Uzun tanzim kuyrukları bizi bekler

Yıllardır ağızlara pelesenk olmuş “bir kamyon domates=bir mikroçip” masalının sonunda Türkiye o mikroçipi üretememekle kalmamış eldeki domatesten de olmuştur. Ödenen teşvikler, ayrılan paylar, çiftçiye destekler; popülizmin bir ekonomi politikası haline gelen klasik söylemleridir.

Google Haberlere Abone ol

Görkem Güven*

Gelişmekte olan ülkeler ne yazık ki her on yılda bir krizi tecrübe ederler, bu krizler ekonomik kriz ve finansal kriz sıralaması ile gider genellikle. Ülkemiz de bu döngüden nasibini alıyor ve 2018'in dördüncü çeyreğinden itibaren yeni bir ekonomik kriz ile mücadele ediyoruz. Peki gelişmekte olan ülkeler için bu bir kader mi, yönetim hataları mı, kırılganlıktan doğan bir zaafiyet mi, yoksa iddia edildiği gibi dış mihraklar mı? Ekonomik göstergelerin emin olduğu tek şey, finansal şoklar sonucunda yaşanan kur ataklarının küresel kaynaklı olabileceği, fakat yapısal ekonomik krizlerin, makro politikaların bir sonucu olduğudur. Hiçbir dış mihrak (ambargo uygulamadığı müddetçe), bir ülkenin arka arkaya iki çeyrek daralmasını sağlayamaz. Çünkü bir ülke altı ay boyunca farklı bir ülkenin ekonomisine zarar vermek için adımlar attığında ya kendi ekonomisi zarar görecek ya da uluslararası ekonomi-ticari örgütlerin cezai yaptırımlarına maruz kalacaktır. Üstelik tümüyle liberal bir ülkenin finans sektörünü, farklı bir ülkeye saldırmak için örgütlemeniz pratikte mümkün değildir. Hele de Wall Street’e bunu yaptırmanız neredeyse imkansızdır. Zira aynı Wall Street, 2008-2010 periyodunda, ABD için hayati öneme sahip finansal kuruluşları kurtarmak için Amerikan Hazinesi ve FED tarafından hazırlanan parasal genişleme paketlerinin yarattığı likidite bolluğunu, yüksek faiz geliri için Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere getirmekte tereddüt etmemiştir. Ülkemize giren sıcak para, 2018’de son 14 yılın en düşük USD ortalama alış kuruna neden olmuştur (1 $=1,29 TL). Kendilerini kurtarmak için hazırlanan paketleri, Washington Mutual Investors Fund, Hedge Fonlar ve AMCAP fonları ile Türkiye’ye taşıyan Wall Street fon yöneticileri, gecelik borçlanma faizinin yüzde 8.75 olduğu bir dönemde bu şekilde davranmışlardır. Şimdi yüzde 22.50’ye fırladığı bir dönemde aksini yapacak olmaları düşünülemez. Nitekim kuru 7 liradan 5 liraya indiren de, ekonomi yönetiminin başarısı değil, finans piyasalarının mevduat getirisi iştahıdır.

İĞNEYİ KENDİMİZE ÇUVALDIZI BAŞKASINA 

2002-2008 arası başarılı bir ekonomi yönetiminin varlığı inkar edilemez. Fakat ülkemizde hiç dile getirilmeyen gerçek; bu başarıda IMF politikalarının da ciddi bir payı olduğudur. Birincisi, Türkiye IMF ile son stand by anlaşmasını 2005 yılında imzalamış ve son ödeme tarihi olan 2008 yılına kadar IMF’ye ekonomi yönetiminde, özellikle de kamu maliyesi alanında yerine getirme zorunluluğu olan taahhütlerde bulunmuştur. Bu taahhütler mali disiplin atmosferini sağlamıştır. Tam bu atmosfer kaybolacakken, yukarıda değindiğim 2008 finans krizi ardından yaşanan likidite bolluğu imdadımıza yetişmiştir. Bu süreçte ekonomi yönetimi, bu parasal genişlemeyi başarılı bir şekilde değerlendirerek hem rezervlerini arttırmış hem de faizleri düşürmüştür. Bu da bize 2010-2015 arası refahı açıklıyor. Fakat sınıfta kaldığımız bir husus vardı bu noktada. Üretememek. Tabii eğer inşaatı üretim olarak değerlendiriyorsanız, bu iktisadi tespite katılmayabilirsiniz, zira ekonomi tarihimizde buna benzer bir inşaat atağı daha önce görülmemiştir.

Gelişmiş ülkeleri ziyaret edenler fark etmişlerdir. Bu ülkelerde 100 yıllık binalar hâlâ aktif olarak kullanılmakta ve şehir içlerinde bizdeki gibi bir konut çılgınlığına rastlanılmamaktadır. Oysa bizim ülkemizde, hem de istisnasız tüm şehirlerinde, on yıl boyunca gördüğümüz tek manzara şantiyeler, duyduğumuz tek ses çekik ve hilti sesleriydi. Elbette ülkemizde kentsel dönüşüme uğraması gereken sahalar vardı, konut açığımız da bulunuyordu. Ancak yine birçok gelişmiş ülkenin aksine konut bir yatırım aracı olarak kullanıldı. Bu durum iki kronik soruna yol açtı ülkemizde. Birincisi, inşaat sektörünün hükümetlerin en kolay ekonomik büyüme aracı olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu sektör teorik bilgi birikimi, bilimin teknolojiye dönüştürülmesi, endüstriyel üretim araçlarının geliştirilmesi gibi uzun vadeli yatırımlara ihtiyaç duymaz (Latin Amerika ülkelerinde de başvurulmuştur) fakat ülke kaynaklarının kendi içinde devinimine yol açarak suni bir büyüme yaratır. Bir meta başka bir metaya dönüşür ve bu dönüşümde vasıfsız iş gücü kullanılır. Böylece hem istihdam yaratılır hem de rant. Ülke içinde kalan inşaat sektörü ihraç edilebilir ürünler sunmadığı gibi ithal mallara olan gereksinimimizi arttırarak cari açığa negatif katkı yapar. İkincisi, finans piyasalarına, mevduatlara dolayısıyla kredi yoluyla üretici yatırımlarına dönüşecek olan fonlar, konut alımına yönlendirilmiş, böylece talepteki ihtiyaçtan bağımsız artış, inşaat sektörü üzerinde çarpan etkisi yaratmıştır. Böylece her orta boy girişimci müteahhit, her borç konut kredisi, her alacak konut satışı haline gelmiştir. Bu gidişattan yalnızca ekonomi yönetimini sorumlu tutmak haksızlık olur. Tüketici ve yatırımcısıyla, insanımızın kolay yoldan zengin olma hevesi, 1-2 ayda yükselen binalarımızın en büyük sorumlusudur. Bu yatırımlarla 2015 refah periyodumuzu da tamamlamış olduk.

Ekonomi yalnızca iktisadi kararlar ve finansal modellerin bağıl değişkenlerinin bir sonucu değildir. Siyasi çalkantılar o ülkenin üzerinde dayanışma etkisi yaratsa dahi, uluslararası piyasalarda ayrışmanıza neden olur. 2016-2018 arası ivme kaybında şüphesiz bunun ciddi etkisi vardır. İşin bu kısmı siyasi, diplomatik ve sosyolojik olaylar zinciridir. Yani tamamı yoruma açık ve göreceli tespitler olacaktır. Fakat biz şimdi, ekonometri ve matematiğin nesnel penceresinden irdeleyelim olayları:

Gayri Safi Yurt İçi Hasılada sektör payları

2004 yılından 2017 yılına kadar veriler TÜİK’ten alınmış olup, 2018-2021 arası veriler ise kurulan ekonometrik modeller aracılığı ile tahmin edilmiştir. (Regresyon fonksiyonları için: ODTÜ Ekonomik Araştırmalar Merkezi web sitesine bakabilirsiniz)

Öncelikle gerçekleşmiş veriler üzerinden, küresel bolluğu ve teknoloji çağını sermaye darlığı yaşamadığımız bir dönemde nasıl ısklamışız ona bakalım. 2005-2007 arası büyüme ortalaması yüzde 7, yani neredeyse üç yıl üst üste yüzde 7 büyüyoruz. Yine aynı üç yıllık periyotta enflasyon ortalamamız yüzde 8.6, yani piyasa belirsizliğinin ve arz-talep dengesizliğinin olmadığı bir ekonomik büyüme enflasyonu ortamı. Böyle bir ortamda, yani şartlar bu denli müsaitken, yapısal hiçbir değişiklik yapılmamış, ekonomik kırılganlıkları azaltacak bir sektörel dağılım gerçekleştirilememiştir. Sanayinin ekonomideki payı yalnızca yüzde 1.4 artmıştır, yetmezmiş gibi tarım aynı dönemde yüzde 2 küçülmüş ve hizmet sektörünün payı yüzde 1.8 artmıştır. (Uluslararası Seçilmiş Göstergeler, TÜİK)

Büyüyen bir ekonomide, GSYH’deki paylar azalsa da sektörün büyüdüğü düşünülebilir. Fakat orta gelir tuzağından kurtulmanın ve kırılganlıkları azaltmanın dolayısıyla uluslararası çalkantılara karşı daha dirençli olmanın yollarından biri (ve belki de en önemlisi) sektör paylarının iç talebe ve ekonomik risklere (kur şoklarına) göre oransal olarak değişmesidir. Ekonomi yönetimleri, şartlar müsait olduğunda ve kamu maliyesi üzerinde tasarruf baskısı bulunmadığı dönemlerde, bu değişime ön ayak olmalıdır. Peki biz ne yaptık; öncelikle hizmet sektörünün büyümesine seyirci kaldık. 21'inci yy. tüketim kültürünün kaçınılmaz sonucu olan hizmet sektörü genişlemeleri, eğer hizmet ihraç etmiyorsanız (Türkiye hizmet ihraç etmemektedir) yurt içi talep kaynaklı büyümelerin obez çocuğudur. Ekonomik ısınmayı arttıran hizmet sektörü, döviz girişi sağlamadığı gibi para talebini arttırarak enflasyonist baskıya neden olur. Fakat ülkemiz toplam GSYH’daki payı yüzde 50’nin üzerindedir. 2021 tahminlerine göre şirketlerin teknolojik dönüşümleri, B2B hizmetlerin genişlemesi ve kamusal hizmetlerin özel sektöre devri ile hizmet sektörünün (ulaşım-iletişim-eğitim-sağlık-turizm) payının yüzde 54.9’a çıkacağı öngörülmektedir.

Sanayinin üretimimiz ile AB ülkeleri PMI verileri arasında 0.72’lik bir korelasyon bulunmaktadır. Bu değer AB pazarına ne denli bağımlı oluşumuzu, yeni bir pazar bulamamış olduğumuz gerçeğini ifade ediyor. Oysa her fırsatta AB’nin ömrünü ve ekonomik gücünü yitireceğini vurgularken, sanayi ihracatımızı göbeğinden AB iç talebine bağlıyoruz. Dolar/TL paritesinin 1.30-1.50 arasında kaldığı 2005-2010 arasında sanayinin ekonomimizdeki payını arttıramadığımız için, şu an 5-6 bandında fiyatı dört katına çıkan ara mallar ithal etmek zorunda kalıyoruz. Oysa bu dönem ithal ikame endüstrinin gelişimi için koşulların en uygun olduğu dönemdi. Sanayinin ekonomimizdeki payı, kullandığımız regresyon analizi değişkenlerine göre; yüksek kur ve değersiz TL’nin düşürdüğü ihracat fiyatlarının etkisi ile artacağa benziyor. Ancak bu artış en iyimser tahminle 29’a ulaştırıyor. Öte yandan ara malı ithalatı ve montaj endüstrisi ağırlıklı sanayimiz nedeniyle cari açığa büyük bir katkı yapmıyor.

Topraktan geldik, toprağa gideceğiz diyerek, kapanışı tarımla yapalım. 15 yıllık serüvenin tartışmasız en büyük kaybedeni tarım oldu. Yıllardır ağızlara pelesenk olmuş “bir kamyon domates=bir mikroçip” masalının sonunda Türkiye o mikroçipi üretememekle kalmamış eldeki domatesten de olmuştur. Ödenen teşvikler, ayrılan paylar, çiftçiye destekler; popülizmin bir ekonomi politikası haline gelen klasik söylemleridir. Evet dağıtılmıştır, bu noktada yönetimi suçlamak haksızlık olur. Fakat bu teşviklerin plansızlığı ya da tarımsal çıktıyı arttırmıyor oluşu da TÜİK verilerinin ifade ettiği bir gerçek. 14 yılda tarımın ülke ekonomisindeki payı yüzde 6.1’e düşürüldükten sonra, gıda enflasyonundan yakınmak gülünç bir durumdur. Ekim maliyetleri, tarımsal istihdam ve ekilebilir alanlar parametreleri üzerinden yapılan 2021 tahminlerimize göre bu oran ne yazık ki yüzde 5.2’ye kadar geriliyor. Yüksek kurlar tarım ürünleri ithalatını ve üretimini daha maliyetli hale getireceği için, sanırım daha uzun tanzim kuyrukları bizi bekliyor olacak.

*Finansal Risk Yönetimi ve İç Denetim Uzmanı