Filistinli doktor Corc Habeş, nasıl radikal bir devrimci oldu?
80 yaşının üstündeyken mütevazı bir evde yaşarken kalp krizinden (26-27 Ocak 2008) ölen Habeş, eşi Hilda’nın deyimiyle, “ölümünden önceki son saatlerde bile, özgürleşeceğine inandığı Filistin topraklarında olup bitenleri izlemiş; saldırılara hedef olan Gazze halkının acılarından derinden etkilenmişti.”
Faik Bulut
26-27 Ocak, Filistin’in tarihi önderlerinden Corc (George) Habeş veya Hebeş, 11 yıl önce hayata gözlerini yummuştu. Anma yıl dönümü, 27 Ocak olarak kayda geçmiştir. Ölümünden sonra hakkında olumlu veya olumsuz yüzlerce makale yazılmıştır. Benim yazmamın esas nedeni daha başkadır: Yıllar önce Habeş’in tuttuğu günlüklerden derlenen hatıraları, ilk kez kitaplaştırıldı ve kamuoyu ile paylaşıldı. Arapların Birliğini Araştırma Merkezi tarafından basımı yapılan kitaba, “Mücadele Yolundan Sayfalar” adı konulmuş. ABD Wisconsin-Parkside Üniversitesi sosyoloji bölümünde profesör unvanıyla çalışan Prof. Seyf Da’ana, bu kitabın bazı bölümlerini, özellikle Habeş’in talebelik yılları ile 1950’lerin sonundaki siyasal, kültürel ve örgütsel faaliyetlerine ilişkin anıları, Lübnan’da yayınlanan El Ehbar (Al Akhbar gazetesi, 28 Ocak 3028-4 Şubat 2019) gazetesinde dört bölüm halinde özetlemiş.
Habeş’in hatıralarına başlamadan önce, Türkiye’de hemen her çevreden (liberal, demokrat, solcu veya İslamcı) Filistin meselesine ilgi duyanların bariz iki hatasına değinmek istiyorum:
Bir: Genelde yararlanılan kaynakların büyük bir kısmı Batılı dillerden olduğundan şu tür kelime, telaffuz ve kavram hataları yapılıyor. Mesela Corc Habeş’in soyadı, yanlış biçimde “Habaş/Habash” diye yazılıp söyleniyor. Doğduğu Lud şehri, “Lydd, Lod, Lid, Lût” tarzında aktarılabiliyor; hatalıdır. 1948’de İsrailli Siyonist çeteler tarafından Filistin halkının katledilmesi ve yurdundan zorla çıkarılıp mülteciler topluluğu haline getirilmesini ifade eden Nekbe (Felaket) kavramı yanlış bir yazılıyor: “Nakba!” Keza Habeş’in mesleği ve lakabı sayılan el Hekim (doktor) sözcüğü de “el Hâkim/el Hakem” (yargıç, hakem) şeklini alabiliyor. Oysa el Hekim kavramı Farsça, Arapça ve Türkçede halk arasında bile “Lokman-ı Hekim” olarak bilinir; şarkı ve ağıtlarda bile dillendirilir. Ondan medet umulur veya mesel, menkıbe ve destanlarda bahsedilir. Habeş, bir efsanenin simgesi sayılır; derdi davası Filistin ve Arap dünyasının sömürgecilikten, işgalden ve sömürüden kurtuluşu için mücadele etmektir. Halkının acılarına derman olmaktır. Bu sıfatıyla Habeş hem bilgedir, hem de devrimin/halkın Lokman-ı Hekim’i sayılır. Onun 1968’de kurucu önderi olduğu örgütün tam adı Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi (FKHC) olmasına rağmen hatalı biçimde kısaltılıyor: Filistin Halk Kurtuluş Cephesi. Hâlbuki Filistinliler, bu örgütü kısa adıyla “Halk Cephesi” diye isimlendiriyorlar.
İki: Filistin diyarını sırf “Müslüman ve İslamcılardan ibaret” ve Filistin meselesini de salt siyasal İslamcıların ve hatta Sünnilerin kutsal davası saymak” tarihi gerçeklere ters düşer. Olumsuz bir örneğini Taha Dağlı’dan aktaralım. Malum, 27 Mayıs 2010 gecesi Antalya’dan Gazze’ye yardım için yola çıkan Mavi Marmara gemisine İsrail komandoları saldırdılar. Farklı etnik köken ve milletlere mensup yolculardan 10 kişiyi katlettiler ve diğerlerini tutukladılar. AKP iktidarı, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesti. Birkaç yıl sonra ABD’nin devreye girmesiyle İsrail ve Türkiye arasında anlaşma sağlandı; ilişkiler tekrar kuruldu. O sırada Türkiye’de aralarında demokrat ve sosyalistlerin de olduğu muhalif çevreler, bu anlaşmaya karşı çıktılar; AKP hükümetinin tutarsızlığını eleştirdiler. Taha Dağlı, bu eleştirileri cevaplarken, hem geniş AKP kesimlerinin hem de iktidar yanlısı İslamcı aydınların şu görüşünü dile getirmiş sayılır:
“Filistin’i bekleyen tehlike! Bu oyuna gelmeyin!” başlığıyla özetle şöyle deniliyordu: “…Durum gerçekten vahim. Zira Filistin’i 1970’li yıllara geri götürme projesi var ortada. Solcu gençlerin Filistin kamplarına gittiği dönemler yeniden hortlatılıyor.(AKP hükümeti) İsrail’le normalleşme sağladıktan sonra Deniz Gezmiş’in El Fetih kamplarındaki fotoğrafları bir kez daha ortaya dökülüverdi… İşte tehlike burada! Arafat’ın Filistin’inde devrimcilik, sol görüşe özeldi. 1980’den sonra Hamas’la birlikte Filistin davası soldan, asıl olması gereken yere yani İslam’a döndü.”
Anlaşılan Dağlı, Filistin tarihinden bihaberdir. Zira 1948’de Filistin halkının yüzde 10’u Hıristiyan’dı. Göçler ve İsrail zulmü nedeniyle bu oran yüzde 3-2 dolayına indi. Filistin mücadelesinde Hıristiyanlar, önemli roller üstlendiler. Söz gelimi Katolik başpiskopos Hilarion Kappuçi, Filistin meselesi yüzünden uzunca süre İsrail hapishanelerinde yattı. Keza Filistin’in iki radikal Marksist örgütünün iki lideri Corc Habeş ile Nayif Hawatme Hıristiyan ailelere mensuplar. Habeş’in ailesi Grek Ortodoks’tur. O, devrimci gelişimini şöyle özetlemiştir:
“Hıristiyan, sosyalist ve Marksist.” Iraklı Sufi edebiyatçı ve düşünür Hadi el Alevi, Habeş’in devrimciliğini tanımlarken ilginç bir benzetme yapmıştır: “Devlet ve iktidar olgusunu kesinlikle reddeden ünlü Sufi şahsiyet İbrahim bin Edhem’in öncülü olduğu Hallac-ı Mansur’un açtığı yolda gerçekleşen Basra yöresindeki meşhur Zenci İsyanı ve Karmati ayaklanmasının modern zamanlardaki cisimleşmiş halidir Corc Habeş. Doğu uygarlığının irfanî dokusuyla Batı çıkışlı Marksizm’i birleştiren önderdir o.”
Habeş fikirleri, hayat anlayışı, siyasi tutumları ve kişisel nitelikleriyle (şeffaflık, dürüstlük, ilkeli davranma, özgürlük, bağımsızlık, sadakat, sözünü tutma, kararlılık, kolektif anlayış, mücadele ruhu gibi) Filistin Halk Kurtuluşu (FKÖ) lideri Yaser Arafat’ın en sert muhalifi ve antitezi olmuştur. Mesela Filistin meselesine kötülük yapmış Arap, İsrailli ve Batılı liderlerle asla uzlaşmamıştır. Arafat’tan çok önce, 1950’lerin sonuna doğru işgal edilmiş Filistin topraklarında devrimci eylemler gerçekleştiren bir fedai örgütü kurmuştur. FKHC fedaileri, 1970’lerde Filistin davasını dünya kamuoyuna duyurabilmek maksadıyla İsrail ve Batılı ülkelerin yolcu uçaklarının kaçırılması eylemlerini başlatmışlardı. Habeş, aynı dönemde Ürdün’deki bir otelde rehin tutulan yabancı (çoğu Batılı) turistlere hitaben bir konuşma yapmıştı: “Farklı koşullar altında yaşayanlar, farklı biçimlerde düşünür. Biz Filistinliler, yıllardır yaşadığımız koşulların şekillendirdiği bir düşünce biçimine sahibiz. Geçen gün Filistinli mültecilerin yaşadıkları el Vahdet kampı, yarım saat boyunca bombalandı. Herhangi biriniz gidip görebilir. Bu saldırı, oteli patlatmak için yeterli bir neden olabilirdi aslında ama biz sinirlerimize hâkim oluyoruz.” Hatırladığım kadarıyla bu tür konuşmalar sonucunda Almanyalı sivil bir yolcu uçağı pilotu, Filistin davasını haklı bularak açıkça destek vermişti. Her durumda Filistin sorunu dünya kamuoyuna mal olduktan sonra Habeş bu eylemleri durdurdu. Eylemlere tamam mı, devam mı noktasında örgüt içinde çıkan anlaşmazlık yüzünden yurt dışındaki eylemlerin baş planlayıcısı ve en yakın yoldaşı Dr. Vediî Haddad ile yolunu da ayırmıştı.
FKHC radikalizminden ve yukarıda anılan olaylardan ürken Arap liderleriyle burjuvazisi ve Batılı kapitalist devlet adamları, uzlaşmacı ve pazarlıkçı Arafat’a destek vermek suretiyle Habeş’in FKÖ içinde daha fazla öne çıkmasını engellemişlerdi. Nitekim 80 yaşının üstündeyken mütevazı bir evde yaşarken kalp krizinden (26-27 Ocak 2008) ölen Habeş, eşi Hilda’nın deyimiyle, “ölümünden önceki son saatlerde bile, özgürleşeceğine inandığı Filistin topraklarında olup bitenleri izlemiş; saldırılara hedef olan Gazze halkının acılarından derinden etkilenmişti.” Halkının acılarını paylaşması, gösteriş için ve formalite icabı değildi. Yemenli edebiyatçı bir yoldaşının, 1950’lerdeki yakın tanıklığına bakalım: “Arap Milli Hareketi yayın organı (dergi) için yazdığı makaleyi bitirdiğinde gözyaşlarını siliyordu. Dedi ki; ‘geçmişte ve şimdiki zamanlarda halklara yapılan zulümleri ve özellikle Filistin’de halkımızın maruz kaldığı katliamları görüp anarken gözyaşlarımı asla tutamam!”
Habeş, daha rahat bir pansiyon ve hastanede tedavi görme önerilerini reddederek dervişane bir ruhla halkının acısına ortak olmayı tercih etmişti. Yemenli edebiyatçı ve şair Fadl el Naqib, Habeş’in bu özelliğini, “eski zaman Sufi dervişlerinin taşıdıkları aşılanmış, adanmış, mistik ve komünal ruhu” olarak tanımlıyor. Filistinli araştırmacı-yazar ve düşünür Enis Abdullah Sayiğ ise, “ölümsüz devrimcilerin taşıdıkları bu ruhu, halka ve devrime hayatını adamak; bir o kadar da tehlikeleri göğüslemek” şeklinde betimlemiştir. Bu bağlamda Fransız gazeteci Georges Malbruno, kendisiyle yaptığı söyleşide, “acaba herhangi bir Arap kralıyla buluştun mu?” sorusuna Habeş’in verdiği yanıta bakalım: “Kişiliğimin iyi bilinmesinden yarar var. Filistin meselesi, tüm zamanımı alıyor. Halkla bağlantım olur, resmi çevrelerle değil.” Aynı düzlemde belirtmek gerekir ki; eski Mısır ve Arap dünyasının lideri Cemal Abdülnasır, Küba’nın kurucu başkanı Fidel Castro ve Lübnan Hizbullah önderi Hasan Nasrallah’la farklı zamanlarda buluşan Habeş, onların gözlerinde umut ışığı görmüş; her üçü de bu Filistin önderinin gözlerindeki kararlılık parıltısına hayran kalmışlardı. HAMAS örgütü dönem sözcüsü Muhammed Nezzal’in Habeş hakkındaki sözlerine bakalım: “Dr. Habeş, sadece bir Filistinli örgütün değil, ülkenin ulusal önderlerinden biriydi. O, Arafat’ın İsrail ile imzalanan 1993 tarihli Oslo Çerçeve Anlaşması’na itirazıyla, bizimkine benzer bir tutum almıştı. İdeolojik farklılıklarımıza rağmen ölümü, Filistin davası için büyük kayıp olmuştur.”
Sıra geldi Habeş’in anılarına. Alıntılayacağımız satırlardan anlaşılması gereken şudur: Batılı (özellikle İngiltere) sömürgeci devletlerin planları ve desteğiyle Filistin’i yurt edinmeye teşvik edilen (Batı’nın bölgedeki sıçrama tahtası, ileri karakolu işlevini görsün diye) siyasi Siyonist hareketin oluşturduğu çeteler ve İsrail ordusu, 1930-1948 döneminde Filistin halkına saldırdılar; topraklarını gasp ettiler ve komşu ülkelere (Ürdün, Suriye ve Lübnan) sürgün ettiler. O tarihte henüz öğrenci olan Habeş, bu acıyı yüreğinde duyumsar; yapılan haksızlığa isyan eder, toptancı bir mantıkla bu tür Yahudilere kin duyar, intikam hissiyle yanar tutuşur. Ancak henüz siyasi bir bilinci yoktur. Neyin, nasıl yapılacağını bilemez. Doktor olup hayata atılmayı ve mazlum halkına bu şekilde faydalı olmayı esas gaye edinir.
Öğrencilik yıllarına ilişkin anılarına bakalım: “1936-1939 yılları arasındaki (İngiliz manda yönetimine karşı başlatılan kitlesel köylü ayaklanmaları) esnasında ‘kahrolsun Belfour Bildirgesi (Siyonistlere Filistin topraklarında yurt/devlet kurmayı vaat eden İngiliz Dışişleri Bakanı’nın adıyla 2 Kasım 1917 tarihinde açıklanan deklarasyon), ‘Kahrolsun İngiliz (işgal) yönetimi!’ sloganları hafızamdan canlılığını koruyor. Kudüs’te liseyi bitirdikten sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdim. Beyrut ve üniversite yaşamı, geldiğim Yafa ve Tel Aviv’den çok farklıydı. Arap ülkelerinin her yerinden öğrenciler vardı. Yerleşkedeki Faysal Kahvehanesi, onlarla buluşup sohbet etme yeriydi. Hâlâ orayı özlerim. Fakültede seçmeli ders olarak felsefeyi almıştım. Hocamız (Maruni inançlı) Şarl Melik idi. Onun sayesinde felsefe derslerini çok sevdim. Ama o, Arap ulusalcılığı ve panarabizm ülküsüyle alay ederdi. Duygularımı incitirdi. Fakülteden çok sayıda arkadaşım (özellikle Dr. Vediî Haddad) oldu; birlikte etkinliklere katılırdık: Spor, yüzme, kitap okuma, Arap müziği ve klasik müzik dinleme, profesörlerin konferanslarını dinleme ve çeşitli öğrenci faaliyetlerine katılma. Birleşmiş Milletler, 29 Kasım 1947’de (İsrail ve Filistin devletleri olacak şekilde) yurdum topraklarını ikiye bölen kararı aldı. Bu karar, okuldaki Filistin ve Arap öğrencileri çok üzüp derinden etkiledi. Bu tarihten önce siyasetle ilgilenmiyordum; üniversitenin bilinen sosyal ve kültürel etkinliklerine katılıyordum. Başarılı bir öğrenciydim ve çok iyi bir doktor olmayı düşlüyordum. Filistin’i taksim (bölme) kararı, hayatımın akışını değiştirdi. Zira Beyrut’taki üniversite ve lise öğrencileri, taksim kararını protesto etmek üzere sokaklara inmişlerdi. Hem kararı lanetliyorlardı hem de Filistin’in işgalden kurtarılması için silahlı mücadele çağrısı yapıyorlardı. Üniversite yerleşkesinde ise protesto, boykot ve oturma eylemleri düzenleniyordu. Bu arada Arap devletlerinden, gençleri silahlı eğitimden geçirip Siyonistlere karşı savaşmak üzere Filistin’e göndermelerini talep ediyorlardı. Kararın yol açtığı olumsuz ortam ve Siyonist çetelerin teröründen kaçan Filistinlilerin ilk sığınmacı dalgası Lübnan’ın sınırlarına dayandığında acı ve öfkeden cinlerimiz tepemize çıkıyordu. Tekrar sokağa çıkıyor ve Arap ordularının Filistin’e gitmesini talep ediyorlardı. Lübnan’a sığınmış Filistinlilerin kamplarını ziyaret edip ne tür ihtiyaçları olduğunu tespit etmeye giden bir öğrenci grubuna ben de katıldım. Maruz kaldıkları zulümleri ve çektikleri acıyı onlardan dinledim. Trajik hikâyeleri vardı. İşte o zaman, Siyonistlerin gerçek kudretini anladım. Daha önceki fikrime göre; Yahudiler, biz Araplarla girdikleri çatışma ve savaşı asla kazanamazlardı. Çünkü Yahudi insanı korkaktır; Arap-Filistin saldırısı önünde duramaz, kaçar. Çünkü Arap insanı yiğittir; cesurdur, cengâverdir; asla yenilmez. Ve çünkü bu yurt, bu toprak bizimdi. Acı gerçekler, bu önyargımı yerle bir etti. Tam da o sırada eğitimimi yarıda kesip çatışma cephesinde üstüme vazife olan şeyleri yerine getirmek düşüncesi beynimi kurcalamaya başladı. Aynı zamanda Edebiyat Fakültesinden bir arkadaşım, yanıma gelip şunu söyledi: Duygusallık, hamaset ve öfke yeterli olmaz. Bizim örgütlenmemiz şarttır. Çünkü düşman, bilim ve organizasyona dayalı olarak iş yapıyor. Bilimsel yolu izlemezsek onları yenemeyiz. Tartışmaya başladık. İllegal kurulmuş bir örgüte katılmamı önerdi. Bu, panarabist (bütün Arapların tek bir vatan ve tek çatı altında birleşmesi ülküsüne inanan) bir örgütmüş. Onu, soru yağmuruna tuttum. Altından kalkamayınca, beni, örgütün yerel sorumlularından biriyle tanıştırmaya sözü verdi. Öyle de oldu. Lübnanlı Ramiz Şehade, meğer bizim okulda öğrenciymiş, üniversiteye yakın bir mahallede bulunan Arap Kültür Kulübü’nün başkanıymış. Şöyle demişti: ‘Biz (panarabist) hocamız Konstantin Zureyk’in verdiği seminerlere katılıyoruz. Bu seminerler, bir anlamda örgütümüzün gizli siyasi toplantılarının bir parçası sayılır.’ Konstantin Hoca, bazı yazar ve kalem erbabıyla birlikte seminerlere gelir; Siyonist beladan kurtulabilmek amacıyla, Arap dünyasının nasıl dirilerek ayağa kalkmasına yarayacak yol ve yöntemleri anlatırdı. Eski yüce Arap uygarlığına kavuşmaya ilişkin fikirlerini açıklardı. Haftalık seminerlere katılmakla birlikte bir an önce silaha sarılıp bu örgüt arkadaşlarımla birlikte savaş cephesine gitmeye can atıyordum. Ayrıca üniversite içinde, Urwat-ul Wuska (Sıkı İlişki, Güvenilir Bağlantı) isimli bir öğrenci derneği vardı. Ramiz Şehade, Refik el Hındi ve Suriyeli Edmon Elbavi gibi arkadaşlarım dernek yönetimine seçilirken, beni de başkan yardımcısı olarak listeye yazmışlar. Kabul ettim. Gergin siyasi atmosferden ötürü üniversite yönetimi, erken tatil oldu. Artık Beyrut’ta kalamazdım. O sırada Filistin’deki (Lud şehri) ailemden bir mektup aldım: “Buralar çok karışık, her gün silahlı çatışmalar yaşanıyor. Yaz tatilinde Beyrut’ta kal ve asla buraya gelme! Bu nasihati dinlemedim. Olaylara tanık olabilmek için Ürdün üzerinden memleketime döndüm…”
Bu tarihten sonra meşhur Filistinli önderin, hızla siyasi bir kimlik kazandığına ve izleyen yıllarda özellikle Ürdün’de aktif faaliyetlere katıldığına tanık oluyoruz. Örneğin, 1948’te devlet kurma hakkını elde eden İsrailli Siyonistler, Filistinlilere yönelik zulüm, sürgün ve katliamlarını hız verdiler. Habeş, doğum yeri Lud şehrindeki bir hastanede çalıştı. Bu arada Siyonist işgalin yol açtığı yıkım ile 700 bin kadar Filistinli sürgün nedeniyle Milli Felaket (el Nekbe) olarak nitelenen trajik bir dönem başladı. Bir kız kardeşini kaybetti; doğduğu evi ailesiyle birlikte terk etmek zorunda kaldı ve İsrailli askerlerin katliamlarına tanık oldu: Diyor ki; “Benim neden bu yolu seçtiğimi ve Arap milliyetçisi olduğumu merak ediyorsunuz. Bunun sebebi Siyonizm’dir.” Habeş’in Arap Ulusal Hareketi’nin (AUH) kurucu önderlerinden biri olmasını, yukarıdaki sözünden anlamak mümkün. 1950’lerde sahneye çıkan bu AUH, İsrail işgaline karşı tüm Arap dünyasının birliğini sağlamayı amaçlamıştı. Üçlü bir sloganı vardı: Birlik, kurtuluş ve intikam. İlk çıkarılan derginin adı da İntikam'dı; zira işgalci İsrailli Siyonistlerden intikam alınması temel hedefti. İlk dönemlerde Habeş’in siyasal söylemi, panarabizm ağırlıklıydı. Sosyalizme karşı tutumu mesafeliydi. Zira 1948’de Sovyet yönetimi, İsrail’in devlet kurma hakkını tanımıştı. Mısır ve Arap dünyasının tarihi lideri Cemal Abdülnasır 1956’da İngiltere-Fransa ve İsrail’in Süveyş kanalını işgali karşısında Sovyet desteğini alınca, “Arap sosyalizmi” sloganıyla kendine üçüncü bir yol seçti. Bunun üzerine sömürge karşıtı Arap ulusal kurtuluşçuları, sosyalizme sempatiyle baktılar. İlgi duyanlar arasında Corc Habeş ve yol arkadaşları da vardı. Ancak esas dönüşümün birkaç nedeni vardı: Habeş’in anılarında, bu nokta şöyle özetlenmiştir: “Arap devletlerinin 1967’de İsrail önünde bozguna uğramalarından sonra Filistin, hem ABD ve Siyonizm, hem de gerici Arap rejimlerinin, özellikle Ürdün’ün baskısına maruz kaldı. Marksizm ile asıl tanışıklığım ve derinleşmem, Suriye’de siyasi nedenle (Devlet Başkanı Edip Şişekli/Çiçekli’ye karşı yapılan suikast girişimi) konulduğum hapishane günlerindeki okumalarım yoluyla oldu. Küba ve Vietnam’ın gerilla mücadelesiyle Çin’deki halk savaşının başarılarını gördükten sonra Filistin mücadelesinin Marksist bir yöntem ve anlayışla çözülebileceğine kanaat getirdim. Ayrıca Marksizm hem mazlum halkların hem de ezilen sınıfların kurtuluşu için de doğru bir yöntemdir.” Daha önemlisi panarabist hareket sorumlularının bir kısmı, Abdülnasır’ın ortaya çıkmasıyla birlikte AUH örgütünü feshedip Mısırlı liderin himayesi altına girilmesinde ısrar ettiler. Habeş, bu teklifi reddetti. Değişimle birlikte İntikam (el Sa’ar) dergisi yerine sırasıyla el Ray (Görüş), el Vahde (Birlik), el Avde (Filistin’e dönüş) ve el Hedef (Hedef) dergileri yayınlandı.
Anılar bu minval üzerine sürüp gidiyor. Yer darlığı nedeniyle ayrıntılara girmiyorum. Milli felaketlerin, savaşların, sosyal-politik çalkantıların ve siyasi gelişmelerin kendi hallerinde ve normal bir hayat kurmayı hayal eden sıradan insanlar arasında ulusal, bölgesel ve uluslar arası ölçekte nasıl radikal devrimciler ve liderler çıkardığını biraz daha somutlaştırmak amacıyla Habeş’in devrimci gelişim süreci için birkaç başlık vermekle yetineceğim: 1950’ler boyunca Ürdün’deki Filistin mülteci kamplarında insani, örgütsel ve siyasal faaliyetleri ilginçtir. Ürdün’deki İngiliz egemenliğine karşı hareketlenme içine giren Arap ulusalcı kesimleriyle aydınlar arasında aydınlatma ve sivil itaatsizlik çalışmaları var. Ürdün’de kaldığı yıllarda yoldaşı ve üniversiteden arkadaşı Dr. Vediî Haddad ile İsrail işgali altındaki Filistin’e silahlı devriye gönderme gayretleri bağlamında arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Arap Fedai Birimleri (özgün adı Ketaib-ül Fida Arabi). Bunların amacı hem mücadele alanlarını keşfetmek hem de fırsat buldukça İsrail askerleri, İngiliz kuvvetleri ve Filistinli işbirlikçileri cezalandırmaktı. Kral Hüseyin’e yönelik suikast girişimine adı karışınca, Suriye'ye kaçması ve oradaki siyasal/kültürel çabaları. Sonrası malum; Habeş, Baas dönemindeki Suriye ile Lübnan’daki Filistinli mülteciler, aydınlar ve politikacıları arasında örgütsel çalışmaları sonucunda Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi (FHKC) adlı örgütü kurdu; onların Filistin, komşu Arap ülkeleri ve yurt dışında gerçekleştirdikleri ses getiren eylemler sayesinde, sadece başarılı bir doktor olmayı hayal eden Dr. Habeş (namı diğer El Hekim) ilgili herkesin bildiği “radikal devrimci önder” konumuna yerleştirildi. Halkının sızlayan vicdanı ve kanayan yüreği olmayı asla bırakmadı.
NOT: Polemik yapmak amacıyla değil, gerçeğe sadakat babından yazmalıyım: Toptancı bir mantıkla bütün Filistin siyasi örgütlerini “Saddam yanlısı ve Kürt düşmanı” göstermeye gayret eden kimi Kürtlere bir hatırlatma: Habeş ve örgütü, 1975 yenilgisinden sonra Suriye ve Lübnan’da bulunan Celal Talabani’ye olmadık ölçüde yardımcı olmuş; peşmergelerini kamplarda eğitmişti. Aynı düzlemde Türkiye’deki Kürt hareketiyle dayanışma içine girmişti. 2004 yılında Rojava’nın Grê Spî şehrinde düzenlenen bir şenliğe katılan Habeş hareketine bağlı bir müzik grubu, Kürtlerle dayanışması nedeniyle Suriye istihbarat elemanları tarafından gözaltına alınıp sorgulanmıştı. Bunu, bizzat orada görüştüğüm Suriyeli Kürt avukatlar bana söylediler.