Aliyül Âlâ Arakı Turki Hususi
Bu CİMER’ciler rakının buralı olduğunu bilmiyorlar. Bilseler de artık kabul etmek istemiyorlar. Evet rakı bu topraklarındır. Hem de yüz yıllardır. Hem de İslam egemenliği altında gerçek karakteristiğini kazanmıştır. Buralı olmaya da devam edecektir. Kendi kültürünü yaratmıştır. Yemeği, mekanı, müziği, şiiri ve edebiyatıyla bu toprakların derinlerine kök salmıştır.
Grand Korçi
Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Âlâ rakısının isminin kaldırılmasına ilişkin açtığı dava haberi meşgul etti çilingirleri, Ahmet Kaya’nın ‘Nereden baksan tutarsızlık nereden baksan ahmakça’ dizelerini dillendirdiği Başım Belada şarkısı eşliğinde. Bir takım hassas vatandaşlarımız, Âlâ sıfatının bir rakı markasında kullanılmasından duydukları rahatsızlığı CİMER’e iletmiş. Diyanet İşleri Başkanlığı da soluğu mahkemede almaya karar vermiş.
Nereden başlasak acaba bu toprakların rakı ya da içkiyle olan sinüzoidal ilişkisini anlatmaya. Kök Türklere uzanarak mı başlasak? Güzel bir kalkış noktası. Malum her türlü konuya ‘yerli ve milli’ ibaresi yapıştırmak pek bir moda bu günlerde. Buyurun o vakit.
Filmi biraz eskiye saralım ve Fuat Bozkurt’un Türk İçki Geleneği kitabının, Atanın İçkisi: Köpüklü Kımız bölümüne bağlanalım doğrudan. Doğu ve Kuzey Türklerinin tarihsel içkisinin kımız olduğunu bir kez daha görürsünüz kitapta. Kırgız otağında, Hun törenlerinde, Göktürk şölenlerinde, Dede Korkut söylencelerinde, Özbek saray şölenlerinde, Tatarlarda, Altaylı kurban törenlerinde kımız ve alkolün ağırlığını hissedersiniz. Yesevi törenlerinde içki artık şaraba doğru evrilir. ‘Şarap olmadan sirke olma’ atasözü bugünlerde form değiştirerek de olsa varlığını hâlâ korur bu topraklarda.
Filmi hızlı sarıp 17'nci yüzyıla gelip, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne bakarsanız, bu coğrafyada arakçıyan esnafını ayrıntılarıyla anlattığını görürsünüz. Rakı meyhanelere girmeye başladığında bu toprakları Maoriler yönetmiyordu, anlı şanlı Osmanlı hüküm sürüyordu elbet. Osmanlı zaman zaman içki tüketimini yasakladı. IV. Murat bunlar arasında en bilineni. Çok kıyım yapılmış o dönemde ama yasaklamanın ardındaki saik dinsel gerekçeden ziyade, yeniçerilerin kaynattığı dedikodu kazanının harlanmasını engellemekmiş. Yoksa IV. Murat’ın da sıkı bir ehlikeyif olduğunu yazmayan kaynak kalmadı neredeyse.
Rakı ansiklopedisine bakarsanız, rakının bu topraklardaki serüveni ittir kaktır 500 yıla dayanıyor. İnsanlık ve dünya tarihi açısından bir nefeslik bir zaman dilimi. 500 yıl demek 16'ncı yüzyıl demek. Öncesi? Öncesi ne olacak? Ağırlıklı şarap.
Haydi şimdi basit bir hesap yapalım. 2019 – 500 = 1519. Merak edenler için yazalım rakının tarihi yaklaşık olarak II. Bayezid ya da Yavuz Sultan Selim dönemine denk gelir. Buralarda vakit kaybetmeyelim ve rakının bu topraklarda karakteristik özelliğini kazanmaya başladığı yıllara dönelim ki günümüzden 150-200 yıl öncesine kadar uzanmak gerekecektir bu durumda. 2019-200 = 1819. II. Mahmud dönemi. Bir nevi reform dönemi denilebilir.
Osmanlı'daki ilk endüstriyel rakı üretim tesisi Sultan Abdülhamit’in başmabeyincisi ve maliye nazırı Sarıcazade Ragıp Paşa tarafından kurulmuş ve Umurca Rakısı adıyla 1880 yılında piyasaya sürülmüştür.
Kurtuluş Savaşı döneminde de içki yasaklanır. Gerekçeleri ise tahmin edebileceğiniz gibidir. ‘Hele bir kurtulalım da sonra çilingirde de kurtarırız memleketi’ şeklinde bile özetlenebilir.
Yukarıda gördüğünüz etiket Genç Türkiye Cumhuriyeti zamanlarında üretilmiş Aliyül Âlâ Arakı Turki Hususi rakısına aittir. O dönemlerde diplomatik bir hediye olarak da işlev görmüş bu rakı. Men-i Müskirat Kanunu'nun kaldırılması ve Müskirat İnhisarı İdaresi’nin ya da Osmanlıca adıyla el-Devlet’ül Türkiye Cumhuriyeti İdaret’ül İnhisar’ül Müskirat’ın kurulması sonrası piyasaya çıkarılan rakının etiketinde aynı zamanda Fransızca olarak ‘Gerçek Türk Rakısı’ ibaresi de yer alıyor. 1930’ların başlarında Mısır’a ihraç edilen ilk rakı olmuş ve halk arasında kısaca Aliyül Âlâ (En iyisinin iyisi) Rakı olarak anılagelmiş.
Filme başladığımız yerden devam edelim. Muhtemelen kendisini ‘muhafazakar’ olarak tanımlayan CİMER şikayetçileri aslında içine düştüğümüz kültürel fakirliğin göstergesi. Bu CİMER’ciler ve Diyanet İşleri Başkanlığı şikayet ve davalarının, bu memleketteki rakı içen ve inançlı insanları inciteceğini akıllarının köşesinden dahi geçirmemiştir. Bırakın inançlı ehlikeyifleri, bir bakıma Osmanlı'yı da yargılamaya çalıştıklarının bilincinde değillerdir elbet. Sembolizmin yarattığı fanatizm böyle inceliklere kafa yormaz. Yormak istese de yoramaz. Zira rövanşist bir sürecin geldiği noktada bütün moral değerler tek kutuplu olmak zorundadır. Bu tek kutupluluk farklı olana, onun hayat tarzına, inançlarına ve kültürüne yaşam hakkı tanımamacasına sivrildiğinde yolun faşizme vardığı örnekleri acıyla hatırlıyoruz.
Toplumu oluşturan katmanların dışlanması ve bu katmanların moral değerlerinin sürekli örselenmesinin birilerine zafer duygusu yaşattığı kesin. Bu zafer bir duygu olarak kalsa sorun olmayacak ama bu topraklar giderek çorak bir çöle dönüyor, vahim olan bu. Tek kutuplu, sloganist, siyah beyaz ikiliğinin kıskacında estetik, mimari, sanat vb. üretmeyen monopol bir lümpen kültür sarmalıyor her yanı. Tabii buna kültür denilebilirse. Bu lümpen kültür kitleleri etkisi altına aldıkça vasatın çizgisi dahil sürekli aşağıya çekiliyor. Sıradanın bir adım ötesine geçemeyen zihinlerin oluşturduğu normlar yüzünden şaşırma duygumuzu kaybediyoruz.
Bu CİMER’ciler rakının buralı olduğunu bilmiyorlar. Bilseler de artık kabul etmek istemiyorlar. Evet rakı bu topraklarındır. Hem de yüz yıllardır. Hem de İslam egemenliği altında gerçek karakteristiğini kazanmıştır. Buralı olmaya da devam edecektir. Kendi kültürünü yaratmıştır. Yemeği, mekanı, müziği, şiiri ve edebiyatıyla bu toprakların derinlerine kök salmıştır. Hatta bu toplumu kesen fay hatlarından birisi olmuştur. Rakıya yapılan tüm müdahaleler kültüre, folklara yapılan müdahaledir. Ünlü rakı yazarı Feridun Nadir’in dediği gibi içkiden kültürü çıkarırsanız geriye uyuşturucu kalır. Uyuşturucunun ateşi de herkesi yakar. Kazananı olmaz.
Giderek bir ur gibi büyüyen lümpenliğe karşı gerçek muhafazakarlık da bu ülkenin kendisini muhafazakar olarak tanımlamayan kesimine düştü. Kentlerin, mimarinin, doğanın, tarihi mirasın, ağacın, kuşun, derenin muhafaza edilmesi ekseninde geçen bir hayat yeterince yorucu artık bir kesim için. Nezaketin, başkasını düşünmenin, saygının, hoşgörünün, barışın, sevginin muhafaza edilmesini de içeren bu yolda gerçek muhafazakar kim diye düşünüyor insan ister istemez.
Çilingir dediğiniz şey bu anlamda muhafazakarlığın şahikasıdır aslında. Çilingire çöken ehlikeyif, İslam dahil tüm dinlerin değerlerini önemser, bu değerlerin bazılarına uymasa da saygısızlık yapmaz. Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Boşnak, Çeçen, kadın, erkek, kedi, köpek vb. ayrımı yapmaz. İnsanları inanan inanamayan diye değil vicdan, ahlak, sevgi, evrene katkısı bağlamında değerlendirir. Âlâ rakısı içerken kelimenin yalın anlamı olan ‘en iyi’den başka bir şey getirmez aklına. Ancak din adına yapılan kafa kesme ritüellerini, kız, erkek çocukların tecavüze uğramalarını, yurtlarda yakılmalarını, moral değerlerini savunmak adına yaratılan muhbirlik ortamını, yozlaşmayı, doğa tahribatını, rüşveti sorun eder ama.
Filmin sonunda hatırlatmakta fayda var. Zaten gerçek üstü vergilerle rakı ulaşılamaz bir arzu nesnesine dönüşmüşken, hiçbir ehlikeyfin aklına gelmeyecek bir takım faraziyelerle bir gedik daha açma çabaları beyhudedir. Şüphesiz ki çilingirlerde bu gedik bir şekliyle yamanır.