Felaketten ders çıkarmanın zamanı gelmedi mi?
Deprem olmadan bile binaların kendi kendine çöktüğü bir şehirde, İstanbul’da gelecekte çok büyük bir felaket yaşanacağını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu felaketten sonra muhtemelen hayatta kalanlar başlarına gelenin ne olduğunu anlamaya başlayacaklar.
Korhan Gümüş
Kalamış’ta çocukluğumun geçtiği apartmanın yöneticisi beni arıyor: “Size müjde vermek isterim, Korhan Bey, apartman için üniversiteden çürük raporu aldık.” Kadıköy’ün merkezinde işyeri sahibi bu kişi bu habere sevineceğimden o kadar emin ki, telefonda bana söylediği ilk cümle bu. Ne söyleyeceğimi şaşırıyorum. Biraz sessiz kalıp, yutkunuyorum ve şöyle cevap veriyorum: “Bir yanlışlık olmalı. Binayı çok iyi bir mimar, Prof. Utarit İzgi tasarlamış. Ayrıca yüksekliği çevresindeki binalardan iki kat az yapılmış. Belki de semtteki en sağlam bina!..” Bu defa yutkunma sırası apartman yöneticisine geliyor ve bana aynen şöyle cevap veriyor: “Anlarsınız ya!” Telefon görüşmemiz böyle sona eriyor.
Bu konuşmadan apartman yöneticisi oyunbozanlık yapacağımı ve başka kat malikleriyle yola devam edebileceğini anlıyor olmalı. Benzer bir görüşmeyi başka bir yerde, Adalar’da yaşıyorum. Eski bir ahşap binayı aldığımda, Belediye Başkan Yardımcısı ısrarla benimle görüşmek istiyor. Söylediği şu: “Projenizi biz yapalım. Öndeki binanın yerine şu kadar daire sığar, arkada büyük bahçeniz var, yandaki parseldeki gibi oraya da bir apartman dikilir. Biz hesabı yaptık, bu parselden 12 daire çıkar.” Anlaşılan mülklerin değeri böyle hesaplanıyor, bir koyundan kaç kilo et çıkar misali! Görüşmedeki ısrarının nedenini anlıyorum: SİT alanı ilan edilmiş olan bölgede benim işimi kolaylaştırmak istiyor ve ayrıca neden daha satın alırken benim bu görüşmeyi yapmadığımı merak ediyor. Amacı bana yol göstermek, yardımcı olmak. Sonuç elbette hayal kırıklığı. Benim gibi uyumsuz insanlar da var bu şehirde.
Bilmiyorum bu oyunu daha ne kadar sürdürebileceğiz? Başımıza gelen felaketler acaba bize bir şey söylemiyor mu? Deprem olmadan bile binaların kendi kendine çöktüğü bir şehirde, İstanbul’da gelecekte çok büyük bir felaket yaşanacağını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu felaketten sonra muhtemelen hayatta kalanlar başlarına gelenin ne olduğunu anlamaya başlayacaklar. “Olmamış gibi yapacağız.” getirilen yayın yasağı sonrası Fox televizyonu haber programı sunucusu Fatih Portakal’ın sözü bu. Bu söz galiba temas etmeye çalıştığımız sorun hakkında bir fikir veriyor: Unutmak, yokmuş gibi yapmak. Tarih böyle yazacak herhalde: "Evet, bu şehirde yeteri kadar plancı vardı. Yeteri kadar mühendis, mimar vardı, üniversite vardı, yasalar vardı… Hatta inşaat işlerine ayrılan muazzam kaynaklar da vardı. Peki neden böyle bir felaket yaşandı? Ne eksikti?"
Ne eksik? Sorulmayan soru bu. Başka bir örnek vereyim: Şehrin merkezinde, SİT alanı ilan edilen yıllardan beri sürekli planlar hazırlanıyormuş gibi yapılıyor. 99 depreminden sonra iki yıl süren bir çalışma yaptık. Bu çalışmada SİT alanı ilan edilmiş, çoğunlukla tescilli yapıların bulunduğu bir semtte, binaların özellikle işyerlerinin bulunduğu zemin katlarının üçte ikisinde taşıyıcıların kaldırıldığını tespit ettik. Bu binalarda oturanların, çalışanların çoğunun bu değişikliklerin farkında olmadıklarını, kimin tarafından yapıldığını dahi bilmediklerini fark ettik. Ayrıca binaların neredeyse hepsinde fazladan çıkılmış katlar bulunuyordu. Sokak sokak yerel yöneticiler, uzmanlar, STK’lar, halk ile gerçekleştirdiğimiz mikro bölgeleme çalışmaları ile riskler görünür hale geldi, eylem planları hazırlandı ve gelişmeyi düzenleyen, tepeden bakmayan kararlar alındı. Evet, gönüllü insanlar bu işi başardılar. Peki bu iş için bizim kaynaklarımızı kullanan, burnundan kıl aldırmayan, yakın mesafelere bile yürüyerek değil, makam arabası ile giden, bunun için maaş alan, devasa bütçeler kullanan bu uzmanlar normal hayatlarında ne iş yapıyorlar? Bu yöntem o güne kadar halkı korkutarak rüşvet alan görevlilerin işine gelen bir şey değildi, elbette.
99 depremi sonrası hazırlanıyormuş gibi yapılan master planlar, risk analizi çalışmaları, kentsel dönüşüm projeleri bu yüzden bir şeyleri değiştirmek şöyle dursun, tam tersine açılan yarıktan ortaya çıkan gerçekleri maskelemek için kullanıldı.
İmar Barışı adı verilen oksimoron durum tam da bunun bir göstergesi. Elde edilen kaynağın güya binaların sağlıklaştırılması için kullanılacağı söyleniyor ama yapı kayıt belgesi için başvuru sahiplerinden alınan paraların nasıl kullanılacağı, kamunun katkısının ne olacağı, başvuru sonrasında neler yapılacağı, sürecin nasıl yapılanacağı söylenmiyor. Başvuru sahibi yasa dışı olanı yasallaştırdığını zannediyor, kamu tarafı ise çözüm getirdiğini ve kaynak temin ettiğini düşünüyor. Yalnızca imar afları bile bu imar rejiminin nasıl işlediği hakkında fikir veriyor.
Uzmanlar, “bilim adına” planları hazırlıyorlar. Sanki bilgi kiloyla satın alınabilir bir şeymiş gibi ihale ile planlar, projeler hazırlanıyor. Ya da kamu kurumları, kamu adına ürettikleri bilgileri tekelci ilişkiler içinde bağımsız bilgi üretimi alanlarını kurutarak, kamuya satıyorlar. Şehirsel hareketlilikle temas etmedikleri, farklı bilgi üretim biçimlerine açık olmadıkları için kapalı uçlu, asimetrik, işaretsizleştirici süreçler içinde kendi ayrıcalıklı konumlarını pekiştiriyorlar. Onların işaretsizleştirdiği şehirlilerin, bu kutsal sembolik alanın dışında kalan insanların planlardan anladıkları şey şu: "Ha onlar mı? Onlar kendi çıkarları için bu işi yapıyorlar!" Bir yer SİT alanı ilan edilirse, yani koruma bölgesi olursa, orada alınacak rüşvetlerin miktarı artıyor. Bir taraftan “şehre ihanet ettik” gibi söylemlerle şikayet ediyormuş gibi yapıyorlar.
Bilgi dediğimiz şey kutsal bir şey değil, hayatla, başka bilgilerle temas etmesi gereken bir şey. Ama bir seçkincileştirme aracına dönüşünce, bilgi işaretsizleştirici bir işlev görüyor. Bilgi bir toplumsal sınıfın kendi ayrıcalıklarını temsil ettiği bir kamu yararı anlayışı olarak işlev görüyor. Popülizmi motive ediyor, yönetimlerin kural koyma vasfını ortadan kaldırıyor. Temsil edilmeyenleri temsil ediyormuş gibi yapan bir siyaset ekolojisi ortaya çıkıyor. İstanbul’da bilgi dünyevileşmiş, yani yeryüzüne inmiş değil. İstanbul’un planları hazırlanırken yönetimler kendi başlarına hazırladıkları şeyin, temsillerin şehri temsil ettiğine, yani plan olduğuna inanıyorlar.
Oysa eğitimsiz insanlar bile bu durumun farkında. Şehri bir nesne olarak temsil etmek imkansız. Şehir canlı, yaşayan bir şey. Nasıl oluyorsa, şehrin planlarını hazırlıyormuş gibi yapan uzmanlar, yöneticiler bunun farkında değiller. Temsil edilmeyenleri temsil ediyormuş gibi yapan herkes öyle. Ama kimin umurunda? Güç sahipleri, sesi çıkabilenler bu hayali ilişki üzerinden kendi ayrıcalıklarını yeniden üretiyorlar ve durumun keyfini sürüyorlar. Bu görme kaybı, onlar için bir eksiklik değil, tam tersine kendi iktidarlarını, ayrıcalıklarını yeniden üretmek için elde ettikleri bir tecrübe.
Eğer alternatifleri sürekli güç ilişkileri içine çeken, ortaya çıkan gerçekleri örtbas eden, güç ve ayrıcalık ilişkilerinden bağımsız filizlenen farklı eylemlilikleri kazıma işlevi gören bu kutsallaştırma pratikleri ile baş etmeyi öğrenebilirsek, yaşam çevrelerini hurdalaştıran bu imar rejimini de, şehirlerin geleceğini de değiştirmenin mümkün olduğuna inanıyorum.