Anne, ben vatan haini miyim?
Benim evimde, benim çayımı içen usta katlimin vacip olduğuna beni ikna etmeye çalışıyordu. “Eyvah!” dedim kendi kendime… Nereye gitsem, n’etsem… Gidecek başka yerim de yok! Usta çekip gittikten sonra Ece Ayhan’ın dediği gibi yıl sonu müsamerelerine çıkarılmayacak çocuklar olduğumuzu bir kere daha anladım.
Doğukan Özdemir
Feodalitenin tüm mevcudiyetiyle kendisini hissettirdiği bir aileye doğdum. Haddinden ve gereğinden fazla kalabalık ailemiz, kendisini asla göstermeyen ve fakat varlığı her an hissedilen kurallar bütünüyle sevk ve idare edilirdi. Her biri kendine has dinamikler üzerine kurulu olan sayısı bir desteyi bulan çekirdek aileler, geniş aile dediğimiz bu büyük havzada buluşur/birikir ve nihayetinde tümden kendi yolunu bulurdu.
İçine doğduğumuz bu şartlar ailemizin kadınları, erkekleri ve çocukları için gerçekten zordu. Yaşlılarımızın azade olduğu bu durum; vaktiyle bir diyet gibi ödenmiş günlerin nihayetinde kör-topal elde edilmiş bir emeklilik gibiydi ve ailenin bütün bireyleri yaşlılarına büyük bir hürmet beslerdi. Kimininki süfli ve sahteydi, kimininki değildi.
Eskiz gibi bir çırpıda karalayıverdiğim tabloda roller de ziyadesiyle keskin, belirgin ve netti: Babalarımız bizler için uzak birer hayal, hep mesafeli durmak zorunda olduğumuz birer figürlerdi. Annelerimiz ise evlâtlarını sarmalamak; onları sevmek ve kuşatmak bahsinde kantarın topuzunu kaçıran birer meleklerdi. “Sinek kadar kocam olsun baş ucumda dursun” cümlesi ahir ömürlerine birer vesika gibi kazınmış bu kadıncağızlar hayata dair tüm hayal kırıklıklarını, üzüntülerini ve karşılık bulmamış beklentilerini evlatlarına tahvil ederlerdi.
Çocuk olmanın bir şeyi değiştirmediği bu coğrafyada yeni doğan insan yavruları, insan soyunun başına evvel ahir bela olan cinsiyet duvarına hemencecik toslarlardı. Kız ve erkek çocukları ayrı ayrı meşakkatlere doğarlardı.
Ben de o çocuklardan sadece biriydim.
Hayatımın en konforlu yılları henüz adını bilmediğim; fakat bir şekilde kendisini hissettiğim “iktidar” kavramıyla tanışmam işte bu zamanlara tekabül eder.
Annem bana inanılmaz bir konfor sağlıyor babamsa dünyanın en büyük diktatörlerini kıskandıracak kadar üzerimizde kurduğu iktidara sahip çıkıyordu. Babama bunun için tek bir an bile kızmadım; çünkü başka türlüsünü bilmiyordu. Başka bir ihtimalin dünya üzerinde var olabileceğinden dahi haberdar değildi. Sanırım hâlâ da değil.
11 ayının kış bir ayının Ramazan olduğu şehrimizde gündüzler ziyadesiyle kısa, geceler ise insanı çıldırtırcasına uzundu. Sürekli işi olan, işi olmasa da evde olmayan babamın arkasında bıraktığı o derin sessizliğin içerisinde annemle uzun sohbetler ederdik. Aslında bunlara sohbet dersem biraz eksik kalır. Ben içine doğduğum dünyayı ve bir şekilde yaşamakla yazgılandığım hayatı sorgulardım; annem de gerekli yerlerde küçük dokunuşlarda bulunarak bu sürece şahitlik ederdi.
O yıllardan kalma alışkanlıkla ne zaman akşam olsa, yıllardır yalnız yaşadığım evde bir şeylerin muhakemesini yahut muhasebesini yapmaya başlasam içimden sessiz sessiz annemle konuşmaya başlarım.
Memleketi kurtarmaya namzet, bu topraklarda doğmuş her insan evlâdı gibi “Ne olacak bu memleketin hâli?” diye mutlaka en az bir kere sorarım. Bu aralar -bu aralar dediysem de en az bir altı yahut yedi yıldır- bu soruyu sormamla beraber kendimle etmeye başladığım kavga da uzadıkça uzar.
Gece yarılanıp, sabah beni bekleyen iaşe belâsı aklıma düşüp de yatağıma uzandığım an yine her şeyi anneme anlattığımı fark ederim.
Hem anne hem de baba tarafından yedişer dedesi misak-î millî sınırları dahlinde olan birisi olarak gidebilecek milyon yerim olmasına rağmen “Ben buradan başka bir yerde yaşayamam” cümlesini aklen tasdik etmiş ve kalben onaylamışım. Bir kavil gibi kendi kaderimle barbut oynamış, “galiptir bu yolda mağlup olan” diyerek yürümüş bu günlere gelmişim.
Onca yol kat etmişim, onca gün arkada bırakmışım, onca iş görmüş, onca insan tanımışım ve fakat gel gör ki kendime bir yer bulamamışım. Ak sürüde kara koyun hikâyesi; nasıl bir azık varsa heybemizde nereye gitsek kokumuzdan tanımışlar.
Günde ortalama 6 (yazıyla altı) kere kimliğimi soran devleti, adı bir kez olsun polis telsizinde telaffuz edilmemiş, kalbi adlî sicil kaydı kadar temiz olan benim suçsuz yahut masum olduğuma ikna edememişim. Biyografisini; çiçeği her dem burnunda üç aylık vekil Kızılkaya Muhsin’in yazdığı, “elleriniz dert görmesin” derken gözleri çakmak çakmak olan, sarmalı her dem sazanlarla dolu Yılmaz efendinin kaleme aldığı “merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş” meselesi var ya… Hah! Tam o mesele işte.
(Yüzünü pudralamayan kaç zenci kaldık değil mi Mr. Fanon?)
Devleti kutsiyete büründürmeye doğuştan memur akılların yarattığı bir sosyolojide “Asıl olan insandır, kutsal olan yaşam hakkıdır” dedikçe yafta üstüne yafta yemişim.
“Eşyanın tabiatı bir kenara, can taşıyanın hakkı budur” diye ısrar ettiğim her meselenin sonunda ya birilerinin maşası ya memleketin düşmanı ya da ne bileyim daha kötü nasıl bir yafta varsa onunla tarif edilmişim.
Nice büyük badirelerin ve eziyetlerin altında ezim ezim ezilen insanlar varken elbette ki kendi hikâyemi dillendirecek değilim. Bundan imtina eder, hicap duyarım. Herkesin biraz biraz nasibini aldığı bu rızık lokmasından birkaçı da benim kursağımda usul usul yatıyor.
Kendime dair bu soruları sorup dururken biraz kafamı kaldırıp etrafıma bakayım dedim. “Bu hain dedikleri kimdir? Kime hain denir? Kimler kimlere hain diyor? Kimin haini kimin neyine ne zeval veriyor?” bir bakayım istedim. Bir baktım ki ne göreyim! Memlekette hain olmayan kimse yok. Rûz-î mahşerde ifşa ve ibraz edecek bir berat belgesi olmayan herkesin hain yaftası yediğini kolayca anladım.
Tüm bunlar memleketin her yerinde hem de her saniyesinde farklı varyasyonlarıyla yaşanıp dururken kira borcunu ayağımda bir pranga gibi taşıdığım evime bir kombi ustası geldi.
İki karış boyu, çember sakalı, Kayı Boyu amblemli yüzüğü ile evime misafir olan usta ile hasbıhal etme fırsatı buldum. Usta, Çiçek Dağı'nın kuzey doğusuna bakan yiğidin harman olduğu mübarek şehrimiz Yozgat’ın evlâdıydı.
15 Temmuz kahramanı Kürt olduğu cümle âlem tarafından bilinen Sayın Bekir Bozdağ’ın hemşehrisi olan usta ile sohbetimiz devam ederken konu ister istemez siyasete geldi. Ya futbol konuşacaktık ya da siyaset… Kaçarı yok. E futboldan bendeniz kulunuz anlamadığı için geriye tek bir seçenek kalıyordu.
Hasılı lâf lâfı açarken ustam mübarek ağzını açtı ve Diyarbakır’da Doğu(!) hizmetini yapmakta olan damadından bahsetmeye başladı. Bilvesile bölgeye(!) ve bölge(!) insanına dair eşsiz ve bir o kadar da kıymetli kanaatlerini paylaştı benimle.
Hepimizi tümden hain ilan etti. Yıllardır, çöllerde vaha misali aranan devayı da bir çırpıda söyleyiverdi: “Hepsinin kafasını koparacaksın. Bu işin başka çaresi yok. İsterse bana kafatasçı desinler. Bunlara imkân, fırsat, ihtimal, mümkün vermeyeceksin. Her biri 10 çocuk doğuruyor sonra da ‘Devlet bize baksın’ diyor” dedi.
Ben müstehzi bir nazarla kendisini can kulağı ile dinlerken bana dönüp “Gülme hemşehrim, başka yolu yok. Üstünde rahat durmayanı altına gömeceksin bu toprağın” dedi.
Benim evimde, benim çayımı içen usta katlimin vacip olduğuna beni ikna etmeye çalışıyordu. “Eyvah!” dedim kendi kendime… Nereye gitsem, n’etsem… Gidecek başka yerim de yok!
Usta çekip gittikten sonra Ece Ayhan’ın dediği gibi yıl sonu müsamerelerine çıkarılmayacak çocuklar olduğumuzu bir kere daha anladım.
Karlı bir şubat ikindisinde, pencerenin pervazında bir sigara tellendirip iç geçirdim.
“Bir bazlama, bir uçkur…” diyerek bu toprakların insanlarının değişmez kaderini bir çırpıda özetleyen büyük şair Hasan Hüseyin’in “Koçero” şiirini muhteşem Selda Bağcan & Ahmet Kaya düetinden dinlemeye başladım.
Sonra bir kere daha inandım ki bu günler, kaymakamlı, savcılı, çavuşlu, açış konuşmalı, halaylı ve en önemlisi yoksullar yararına olduğu için biletli yapılan bir müsameredir. Oynanır oynanır bitmez…
Önce sigaram bitti, sonra şarkı. Kaldırdım telefonu annemi aradım. Uzun uzun konuştuk. Babam uyuyordu. Ona yıllardır sormak isteyip soramadığım soruyu bu sefer de soramadım.
Şimdi sizlerin huzurunda, kendisine sormak istiyorum: Anne, ben vatan haini miyim?