Ulus üzerine ve ulusçuluk eleştirisi için bir hat arayışı
Egemenlere yapılan pek çok itiraz “yurttaşlık hakkı” saikiyle yapılır. “Biz bu ülkenin vatandaşı değil miyiz?”de baba imajıyla tahayyül edilen devlete serzeniş vardır. Oysa aynı yurttaşlık talebi yukarıdan dizaynın ve sınıra hapsetmenin aracıdır. Talep kabul olunca öteki olarak kodlanan; mülteci, Yahudi, Kürt, Ermeni, Suriyeli vs. derhal karşıya alınır. Egemenin, yurttaşın başını okşaması yeter bunun için.
Özgür Elibol
KAVRAM, İDEOLOJİ
Ulus günlük algıda devlet ideolojileri ile belirlenmiş tahayyüllerle karşılık bulur. Sosyal bilimsel analizlerde ulusun tarihselliğini ifade eden kökenine yönelik genel bir fikir birliği olsa da, ne olduğuna yönelik ayrılıklar söz konusudur. Sözlük, “ulus” sözcüğünün kökeni Moğolcaya dayandırıyor ve Arapça “millet” sözcüğünün eş anlamlısı olduğunu söylüyor. Günlük kullanımda, “bir yerde bulunan kimseler bütünü, herkes” (“Hey millet!” ifadesinde karşılık bulan) ve “benzer özellikleri olan topluluk” (“Erkek milleti!”, “Şoför milleti!” ifadelerinde karşılık bulan) gibi anlamları önünde, “çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu” tanımını yapıyor.
Milliyetçilik bir ideoloji olarak, kendi “ulusallığı” ile temsili bir bağ kurmaktadır. Bu temsil inceleme nesnesi olan spesifik ulusun, kendi tarihi olarak sermaye birikimi geçmişi ve şekli, tarihselliği içinde dahil olduğu devlet oluşumu ile farklı şekiller alabilir. Kapitalist devlet ile içsel ilişkili bir oluşumdan söz ediyoruz. Bu temsili bir dilde yoğunlaştırabilir, bir soya bağlayabilir (ırkçılık, Turancılık, ari ırk, kavimcilik), bir yerele bağlayabilir (Anadoluculuk, Orta Asyacılık, Mezopotamyacılık). Bunlar temsil ile, ideolojik yanılsama ve kurgu ile ilgilidir. Bir ekonomik birimde, sınırda, devlet yapısında temsil edilen sosyal bilimsel analiz ile ilgili değildir. Sosyal bilim bu temsilin oluşturduğu ve yeniden ürettiği gerçekliği analiz etmek durumundadır.
Benedict Anderson’un ifadesiyle, “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur - kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.”(1) Anderson, bu hayal edilmiş olmaya gerekçe olarak, birbirleri ile asla doğrudan etkileşimde bulunmayacak üyelerden oluşmasını belirtir. Bu cemaati önceleyen dinsel cemaatler ile hanedan mülküdür ve bunu pekiştiren bir cemaatle eş zamanlı bir akışı paylaşan zaman tasavvurudur. Bir eşitler cemaati ideali olarak ulus algısının bir kurgu olduğu doğrudur. Buna rağmen Anderson’un tanımı bazı talihsizlikler içermektedir. Öncelikle, bu bize Feuerbach’ın “insanın doğal özünü kaybettiği din” eleştirisini hatırlatmaktadır. Marx bunu, “toplumsal olarak oluşmuş özden başka bir insan özünden bahsedemeyiz.” diye eleştiriyordu. Anderson’un seçtiği ifade, adeta insanın bu hayalden uyanırsa özgürleşeceği fikrini içeriyor. Bu doğrudur, ancak toplumsal incelemenin konusu birey insan değildir. Ulus fikrine ilişkin hayalden uyanabilecek olan biyolojik insandır. Toplumun dönüşümü, bilinç aktarma süreci başka türlü bir mekanizmadır. Öte yandan, hayali cemaat ifadesi, gerçeklik alanının ötesinde bir çağrışım içeriyor. Oysa ulus, ideolojisi ile, devlet ile karşılıklı zorunlu ilişkisi ile, ekonomiyi dönüştürmesi ve onun tarafından yeniden üretilmesi ile gerçek bir oluşumdur. Cemaati oluşturan ideolojilerin kurgular ve yanılsamalar içermesi, cemaati ve ürettiği ilişkileri hayali yapmaz. Bu yanılsama sadece ulusa yönelik kurguya özgü değildir. Kapitalist piyasaların, paranın, kredilerin dünyası da mistik bir örtüyle kaplıdır. Bu mistik haleyi, - Marx’ı ve Karatani’yi izleyerek söyleyebiliriz ki - “bunlar yanılsamadır” diyerek dağıtamayız. Zira onları oluşturan nesnel koşullar vardır ve bir gerçekliktirler. O yapıları dönüştürmek gereklidir. Bourdieu bunu şu şekilde ifade eder:
“Fakat (sınır durumu ırkçılık olan) özcü milliyetçiliğin eleştirisi, ortak tutkulara mesafeli olunduğunu göstermenin kolay bir yolu olmasının dışında, bütünüyle etkisizdir (dolayısıyla da haklı olarak başka motivasyonlara sahip olunduğundan şüphelenilebilir). Tüm ırkçılıkların (etnik köken, cinsiyet ya da sınıf) ölümcül tutkuları eleştirilmelerine, kınanmalarına ve hor görülmelerine rağmen varlıklarını sürdürürler çünkü eğilimler haline bedenlerine sabitlenmişlerdir ve ürünü oldukları tahakküm ilişkisi kendisini nesnellikte sürdürürken, onu kabullenme eğilimini de sürekli olarak güçlendirir; bu eğilim ise, (söz gelimi, tahakküme uğrayan halkların “tepkisel” milliyetçiliğinin gerçekleştirdiği) eleştirel bir kopuş haricinde, tahakküm edilenlerde de edenlerde olduğu kadar kuvvetlidir.”(2)
Burada ifade ettiğimiz bağlamda bir ulus oluşumundan bahsettiğimizde kapitalist devlet ile içsel ilişkili bir yapıdan bahsetmekteyiz. Kapitalist devletçe oluşturulmuştur ve onu yeniden üretir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi; bu ilişkilere temsil olan milliyetçi ideolojiler de, kapitalist devlet tarafından üretilmiştir. Bu devlet ideolojisi olarak ortaya çıkabileceği gibi, devlet çeperinde kurulan, desteklenen milliyetçi teşkilat, cemaatlerin kurulmuş ideolojileri de olabilir. Bu kurgular çoğunlukla mitlerden beslense de, arkeoloji ve tarihin ortaya koyduklarının, tek yanlı ve çarpıtılmış anlatılara dönüştürülmesi, onlara fazladan anlam yüklemeleri ile kurulur. Örneğin Ergenekon, Malazgirt anlatıları. Bilimsel çalışmaların sonuçları ideolojik çarpıtmalara uğratılabilir. Devlet hakkında konuşurken (bkz. devlet yazıları)(3), bir kavramdan bahsederken aynı zamanda bir egemen mücadele alanından, bir zorunlu ilişkiler alanı olarak yapıdan, bir eyleyen ve toplumsal iktidar türlerinin temsili olan failden bahsetmiştim. Bir kavram ideolojik, bireysel ve kurumsal tahayyülleri dışında, sosyal bilimsel incelemede geniş anlamlara gelmekteydi. Ulus da, kapitalist üretim ve mübadele ilişkileri ve egemen temsili olan kapitalist (burjuva) ve devlet ile birliği içinde, yeniden üretilen, değişen, beslenen anlam dünyası ile gerçekliği değiştiren bir kolektif temsil biçimidir. Sevgili Güney Çeğin’in ifadesiyle, “Devlet, bir tür kolektif narsizm formu olan ulusun hukuksal olarak kişiselleşmiş halidir ki bu iki bağlaşık gelişen kavramların üreticisi de, kavramsal sahayı tesis eden hukukçu, filozof ve teologların örtük diyaloglarıdır.”
KÖKEN
Aşağıdaki anlatı, ulusların ortaya çıkışına ilişkin yaygın kabul gören bilimsel anlatıyı ifade eder: “Feodal dönemde feodal devlet (lordlar, krallar ve imparatorluklar), şehirler ve tarımsal topluluklar olarak birbirlerinden ayrı bir varlık gösteriyorlardı. Devletler talan ve yeniden bölüşüm ilkelerine dayanıyordu. Birbirleriyle bağlantısı olmayan ve yalıtılmış halde bulunan tarımsal topluluklara devlet hükmediyordu; ama bu topluluklar kendi içlerinde özerktiler ve yardımlaşma ile karşılıklı mübadele ilkeleri üzerinde kurulmuşlardı. Bu topluluklar arasında, piyasalar ya da şehirler boy vermişti; bunlar da karşılıklı rızaya dayanan para mübadelesi temelinde kurulmuştu. Feodal sistemin yıkılmasına sebep olan şey, kapitalist piyasa ekonomisinin sistemin içine sızmasıydı. Bu durum bir taraftan, tüccar sınıfıyla birlikte hareket eden, feodal lordları (aristokrasiyi) devirerek şiddet aracını tekeline alan mutlakıyetçi monarşik devletleri doğurdu ve nihayetinde feodal hakimiyeti (ekonomi-dışı hakimiyeti) bütünüyle ortadan kaldırdı. Devletle sermayenin evliliğinin hikayesi böyleydi….Önceden belirli kabilelere, klanlara mensup olanlar, mutlakıyetçi monarşinin tebaası oldu artık; daha sonra ulusal kimlik denecek şey de böyle temellendi. Mutlakıyetçi devlet tarafından himaye gören ticaret sermayesi (burjuvazi) büyüdü ve birleşik bir piyasa yaratmak uğruna ulus kimliğini geliştirdi.”(4)
Devletlerin ortaya çıkışının kapitalizmden çok önceye dayandığını biliyoruz. Ancak kapitalizm ile devletler nitelik değiştirmiştir. Her bir kapitalist devlet yapısı kendi tarihselliği için de kendi karakterini, ideolojik formasyonunu, mücadele alanı olarak “arena”nın sınırlarını oluşturur ve ayrı ayrı inceleme nesneleridir. Ve yine Wallerstein’in gösterdiği gibi dünya kapitalist sistemi ulusların ve ekonomilerinin ilişkiselliğinden öte bir yapı olagelmiştir. Kapitalizm öncesi mutlakıyetçi ve merkantilist dönem devleti, kapitalizmin gelişimine hizmet etmiştir. Weber’in sorunlaştırdığı geç kapitalizm örnekleri başka düşünürler ve Marksistler tarafından da sorunsallaştırılmıştır. “Mutlakıyetçi monarşi, feodal “ekonomi-dışı zor”u kaldırmış, kuyrukta durup sıralarını bekleyen sayısız feodal lordu da bastırarak feodal hakimiyeti özel mülkiyete dönüştürmüştür.”(5) Bu, ilkel birikim sürecidir. Demek ki, devlet ulustan önce vardır. Devlet ve sermaye evliliğini takiben, bir ulusa ait olmak, karşılıklı yardımlaşmak, başka uluslardan kendini ayırmak yani milliyetçilik fikri ile canlı tutulan ve yeniden üretilen bir ruhtu: “Bu üçlü, resmi olarak burjuva devriminin ortasında evlenmişti” ve “Modern devleti kapitalist ulus-devlet diye adlandırmalıyız. Bunlar birbirlerini tamamlayıp takviye etmek zorundalar.”(6) Fransız Devrimi'nin idealleri eşitlik, özgürlük, kardeşlik üçlüsü de dönüşüme uğradı. Özgürlük, pazarın özgürlüğüne, eşitlik güçlü ve güçsüzün eşitliğine, kardeşlik ise ulusa ait olma fikrine yani kapitalist-ulus-devlete dönüştü. Hegel, bu idealin filozofuydu: “Hegel’in Hukuk Felsefesi, kapitalist ulus-devlet üçlüsünün en eksiksiz ifadesiydi.”(7)
Karatani, Kant’ı referans alarak bazı felsefi ayrımlar yapar ki, konumuzla doğrudan ilgilidir: “Evrensellik ve genellik birbiriyle karıştırılır. Aynı şey onların karşısındaki kavramlar, yani tekillik ve tikellik için de söylenebilir.”(8) Karatani; romantikler, Hegel ve Lukacs hattının karşısına Kant, Kierkegaard, Deleuze hattını koyar (kısaca Kant ve Hegel hattı diyelim):
“Romantiklerin anladığı şekliyle evrensellik, bizim bağlamımızda genelliğe denk düşer.”(9) Kant hattı, kozmopolit bireyin ancak evrensel olabileceğini savunurken Hegel hattı ancak bir ulus-devlet üyesi olarak bireylerin evrensel olabileceğini savunur: “Ulus fikri, tikelliğin bireylik ile evrensellik arasında bir sentez kurduğu, hatta bunların kaynağı olduğu temellendirici bir mantık sayesinde Romantiklerin gözünde imtiyaz kazanıyordu.”
Hegel hattında, birey esas olarak kendi ulusal dili ve ulusu içinde bir insan bireyi haline gelirken Kant hattı kozmopolitizme açılıyor. Kant terminolojisinde Bireylik-genellik çifti ampirik, tekillik-evrenselik çifti aşkındır:
“Tekillik evrensellik çifti, bireylik-genellik sentezinin bir kurgudan ibaret olduğunu açığa çıkarır. Örneğin Hegel’de insan İsa, Tanrı’nın formudur. Yani bir birey kurgudur. Karatani, Hegel’in evrenseli genele eşitlediği felsefenin siyasi içerimini şu şekilde ifade eder: “Ulus-devletlerin gözünden bakıldığında, kozmopolitler de, dünya sivil toplumu da hayali kurgulardan ibarettir ve kamuyla çelişen bireylik de sadece bir fantezi olarak kastedilir. Hegel Kant’ın bir zamanlar açmış olduğu tekillik evrensellik döngüsünü işte tam da bu şekilde bireylik genellik döngüsüne hapsetmişti.”(10)
“Topluluklar ve ulus-devletler gerçeklikte vardırlar. Belli ulus devletlere dayalı uluslararası örgütler de öyle. Fakat Kantçı anlamında “kozmopolit toplum” ya da “dünya sivil toplumu”- weltbürgergesellshaft” gerçeklikte yoktur. İnsanlar kendi topluluklarına ait oldukları gibi dünya sivil toplumuna üye olamazlar. Bireyin kendisi kozmopolit, yani dünya vatandaşı olmak istemese dünya sivil toplumu diye bir şey olmaz. Dünya sivil toplumu ile ilişkili olarak aklı kullanmak, mevcut herhangi bir kamusal mutabakat pahasına bile olsa gelecekteki başkasını dikkate almayı gerekli kılar. Hegel’in böyle bir duruşu tinin soyut, öznel aşaması diye olumsuzlamış olduğu gayet iyi bilinir. Ona göre bireyler, ancak bir ulus devletin üyesi olarak evrensel olabilirler.”(11) Hegel’in bir devlet filozofu olduğunu belirtmiştim (Devlet yazıları).(12) Kaynağı Hegel olan ve sonra Engels’e de sirayet etmiş talihsiz bir tanımlama olan “tarihsiz uluslar” devlet kuramamış köylü yapısını sürdüren “uluslar”ı ifade eder. Bu durum da bu ulusları tarihin akışında geri bırakır ve karşı devrimci bir rol oynarlar (!).(13) Engels’in başka yerde buna zıt denilebilecek görüşleri de vardır elbette. Benzeri eğilimler erken dönem Rosa Lüxemburg’da da vardır. Bu yazının konusu dışında olmakla birlikte, tüm dünyadan tarih okumaları, devletsiz ulusların oynadığı devrimci rolü görmemizi sağlar. Marksist kurucuların ne ulus ne de devlet konusunda bir kuram oluşturmadığı bilinir. Marksizm içinde ise bu konuda olağanüstü sapmalardan söz edilebilir. I. Dünya Savaşı’nda belki de dünyanın kaderini değiştirecek şekilde fikir olarak ulus-devlet içinde kalmışlardır.
ULUSLAŞMA SÜREÇLERİNİN EŞİTSİZLİĞİ
Weber, kapitalizmin (14) neden Batı’da gelişirken dünyanın geri kalanında gelişmediği sorusunu sorar. Özellikle Hindistan üzerinde durur Weber. Zira kapitalizmin gelişimi için pek çok elverişli koşul vardır; el sanatları ve mesleki uzmanlık gelişmiştir, tüccarları baskılayan merkezi devlet otoritesi yoktur, Ortaçağ Avrupa’sına benzer loncalar şeklinde mesleki özerklikler söz konusudur, vergi sistemi Batı’dakine benzer, rasyonel hesap aklı, matematik gelişmiştir (hatta sayı sistemi ve aritmetiğin icat edildiği yerdir). Weber kast sistemi ve dini değerlere yoğunlaşır. Uzun bir anlatı ile Budizm ve Jainizm gibi kast sistemine karşı akımların Hinduizm karşısında kaybettiğini sorgular. Kısaca Weber’in vardığı noktayı şu şekilde özetleyebiliriz: Yukarıda Hindistan için saydığımız avantajlar yanında Batı kenti vatandaşlık fikrine uygun, yerel, özerkleşmiş bir yapıdadır. Weber, bunların gelişen burjuvazinin çıkarlarına hizmet edecek hukuk ve siyaset sistemi için uygun koşul olduğunu söyler. Aslında bu yaratılan bir ulus ve ulus ideolojisi için uygun koşullardır. Buradan kapitalizmin bir kez kurulduktan sonra ihraç edilebileceği ve ulus ile ilgili referans bir kez oluştuktan sonra engellenemeyen kapitalizm ile birlikte başka coğrafyalarda üretilebileceği sonucu çıkar. Ve yine referans bir kez oluştuktan sonra, belli bir zaman-mekana kapitalizm ve ulus ideolojisinin girişi eşzamanlı olmayabilir. Oysa Hint kentleri hiç bu tür bir özerkliğe sahip olmadı, ne kendini özerk askeri bir yapı ile savundu ne de bir vatandaşlar koalisyonu kurdu. Tüccarları engellemeseler de, hükümdarların idari mevki ve pazarları idi.(15) Dini eğilimler de buna uymaktadır. Budizm ve Jainizmin kurtuluşu rahiplere ve toplumdan yalıtılmışlara özgü kılarken, Hıristiyanlığın işinde gücünde sıradan insana da vaat etmesi, Hinduizmin sınıf ayrımlarının sürmesi ve sorgulanmaması konusunda oldukça ikna edici bir dini ideoloji sunması gibi.
ULUSAL KURTULUŞ
Lenin’in ulusal sorun karşısındaki tavrını ifade eden iki kavram; “proletarya enternasyonalizmi” ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”dır (UKKTH) diyebiliriz. Lenin’in devlet ve ulus kuramları ile ilişkisi onun devrimciliğiyle doğrudan ilgilidir. Lenin’in döneminin tüm devrimci önderlerinden ayıran muazzam bir politik sezgisi olduğu bilinir. Yukarıdaki anılan iki kavram da bu anlamda ele alınmalıdır. UKKTH, çok uluslu coğrafyada bir kurtuluş ideolojisi için vazgeçilmezdi. Buna karşı çıkan, devletin hukuksal temsilindeki ulusu “ezen” sorumluluğuna taşıyacak ve aynı zamanda diğer ulus(lar)ın şüphe, düşmanlık eğilimlerini pekiştirecekti. Bir devrimci ulusüstücülüğe giden yol buradan geçerdi. Birleşme olacaksa da, çok uluslu birliğin hukuksal devlet formu ancak bu şekilde kurulabilirdi. Lenin’in döneminin diğer bazı devrimcileriyle, bu ilke konusundaki “ama”ları, “kayıt ve şartları” nedeniyle sertçe tartıştığı biliniyor. Ekim Devrimi’nin ileride bir halkların kurtuluş projesinden ziyade Çarlığın Rus İmparatorluğu idealine yaklaşmasının, tüm sebebi Lenin’in bu konudaki fikirlerinin devrime tamamen sirayet etmemesi bile önemli bir sebebidir.
Weber’in “rasyonel” kapitalizmin gelişimine ilişkin “Protestan ahlakı”nın önemine ilişkin yazdıkları kesinlikle bir abartı bir ters çevirme olarak yorumlanabilir. Bunu ifade etmek koşuluyla, ileri çalışmalarında daha ziyade böyle bir koşul için uygun olduğunu ifade ettiği anlaşılmaktadır. Ancak yine de materyalist tavır tersini gerektirir. Zira kapitalizmin ve ulusların farklı zaman mekanlarda gelişmesinden gördük ki, dinler yorum yüklüdür ve her din farklı uluslaşmalara maya olabilmektedir.
Bu noktada bir parantez açalım; devletsiz uluslar burada belirttiğimiz kuramsal çerçevede sorun oluşturuyor gibi görünebilir. Devlet yapısının olmaması, bu ulusları burada andığımız “ulus”tan farklı bir inceleme nesnesi olarak ele almamızı gerektirir. Bu uluslar politik olarak da devrimci ve karşı devrimci potansiyeli bir arada taşır. Ulusal nitelikler (Dil, tarihsel şekillenme gibi. Bu konuda Stalinci bir sınırlamaya gitmek istemiyorum.) son derece dinamik bir birliktelik oluşturur. Geçmiş yüzyıldan günümüze kadar tarih bu konuda siyasi atlasın sürekli değiştiğini gösterir bize. Özcü, bir etnik, ulusal yapıyı sadece bu niteliğinden dolayı karşısına alan, konumunu bu ideolojik pozisyonlarla belirleyen her türlü oluşum politik eleştirimiz, özcü eğilimler de felsefi eleştirimiz dahilindedir. Olumsal pozisyonlarda, politik olarak ise Lenin’den farklı pozisyonda olmanın ne büyük sorunlar doğurduğu tartışma dışıdır.
Wallerstein ulusal kurtuluş hareketleri hakkında çok meşru iki soru sorar: Neden uzun vadede ulusal kurtuluş hareketleri başarısız oldular? Ulusal kurtuluş devri bitti mi? İlk soruya cevabı, bu hareketlerin iktidara geliş stratejileri ile ilgilidir. “Önce iktidara gelelim, devlet mekanizmasını ele geçirelim sonra her şeyi düzeltiriz.” yaklaşımı, inancı ile ilgilidir. Devrim anı, kitlelerin gelecekte umut görmesi, lideri takip etmesi ile mümkündür. Devrim bir arınma anıdır. Ancak, - en azından - ulusal kurtuluş niteliğindeki hareketler için, stratejideki değil ama inanıştaki hata, devletlerin bağımsız olabilecekleridir, der Wallerstein. Fransız Devrimi ve sonraki Napoleon döneminin kültürel ve siyasi etkisiyle ulus-devlet-kapitalizm sisteminde çok önemli etki yaratmıştır der Wallerstein. Siyasi dönüşüm meşru ve mümkün hale gelmiştir, devlet egemenliğinin yönetici şahsında değil, halk da cisimleştiği görüşü, ki bu Wallerstein’e göre demokratik olmayan rejimlerin ahlaki meşruiyetinin tanınmaması anlamına gelir.
Bu fikirlerin izdüşümü, siyasi arayış ve çalkantılar olarak 19'uncu ve 20'nci yy. toplumsal hikayelerinde yerini aldı. Wallerstein, bu durumlarla devletlerin nasıl baş ettiğini açıklar, biz şu aşamada bu durumun, bu mücadelelerin sonucu olarak söyleyebileceğimiz ve merkezi Avrupa olan savaş sonrası refah toplumu ve demokrasiler olarak ortaya çıkan durumun adeta ulus-devletleri “ideal”ler gibi algılanmasına yol açan tarihselliği getirdiğini söyleyebiliriz. Wallerstein çok genel hatlarıyla sağ, merkez ve sol yani başka deyişler muhafazakar, liberal ve radikal/sosyalist ideolojilerin bir değişim hızı belirleyici olduğunu söyler.(16) 19'uncu yy’nin galibi liberallerin ulus kimliğinin yaratılması ile oluşan ulus devletler, genel oy hakkı ve refah devleti kurgusu ile Avrupalı egemenler açısından sınıf musibetini önlediğini ifade eder.
HALK VE YURTTAŞLIK
Günlük dilde ulus ile aynı kitleyi veya belli kesimlerini tanımlayan halk kavramı kullanılır. Halk sözü, genelde bir ulus devlet sınırı içindeki kitlelere işaret eder. “Çok ulusluluk”u ifade etmek için halklar ifadesi kullanılır. Ancak bir tarihsellik içinde oluşan ve tanımlamaya çalıştığımız ulustan farklı olarak şekilsiz bir kavramdır. Ulus ile eşanlamlı mı, sınıfsal olarak ezilenleri mi tarif ettiği kullananın perspektifine göre değişir. Farklı ideolojik diller halk derken aynı kitleden bahsetmez; kullanımı politik olarak değişir.
Egemenlere yapılan pek çok itiraz “yurttaşlık hakkı” saikiyle yapılır. “Biz bu ülkenin vatandaşı değil miyiz?”de baba imajıyla tahayyül edilen devlete serzeniş vardır. Oysa aynı yurttaşlık talebi yukarıdan dizaynın ve sınıra hapsetmenin aracıdır. Talep kabul olunca öteki olarak kodlanan; mülteci, Yahudi, Kürt, Ermeni, Suriyeli vs. derhal karşıya alınır. Egemenin, yurttaşın başını okşaması yeter bunun için (Bu liberal talebin vücut bulmuş hali olduğu halde, TR’de yurttaşlık hakkıcıların pek çoğu liberali algı haznesinde küfür olarak taşır). Wallerstein’in vurguladığı gibi yurttaşlık dışlayıcı bir kavramdır. Nerede, ne zaman ve kimin dışlanacağı belirsizdir. Politik çalkantılar, iklimsel göçler, savaşlar gibi sebeplerle ulusal sınırlar bu tip göçlerle hep zorlanmıştır.
Yurttaşlık sınırları içinde bir işçi hareketi dahi oldukça sınırlayıcı, egemen harç için reformist bile denilemeyecek seviyede olabilir. Cumhuriyetin ilk dönemi İzmir-Manisa işçi direnişlerini hatırlayın; Rum ve Ermeni işçi çalıştırmama sözü üzerine bu işçi direnişleri uzlaşmayla sonuçlanmıştı. Yurttaşlık üzerine kurulan muhalefet ister etnik, cinsiyet temelli olsun ister sınıf temelli olsun egemenlerin sahasında oynanan oyundur. Gerek açık gerek gizli bu kavramı barındıran itirazları aşan bir söylem ve hareket dünya egemen sistemine bir alternatif üretmiş olacaktır.
Karatani’nin müdahalesinde önemli noktalardan biri mübadeleye verdiği önemdir. Altyapı-üstyapı metaforunu sorgular ama ekonomik mübadele açısından bakarak ulus ve devlete anlam verir ki, ekonomik altyapı kavramının anlamını burada bulur. Artı-değer üretim aşamasında değil, P-M’ aşamasında oluşur. Aslında sermayenin de, ulusun da temelleri kapitalizm öncesi mübadele biçimlerinde yatar. Karatani’ye göre üretim odaklı bakış klasik iktisada özgüdür. Marx’ın dolaşıma ağırlık verdiğini savunur. İlki analiz ve çözümleme odağını, ulusal sınırlara çekecektir, demeye getirir Karatani. Artı-değer üretimi bir fabrika üzerinden analiz edilemez, kapitalist pazarın tümüne aittir. Üretime odaklanmak, ulus ötesi sömürüyü gizlediği gibi, eleştirinin veya çözüm önerisinin de ulus-devlet sınırında kalmasına neden olur. Sık sık ulus devletin iktisadi politikalarının eleştirisi az, çok, yanlış üretmek üzerine yapılır. Oysa bu durum ulus-devlet sınırlarına çözülebilir ve nihayetinde milliyetçiliği yükseltecektir. II. Dünya Savaşı sonrasına sınıf mücadelelerine baktığımızda gördüğümüz sonuç, bazı ülkelerin işçilerinin sınıf mücadelesinin, başka bazı ülkelerin emekçileri aleyhine ve sistemi destekleyecek şekilde başarıya ulaştığıdır. Karatani, bu mücadelenin de ulus ötesi olması gerektiğini ifade eder.
Bir başka önemli vurgusu ise, bakışın sadece fabrika alanına sıkıştırılması gibi hatalar ve çoğunlukla yanlış bir yorumlamayla efendi-köle diyalektiğinin, burjuva-işçi ikiliğine uyarlanması hatalı sonuçlar verecektir: “Efendi ile köle diyalektiği, ancak üzerinde ölüm korkusunun asılı durduğu yağmaya dayalı ilişkide işler.”(17) Bu tip durumların söz konusu olduğu kapitalist sisteme ait fabrika, tarımsal işletme gibi örnekler vardır. Bir başka gelişme olarak, özellikle son dönemde üretime yönelik sermayenin, mali sermaye yanında tali kaldığını, ikincinin uluslararası birleşmeler ve satın almalarla ilkini adeta meta haline getirdiği görülmektedir. Bu, sonuçları ayrıca araştırılması gereken bir gelişmedir. Karatani’nin eleştirisi de “işçilerin ancak tüketiciler olarak özne haline gelebilecekleri” önermesini üretecektir. Oysa fail olarak kendini kurmuş sınıf konumunun ilişkiselliği içinde, böyle bir konumun söz konusu olamayacağı açıktır. Karatani’nin öne çıkardığı, işçilerdir; işçi sınıfı değil. Ulus ötesini de aşacak ve sınıfın aynı zamanda tüketici olmasından dolayı örgütlenebilecek boykot türü hareketlerin etkili olabileceği aşikar iken, bunun temel mücadele şekli olarak benimsenmesi izahata muhtaçtır. Böyle bir sınıf olma durumunun hele ulus aşırı bir sınıf olma haline gelmesi durumunda, ortaya çıkacak mücadele şekillerini tahmin etmek güçtür. Eleştirimize şunu eklememiz gerekiyor: Bir toplumun incelenmesinde makro iktisadi analizle birlikte içsel ilişkiler olarak ulus-devletin belirlenmesi, uluslar arası ilişkilerin ve yukarıda belirtildiği gibi dünya ekonomik sisteminin, tarihi, coğrafi yapıların etkileşimi ile oluşan dışsal ilişkilerin belirlenmesi ve analize dahil edilmesi, çıkarımı etkileyecek, ulus eleştirisinin dahil edilmediği sapmaları önleyecektir.
(1) Anderson, Benedict (1992). Hayali Cemaatler, çev. İskender Savaşır, İstanbul: Metis Yayınları, s. 20
(2) Bourdieu, Pierre (2016). Akademik Aklın Eleştirisi, çev. P. Burcu Yıldırım, İstanbul: Metis Yayınları, s. 215
(3) https://wordpress.com/view/elefteriamanuscripts.blog
(4) Karatani, Kojin (2008). Transkritik, çev. Erkan Ünal, İstanbul: Metis Yayınları, s.346
(5) Karatani, s.338
(6) Karatani, s.347
(7) Karatani, s.348
(8) Karatani, s.135
(9) Karatani, s.135
(10) Karatani, s.144
(11) Karatani, s.135
(12) https://wordpress.com/view/elefteriamanuscripts.blog
(13) Löwy, Michael (2017). Marksistler ve Ulusal Sorun, çev. Kemal Ülker, İstanbul: Versus Yayınları.
(14) Weber’in kapitalizm algısı Marksizmde olduğu gibi birbirini aşarak gelişen üretim tarzları şeklinde değildir. Ona göre kölecilik de bir kapitalizmdir, köleler emekçi, bir organize üretim tarzı var, tüccarlar var. Bu koşullar (kabaca) sistemi kapitalist yapan şeylerdir. Ancak Weber, Avrupa kaynaklı modern kapitalizmi kâr için bilinçli organize faaliyet olarak rasyonel kapitalizm sınıfına oturtur. Bu görüşün değerlendirilmesi ve eleştirisi yazımız konusu dışındadır.
(15) Collins, Ryndall (2017). Weber: Bir Kılavuz, çev. Taylan Banguoğlu, Ankara: Phoenix Yayınları, s. 165-166.
(16) Wallerstein, Immanuel (2016). Bildiğimiz Dünyanın Sonu, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, s.162
(17) Karatani, s.364