı şuydu: Bir yaz günü, muhtemelen yorucu bir sokak oyunu sonrasında, sağ elimi bir ağaca dayamış şekilde nefesleniyordum. Ağacın üzerinde gezinen elim, tomurcuğumsu bir şeye ilişti ve kötü bir refleksle tomurcuğumsu şeyi iki parmağımda ezdim. Biraz sonra bunun bir tomurcuk değil (ki öyle olsaydı da, bu yine saldırgan bir hareketti), simsiyah bir böcek olduğunu fark ettim. Hissettiğim ilk şeyin bir mide bulantısı olduğunu çok iyi anımsıyorum. Ama bugün hissettiğim şey, mide bulantısından çok daha ağır, çok daha katlanılmaz. Ellerimin doğa için bir felâket olduğunu hissedebiliyorum ve bu asla bağışlanabilir bir şey değil. Ağaçta gezinmekte olan bir kara böceğin (ki onun, sokakta yürümekte olan bir insandan hiçbir farkı yok) katiliyim. Ve belki de daha fazlasının; bir sineğin, bir karıncanın, bir kelebeğin. Pekâlâ sizin böylesi kötü bir hâtıranız var mı? Yoksa öldürdüğünüz şeye dönüp bakmadınız mı hiç?
Konuyu getirmek istediğim asıl yer ise; bir davranışı ahlâkî olarak motive eden şeyin, bütünüyle ahlâk dışı bir paradigma olduğudur. “Öldürmek kötü bir şeydir” önermesi ahlâkî bir atıfta bulunuyor olsa da, öldürülen şeyin kim ya da ne olduğunun önem arz ettiği noktada, davranışımızın ahlâki değerlendirmesi de değişebilir. Söz gelimi bir hamamböceğini, “isyankâr köle zenci”yi ya da “terörist”i öldürmek (ya da meşhur ifadelerle “imhâ etmek”, “etkisiz hâle getirmek”) yukarıdaki ahlâkî önermenin dışında tutulabilir. Oysaki öldürülen, mahalle tanışığınız ve neredeyse senede bir selamlaştığınız pek samimi dostunuz ise, söz konusu cinayet bütünüyle ahlâkın mevzusudur. Tanışığınız olan maktûl bütün erdemleri üzerinde toplamış bir “insanötesi” iken, tanışığınızı öldüren “kalleş”, neredeyse bir ahlâksızlık anıtıdır. Buradaki refleks anlaşılabilir olsa da; bu, düpedüz kötü bir etik standarttır.
Ve buradan hareketle, canlı doğanın her bir parçasının, “canlı olmak” temelinde birbirine denk ve “canlılığını yitirmek” temelinde etik bir muameleye lâyık olduğu açıktır. İnsan, canlı doğanın içinde ahlâkî davranmakla kendini yükümlü kılmış tek varlık olarak, yalnızca bu temeli özümsemeli ve hiç de kapsayıcı olmayan başka türden paradigmaları gözardı etmeyi becerebilmelidir. Bir sineği öldürmek, bir insanı öldürmekten asla daha bağışlanabilir değildir. Ya da düşmanınızın ölümü de tıpkı kahramanınızın ölümü gibi etik bir meseledir.
Bütün bu etik meselelerle uğraşmak istemiyorsanız; bir sineği öldürmekten de, bir insanı öldürmekten imtina ettiğiniz kadar (eğer bu kaçınma, cezadan kaçınma değilse) imtina ediniz.
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.