Devlet aklı ve Kemal Kılıçdaroğlu
“Devletin bekası,” “devletin çıkarları” veya “yeniden yapılandırılması” söz konusu olduğunda AKP, CHP ve MHP’nin neredeyse her zaman ve her yerde yan yana durdukları yüzlerce kez kanıtlanmış bir gerçek olmasına rağmen; bazı sol, sosyal demokrat, Alevi çevrelerin bunu görmek, anlamak veya kabul etmek istememeleri, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “devlet adamı” misyonunu bağlamından koparmalarından kaynaklıdır.
Kazım Gündoğan
Geçtiğimiz günlerde Arif Şirin isminde bir “türkücü” yaşamını yitirdi. Kamuoyunda “Ozan Arif” olarak biliniyordu. Ülkücüydü, faşistti. Üstelik sıradan bir ülkücü değildi, katıksız bir ırkçıydı Arif Şirin… Türk ve İslam olmayan etnik ve inanç kimliklerine, demokratlara, devrimcilere, sosyalistlere düşmandı. Her fırsatta kin ve öfke kusardı. Resmi devlet şiddetinin yetersiz kaldığı durumlarda “sivil” çetelerin şiddetini savunan, öven, teşvik eden biriydi. Dünyada ve Türkiye’de insan haklarından, demokrasiden, özgürlüklerden, eşitlikten, hümanist değerlerden yana ne varsa hepsinin karşısında kin ve şiddet mevzisindeydi. Bu karanlık mevzi iradi olarak tercih edilmiş ideolojik ve politik bir mevzidir…
Arif Şirin’in bu mevzisi, Mustafa Suphileri Karadeniz’de katleden Kahya Yahyaların; Rum, Ermeni, Kızılbaş katili Topal Osmanların; Koçgiri celladı Sakallı Nurettinlerin; Dersim Tertelesi’nin kasabı Alpdoğanların; Maraş, Çorum katliamcıları Türkeşlerin, Kengerlerin, Çatlıların; Hrant’ın katilleri Veli Küçüklerin, Ogün Samastların; mevzisidir…
Bunu hepimiz biliyoruz…
Peki, bu gerçekliği K. Kılıçdaroğlu da biliyor mudur?
Bilmiyor olamaz elbet…
Bir siyasetçi olarak, Arif Şirin veya herhangi bir kişinin ailesine başsağlığı dilemesi kişisel bir tercih olarak görülebilir.
Ancak burada başka bir durum var:
Birincisi; Kılıçdaroğlu her daim devlet şiddetini, katliamları, katilleri savunmuş Arif Şirin’i darağacına çekilmiş Pir Sultan, inançları ve hümanist yaşam felsefeleri nedeniyle baskı görmüş, haksızlığa uğramış, ezilenlerin dertlerini dert edinmiş Aşık Daimi, Aşık Veysel, Neşet Ertaş gibi insanlarla aynılaştırarak devlet aklının ürünü olan tüm katliamları, katilleri ve onları kullanan karanlık devlet aklını meşrulaştırmaktadır. Biliyoruz ki, Arif Şirin Pir Sultan’ın yanında değil, onu asan karanlık zihniyetin yanındaydı. Sadece güncel politik bir düşmanlık yapmıyor, tarihsel bir düşmanlığın belleğini taşıyordu. Dolayısıyla o, geleneksel karanlık aklın misyoneriydi.
İkincisi; Arif Şirin'i “ozan”lık kavramının içine yerleştirerek onun da, “zulme karşı baş eğmez, haksızlığa karşı direnme, sevgi, hoş görü” gibi erdemlere sahip olduğunu savunarak normalleştirmeye ve kabul edilebilir hale getirmeye çalışıyor.
Kılıçdaroğlu ile CHP’nin misyonu ve siyaset tarzı incelendiğinde bunun bir “gaf” veya “haddini aşma” olmadığı görülebilir.
Peki, Kılıçdaroğlu bunu neden yapmaktadır?
Öncelikle belirtmeliyim ki, Kılıçdaroğlu’nu kişisel olarak tanıyanlar veya onun “Dersimli” olmasına özel anlam yükleyenler tarafından “kötülük” yapmayacak kadar naif bir insan olarak değerlendirilebilir. Buna itirazım yok; birey olarak öyle de olabilir elbet.
Ancak kurumsal devlet aklıyla yetiştirilmiş bir politikacı olan Kılıçdaroğlu’nun bunları ve hatta daha fazlasını yapabilecek bir potansiyele ve misyona sahip olduğunu görmek ve söylemek durumundayız. Zira, Kemal Kılıçdaroğlu’nu birey olarak değerlendiremeyiz, temsil ettiği sınıf, kurum ve ideoloji bağlamından koparmadan değerlendirmek gerekiyor. Aksi takdirde daha büyük yanılgı ve hayal kırıkları yaşanır…
İdeolojik, siyasi ve militarist bir mekanizma olan “devlet” kavramını tarihsel ve sınıfsal bağlamından koparmadan ele alanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.
Kılıçdaroğlu’nun Arif Şirin için söylediklerini tartışırken, Onun Alevi ve geldiği Ocak (Kureşan) kökenine gönderme yaparak ele alınması ve bu argümanlar üzerinden düşünce oluşturulması (şayet bilinçli değilse) son derece sıradan ve apolitik bir yaklaşımdır. Zira değerlendirme konusu olan kişi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu unsuru misyonuyla hâlâ siyaset sahnesinde olan CHP’nin genel başkanıdır.
Devletten bahsediyoruz… Üstelik varlığını diğer etnik ve inanç kimlikli toplumların soykırımcı bir politikayla yok edilmesi, zenginliklerinin talan edilmesi ve mülklerinin gasp edilmesi pratiği üzerine kurmuş ırka ve dine dayalı bir devletten bahsediyoruz. Tabii bu devletten bahsederken yönetim deneyimi ve zihniyeti bakımından 700 yıllık bir “devlet aklı” (geçmişi) olduğunu da unutmamak lazım…
Dolayısıyla Kılıçdaroğlu “Dersimli Kemal” olarak değil, böyle bir devlet aklının kurumsal aktörlerinden biri olan CHP’nin genel başkanı olarak ele alınmalıdır. Yani devlet partisinin devlet adamıdır. Devletleri ve devlet adamlarını bu düşünsel bağlamdan kopararak ele almanın neden olduğu büyük şaşkınlıklar ve hayal kırıklarına sıkça tanık olmaktayız.
Genel anlamda ve esas olarak “devlet adamları”nın görevi devletlerinin ve temsil ettiği sınıfların çıkarlarını savunmaktır; halkın/halkların çıkarlarını değil. Onların bazı toplumsal kesimlerin sorunlarını gündeme getirme veya çözme iddiası tamamen politik bir kamuflajdır. Hükümetlere karşı muhalefet, halk kitlelerinin öfkesini yatıştırmak, sömürü ve şiddet mekanizması olan devleti korumak, daha güçlü kılmak amaçlıdır.
Sermaye ve devletin sahipleri Türkiye Cumhuriyeti devletinin “yeniden yapılandırılması”nı bir “ihtiyaç” olarak görmüş ve buna uygun politikalar belirlemiştir. Kemal Derviş, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş süreciyle başlayan ve BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) politikaları ile devam eden süreç incelendiğinde bunun temel hatları daha da iyi görülebilir.
BOP başkanlığında konumlandırılan R. Tayip Erdoğan’ın bütün İslam dünyasının “lideri” olarak kabul görmesi, sadece BOP’un daha başarılı ve etkin uygulamasını sağlamayacak, aynı zamanda, Türkiye’yi bölgede Sünni İslam’ın merkezi yapacaktı. ABD emperyalizminin bu “Ilımlı İslam Projesi” Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından kabul edildi. Elbette sermayenin ve devletin bazı kesimleri bu politikalara karşı çıktı. Klikler arasında ciddi bir iç çatışma da yaşandı… Liberal sermeye (İslami sermeye) ile geleneksel bürokratik sermeyenin iktidar mücadelesi topluma “laiklik” ve “şeriat” biçiminde yansıtılarak meselenin özü karartılmaya çalışıldı.
Süreç henüz tamamlanmasa da, uluslararası sermeyenin tercih ettiği ve desteklediği liberal sermeyenin temsil ettiği AKP iktidarını kurumsallaştırarak zaferini pekiştirmiş görünüyor…
BOP’un en önemli politikalarından biri geleneksel devlet iktidarlarını değiştirmekti. Bunu farklı ülkelerde değişik yöntemlerle gerçekleştirdi. Türkiye'de ise, geleneksel Kemalist devletin tasfiye edilerek İslamist (“ılımlı” deniliyor) politikaların merkeze oturtulduğu “yeni” bir devlet modeli inşa edilmek isteniyor. Kemalist “Parlamenter sistem”i değiştirerek yerine Erdoğanist “Başkanlık sistemini” ikame etmek… Bu iki kesim arasındaki hesaplaşmada, başkanlık sistemine karşı olan sermeye ve bürokratik, politik çevrelerin hemen hepsi etkisizleştirildi veya teslim alındı. Bunların bir kısmıyla da “devletin bekası” için yeni ittifaklar kuruldu.
“Devletin yeniden yapılandırılması” olarak tanımlanan bu sürecin önünde engel olabilecek “ulusalcı” aktörlerin tasfiye edilerek yerine daha “uzlaşmacı devlet adamları”nın getirilmesi sancılı da olsa esasta tamamlanmış durumda.
Buradan hareketle söyleyebilirim ki; R. Tayyip Erdoğan’ı AKP ve BOP’un başına getiren “üst akıl” ile K. Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına getiren ve orada tutan “üst akıl” aynıdır… İslamcı toplumun oylarının AKP’de toplanması/bloke edilmesi için karşısında bir “Kızılbaş/Alevi”nin olması son derece kurnaz ve hileli bir politikadır. Böylelikle; Sünni-İslam toplumun oyları AKP’de, Alevi/Kızılbaş toplumunun oyları da CHP’de bloke edilecek…
Bu anlamda; devlet aklının en önemli unsurunun R. Tayyip Erdoğan olduğu gerçeği ile düşünüldüğünde, onun en önemli tamamlayıcı unsurunun ise K. Kılıçdaroğlu olduğunu söylemek yanlış olmaz…
Dolayısıyla “devletin bekası,” “devletin çıkarları” veya “yeniden yapılandırılması” söz konusu olduğunda AKP, CHP ve MHP’nin neredeyse her zaman ve her yerde yan yana durdukları yüzlerce kez kanıtlanmış bir gerçek olmasına rağmen; bazı sol, sosyal demokrat, Alevi çevrelerin bunu görmek, anlamak veya kabul etmek istememeleri, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “devlet adamı” misyonunu bağlamından koparmalarından kaynaklıdır. Söz gelimi; tarihsel olarak, Kürt kırımları, Ermeni Soykırımı, Dersim Tertelesi, Maraş, Çorum, Sivas katliamları; güncel olarak, ülkenin ve bölgenin barışı için yaşamsal öneme sahip olan Kürt ve Alevi sorunlarında tamamen aynı yerde durmaları tesadüfü olabilir mi? Bu ortak tutumun devlet aklının ve onun aktörleri olan devlet adamlarının misyonu olduğu nasıl görmezden gelinebilir? Bunu anlamakta zorlanıyorum.
Bunları bir yana bırakalım, Kılıçdaroğlu ve CHP’nin, cumhuriyet rejiminin ve parlamenter devlet sisteminin, kuvvetler ayrılığının tasfiyesi anlamına gelen başkanlık sisteminin adım adım yerleşmesine biçimsel bir muhalefet yürütmesi düşündürücü ve sorgulamaya değer değil midir? Keza, TBMM’nin tasfiyesi anlamına gelen “Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması”nı desteklemek sadece Kürtlere karşı düşmanlıkla açıklanabilir mi?
Açıkça görülen şudur; K. Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP, devletin bekası için dün hangi politikaları üretti ve uyguladıysa, bugün de onların hiçbirinden geri adım atmadan savunuyor ve uyguluyor.
Anlamamız gerekir ki; K. Kılıçdaroğlu genel başkan olduğundan beri toplumda ve siyaset dünyasında sağcı, faşist olarak bilinen kişi ve kurumlarla ilişkileri kişisel değil, tamamen kurumsaldır. Zira o, Süleyman Demirel gibi bir devlet adamının himayesinde yetişmiş bir devlet adamı sorumluluğu ve bilinciyle hareket etmektedir.
Bu tablo içinde onun Alevi inancına sahip bir aileden gelmesi, Dersimli olmasının hiçbir önemi yoktur. Devletin çıkarı için Erdoğan’dan daha İslamcı, Bahçeli’den daha milliyetçi olma çabası onun aldığı devlet terbiyesi ve üstlendiği devlet adamı sorumluluğunun gereği olarak her yerde karşımıza çıkmaktadır ve çıkmaya devam edecektir.
Dünyada ve Türkiye’de din ile ırk üzerinden üretilen sağcılık ve muhafazakârlık sadece politik bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir süreç olarak da yaşanmaktadır. Ecevit döneminde toplumsal rüzgar sol ve sosyalizm yönünden eserken CHP Ecevit’le “devletin bekası” için “sol” söylemle politik arenadaydı. Rüzgarın din ve milliyetçilik üzerinden estiği günümüzde ise, CHP Kılıçdaroğlu ile, devletin bekası için sağ söylemlerle politik arenada yerini alıyor. Kimi söylem ve politikaların Kılıçdaroğlu’nun “şaşkın”lığından veya “politika bilmemesi”nden kaynaklı olmadığını belirtmek gerekiyor. Sözgelimi “dinimizde güncelleme gerekir” diyen Erdoğan’a karşı dinin yüceliğini, dokunulamaz ve değiştirilemezliğini savunma görevini Kılıçdaroğlu üstleniyor...
Kılıçdaroğlu’nun sistematik halde sürdürdüğü sağ ilişkilerini ve sağ söylemi seçim sürecinde faşist ve dinci çevrelerden “oy almak” için yaptığını düşünenler var. Bunu bir olasılık olarak bile görmüyorum. Zira sıradan bir politikacı bile toplumun önemli bir kesimini Sünnilik üzerinden pekiştirmiş bir Erdoğan’ın olduğu yerde, “soyu sopu belli”, “Kızılbaş Kılıçdaroğlu”na “din savunusu”yla oy çıkmayacağını bilir. Ya da Akşener, Bahçeli, Perinçek, Destici gibi isimlerin olduğu yerde Arif Şirin sevenlerinin Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine oy vermeyeceğini bilir. Yaşanan seçim süreçleri ve sonuçları incelendiğinde açıkça görülebilir bir durum değil midir?
Mesele şudur, Kılıçdaroğlu; Ekmeleddin İhsanoğlu, Temel Karamollaoğlu gibi kişilerle, başörtüsü gibi sembollerle toplumun İslamlaştırılması/muhafazakârlaştırılmasında; Meral Akşener ile ittifak ve Arif Şirin gibi sembollerle toplumun milliyetçileştirilmesinde “tamamlayıcı unsur” olmaktadır. Bu politikalar, BOP projesi doğrultusunda toplumu etnik ve inanç kimliği üzerinden kutuplaştırmak, aynı zamanda İslam ve Türk olmayan toplumlara karşı “savaşa/çatışmaya hazırlama”ya hizmet etmektedir…
Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu ve CHP yaptıklarıyla, R.T. Erdoğan’ın ülkede ve bölgede yürüttüğü savaş politikalarına karşı çıkan ve onları engelleyen değil; tam tersine destekleyen, meşrulaştıran ve tamamlayan bir aktör rolü oynamaktadır…
Tabii ki; devlet adamlığının gereği olarak!