İhmal barışı ve Yeşilyurt Apartmanı

Bugün, yıkılan bina özelinde ilk ifade edilebilecek problem, imar barışından faydalanırken yapı sahiplerinin beyanının teknik ve yasal bir belge yerine yeterli görülerek kabul edilmesidir. Oysaki vatandaş beyanı şehircilik ilkeleri, teknik zorunluluklar, mevzuat bakımından bir yeterlilik koyutu oluşturmamaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Pınar Y. Aslan*

“İstanbul Beyoğlu'nda zemininde toprak kayması oluşan dört katlı bina dün tüm Türkiye'nin yüreğini ağzına getirdi. Bina tahliye edilirken, çevredeki apartmanlar da tedbir amacıyla boşaltıldı. Bina, zeminindeki toprak kayması nedeniyle büyük bir gürültüyle çöktü. Beyoğlu Sütlüce'de çöken 1994 yılında yapılmış ruhsatı ve iskanı bulunmayan binanın sahiplerinin İmar Barışı için başvuruda bulunduğu öğrenildi. 1994'te yapımına başlanan ve yıllar içinde kaçak olarak yükselen yapı yıkıldığı için artık imar barışından yararlanamayacak.” (i)

Yukarıda yer alan haber geçtiğimiz temmuz ayında Beyoğlu’nda “kendiliğinden” yıkılan bir binaya ilişkin. “Uyanık ve kurnaz” bina malikleri imar barışına başvurup, yapı kayıt belgesi alamadan ve belki sonrasında da tapu işlemlerini göremeden neyse ki bina yıkılmış da bu rezaletin önüne geçilmiş (!)… Bugün geldiğimiz noktada maalesef çok daha kötü bir durumla karşı karşıyayız. Can kayıpları, yaralılar ve daha da kötüsü bunun bir son olmadığının herkesçe biliniyor olması.

İstanbul, Kartal İlçesi, Orhantepe Mahallesi, Sema Sokak’ta son iki katı kaçak, giriş kattaki kolon ve perdelerin tıraşlandığı ticari bölümü ise çalışma ruhsatsız olan sekiz katlı Yeşilyurt Apartmanı 6 Şubat günü çöktü. Eğer çökmeseydi o da Beyoğlu’ndaki bina gibi yapı kayıt belgesi yani imar barışı başvurusunu nihayetlendirip bodrum ve zemin kat proje değişiklikleri, ek yapılan üst katları ve zemin katta eklenen bölümüyle birlikte olduğu gibi, mevcut haliyle hiçbir değişikliğe gerek kalmaksızın yasal statüye kavuşacaktı. Kartal’da çöken bina imar mevzuatının cezai yaptırım gerektiren hükümlerinin uygulanmadığını açıkça göstermektedir. Ancak daha önemli bir konu var ki o da imar hukukuna uymamakla ilgili değil, uymakla ilgilidir. Önceden imar mevzuatını uygulamamak bir hata iken, şimdi mevzuatın kendisi bir hataya dönüşmüş durumdadır. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16'ncı maddesi olarak yasallaşan imar barışından faydalanılması gerektiği, vatandaşın avantajına olduğu, faydalanmayanların hakkında cezai işlem tesis edileceği ve benzeri haberleri yaz başından beri çokça işittik.

Kaçak yapıları yasallaştırmayı, fiili/mevcut (çarpık) durumu hukukileştirmeyi dolayısıyla durumu imar durumu haline getirmeyi amaç edinen imar barışı, anlaşılacağı üzere teknik standartları karşılamayan yapıları karşılar hale getirmeyi ise hiç mi hiç önüne koymaz. Bu anlamda imar barışından çok imar affı tanımlamasını daha çok karşılamaktadır. Geride bıraktığımız süreç gayet net bir şekilde göstermiştir ki uygulama bir sorunu çözmeye çalışırken (?) başka birçok sorunu da ortaya çıkarmıştır. Bugün, yıkılan bina özelinde ilk ifade edilebilecek problem, imar barışından faydalanırken yapı sahiplerinin beyanının teknik ve yasal bir belge yerine yeterli görülerek kabul edilmesidir. Oysaki vatandaş beyanı şehircilik ilkeleri, teknik zorunluluklar, mevzuat bakımından bir yeterlilik koyutu oluşturmamaktadır. Yapının ve söz konusu kentsel alanın sağlıklı ve güvenli oluşu kişinin beyanı ile tesis edilebilecek bir durum olmayıp, bizzat o yapıda ve komşuluk ünitesinde yaşayanların güvenliği riske edilmektedir. Dahası medyaya da yansıyan ‘yanlış beyan veren yandı’ tarzı ifadeler ile kamu otoritesi üzerine düşen denetim görevini gerçekleştirmiş sayılamaz. Dolayısıyla kamu idaresi kaçak yapı yapmış olan vatandaşı güya artık muhatap alırken aynı zamanda da sorumluluğunu vatandaşa ikame etmektedir. Belge alım sürecinde sistemde herhangi bir kontrol mekanizmasının bulunmadığından kişi bu sistemde Topkapı Sarayı’na bile Yapı Kayıt Belgesi alabilir.

İmar barışı ile elde edilen gelirlerin kentsel dönüşüm uygulamalarında kullanılacak olması ise meselenin ironik yanlarından biridir. Denetim görevinin vatandaşa devredildiği, beyanda bulunmayanın yapısının kaçak olmaya devam ettiği, beyanda bulunanın da neye göre bir işlem gerçekleştirdiğinin bilinemez olduğu, dahası yapı güvenliğinin yine vatandaşın beyanına terk edildiği ve arazi durumunun da depremsellik bakımından değerlendirilmediği bir ortamda “afet risklerine yönelik hazırlık yapıldığı” ya da “şehirlerin imarının yeniden düzenleneceği” ifadeleri gerçeği yansıtmamaktadır.

İmar barışı düzenlemesinde bir başka önemli sorun ise başvuru kapsamının gecekondu, konut, turizm tesis alanı ve benzerine yönelik kısıtlı bir çerçeve ya da sınırlılık içermemesidir. Mevcut düzenlemede alışveriş merkezleri, tek katlı konutlar, büyük sanayi alanları ya da enerji üretim tesisleri ayırt edilmeksizin düzenlemeye dahildir. Buradaki hakkaniyet oldukça tartışmalıdır. Barınma amaçlı yapılmış tek katlı ya da benzeri yapılar ile büyük ölçekli projeleri ayıran şey yalnızca Yapı Kayıt Belgesi bedeli olmaktadır. Toplumsal eşitsizlik ve adalet yoksunluğu bu sayede mekânsal olarak yeniden üretilmekte, sosyo-mekânsal ayrışma derinleştirilmektedir.

Oysaki geçtiğimiz günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, "Kentsel Dönüşümde Yeni Dönem Tanıtım Toplantısı"nda Kentsel Dönüşüm Strateji Belgesi'ni açıklamış ve temel hedefleri şöyle sıralamıştı (ii):

“Birincisi, afet risklerinin etkin bir şekilde bertaraf edilmesi, vatandaşların can ve mal güvenliğinin kesin olarak sağlanması. İkincisi, yapıları dönüştürmenin yanında çevresel, tarihi ve kültürel değerlerimizin korunması ve yaşatılması. Üçüncüsü, ülke çapında sürdürülebilir kentsel dönüşümün belirlenmesi. Dördüncüsü, yerinde dönüşümün, yatay mimarinin ve mahalle kültürünün esas alınması. Beşincisi, sosyal ve teknik altyapı yetersizliklerinin giderilmesi, altıncısı, engelli dostu şehirlerin hayata geçirilmesi, yedincisi, yapılaşma sonrası oluşacak değer artışının adil ve dengeli olarak paylaştırılmasıdır.”

İfade edilen hedeflerin imar barışı uygulaması ile gerçekleşmesi mümkün değildir. Yatay mimari ve mahalle kültürü tartışmasını şimdilik bir kenara bırakırsak 3. Köprüyü, Ankapark’ı, Salda Gölü’ne millet bahçesini yapanlar, ne imar rantını dengeli olarak paylaştırabilir ne de rant karşıtı bir belagat geliştirebilir. Dolayısıyla kentsel dönüşüm de yine yerinden edilme, acele kamulaştırma, rant farkı üretme süreçleriyle neoliberal muhafazakar yapılı çevrenin inşası ve devamlılığında başlıca enstrümanlardan olmaya devam edecektir. Bu bakımdan mevcut dokuyu muhafaza eden imar barışının kentsel dönüşüme kaynak aktarması bir çelişki gibi görünmekteyse de durumun gayet açık bir ekonomik rasyonalitesi vardır ki o da kentsel-toplumsal mekân talebi ve eşit, adil bir coğrafya hakkı her zamankinden daha elzem bir mücadeleyi gerektirmektedir.

İmar barışı ekonomik boyutuyla olduğu kadar siyasi gücü de yeniden üretmenin bir aracı olarak kurgulanmıştır. Büyük sermayeye, büyük ölçekli projelere verilmiş bir imtiyaz olup, itiraz kapasitesi yüksek alt ve orta sınıflar için ise Chomsky’nin ifadesiyle “rıza imalatı” işlevi görmektedir. Konut ve barınma alanı odaklı olası bir mekânsal muhalefetin de bir anlamda önü alınmakta ya da hiç değilse sürtünmesi azaltılmaktadır. Mekânsal yeniden bölüşüm ve rantın asimetrik dağıtımı ile iktidar, varlığını ve sürdürülebilirliğini güvence altına almaya çalışmakta, kapitalist sermaye birikimi yeniden inşa edilmektedir. İmar barışı ile ciddi bir sermaye hareketi gerçekleşirken, toplumsal rantın söz konusu yeniden dağıtımı yeni bir mekânsal biçem oluşturmaktadır.

(i) https://www.sozcu.com.tr/2018/gundem/coken-binanin-sahipleri-imar-barisina-basvurmus-2541093/

*Şehir plancısı