Cezayir halk hareketinin perde arkası ve bilinmeyen iktidar kavgası
Başkan değişimi ve demokrasi talebi, sistemin/rejimin özüne dokunmuyor. Sadece siyasal alanda fırsat eşitliği ve reform istiyor. Ancak ufukta çözüm görünmezse hem iktidar hem de muhalefet giderek radikal yöntemlere başvurabilir ve talepler, bizzat mevcut iktidar ve rejimi hedefleyebilir.
Faik Bulut
“Demokratik özgür Cezayir, ülkenin vurguncu çeteleri, yeriniz el Harraş Hapishanesidir; D Planı: Hepimizi katledin! Ülkeyi zenginlere, yurtseverliği fakirlere verdiniz! Halkın devri başladı.” “Bu, yılların mücadele birikimidir; 1988 Baharı’ndaki isyanın sonucudur. O sırada gençlerle gazeteciler hapsedilmişlerdi. 2011 ve 2014 yıllarında yaşanan Kara İlkbahar’ın, şimdi meyveye durmasıdır. Bu, Cezayirlilerin iç meselelerine burunlarını sokmaya gayretinde olan gerici İslamcılara nanik yapma halidir.”
Yukarıdaki slogan ve kısa yorumlar, 8-9 Mart tarihli Cezayir basınına yansımıştı. Aynı bağlamda Fransızca yayımlanan al Watan gazetesi, “Harika halk” başlığını kullanmıştı: “Rejim yanlıları halk hareketinin gerileyeceğini düşünüyorsa, artık cevabını almıştır.” Yine Fransızca basılan Liberté gazetesi “Arap Baharı” manşetini atmakla kalmadı; 8 Mart günkü büyük kitle yürüyüşünü “Bağımsızlık Günü” diye isimlendirdi. Tam 10 sayfasını protesto eylemlerine ayırdı. El Haber ise, sekiz sayfasını ayırdığı olayları, kendince özetlemişti. “Hiçbir ses, halkının sesinden daha yüksek olamaz!” Ülkenin ikinci büyük şehrinin yayın organı Wahran ise, “Beşinci kez başkan olmaya karşı halk muhalefeti.” dedi. Başka sayfalarındaki yorum başlıkları da şöyleydi: Üst düzeyde şeffafça yürütülecek bir değişim istiyoruz. Maksat, dönüşümlü iktidar ve olgun yönetimi, demokrasinin bütün bileşenlerinin katkılarıyla kurmaktır.” Devletin resmi organı el Mücahid gazetesi, gösterilere dokuzuncu sayfasında yer verdi ama hasta Başkan Buteflika’nın başkanlıktan çekilmesi talebini görmezlikten geldi.
Dikkat edilirse, başkan değişimi ve demokrasi talebi, sistemin/rejimin özüne dokunmuyor. Sadece siyasal alanda fırsat eşitliği ve reform istiyor. Ancak ufukta çözüm görünmezse hem iktidar hem de muhalefet giderek radikal yöntemlere başvurabilir ve talepler, bizzat mevcut iktidar ve rejimi hedefleyebilir. İlk işaretlerini, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle toplanan Cezayirli kadınların sloganlarında görebiliyoruz: “Askeri rejime hayır, demokrasiye evet”, “sosyal adaleti gerçekleştirecek yeni bir Cezayir için!” Cezayir’in meşhur sanatçısı Ehlam Mustağanami, aynı günkü tweet mesajında şöyle yazmıştı: “Bu saatten sonra kış uykusundan uyanmış bu devi (Cezayir halkını) kim yeniden uyutup kendisine hükmedebilir? Bu arada unutmayalım ki, verilen emirleri yerine getiren milli ordumuz ve emniyetimizin neferleri, göstericilerin arasından zırhlı araçlarla kendilerine yol açarken şu ana kadar protestoculardan hiç birine zarar vermedi. Onları seviyor, kucaklıyor ve selamlıyoruz.” Şarkıcının bu paylaşımını destekleyenler, “kitleler hâlâ mucize yaratmaya muktedirlermiş” diyerek protestolara arka çıkıyorlar. Paylaşımı fazlaca iyimser bulanlar ise, “2011 başkaldırısında Mısırlı kitleler, halk ve ordu el ele sloganları atmışlardı. Çünkü asker, göstericilere karşı silah kullanmamıştı. Ancak halk devrimi sakinleşince ordu devreye girdi. Sokakta insanları katlederek iktidara geldi. Ülkeyi, Siyonistler ile Dünya Bankası’na teslim etti” diyorlar. Üçüncü bir kesim ise, şu görüşteydi: “Şimdi protesto ettiğiniz Başkan Buteflika’yı daha çok arayacaksınız; çünkü memleketi karanlığa doğru sürüklüyorsunuz ve bu yaptığınıza pişman olacaksınız!”
Yıllar önce Mısır’ın Cezayir’de büyükelçisi olan İbrahim Yesri’ye göre; ülkenin dizginleri, öteden beri ordunun elindedir. Ancak Cezayir ordusu zekidir; hiçbir zaman direkt iktidar makamına gelmemiştir. Hep arkadan ve dolaylı biçimde yönetmiştir. Bu arada kırmızı çizgilerini belirlediği yerde sivil muhalefete alan açmasını da bilmiştir. Gelecek için ağır basan ihtimal aynıdır: Asker, başkanlık makamına yine bir sivili oturtacaktır. Ancak işleri çekip çevirenler generaller olacaktır.
Cezayir’deki krizin gidişatını sadece iç dengeler değil, uluslararası alandaki denge ve politikalar da etkileyecektir. Mesela komşu bir ülke olan Fas, coğrafi (jeopilitik) nedenle Cezayir’de istikrardan yanadır. Dolayısıyla kitle protestoları hakkında herhangi bir tutum belirlemedi, görüş belirtmedi. Eski sömürgeci devlet Fransa, halk hareketini çok yakından duyurdu ancak “bu olayın, sadece Cezayirlileri ilgilendirdiğini; halkın kendi geleceğine, kendisinin karar verebileceğini” açıkladı. Avrupa Birliği adına yapılan açıklamada, “halkın gösteri yapma ve kendini ifade etme hakkına saygı duyulmasına” işaret edildi. ABD ise, Fransa ile AB tavırlarına benzer bir tutum takındı. ABD, "gösteri hakkına saygı"ya işaret ediyor ama bununla kastettiği bizzat halkın çıkarı değil; protestolardan ötürü zayıflamış iktidar ve rejimden, Amerikan ekonomik çıkarları doğrultusunda daha fazla taviz koparmaktır. AB ise, protestoların çığırından çıkmasının Avrupa çıkarlarına zarar verme, iç baskı ve çatışma yüzünden yüz binlerce Cezayirlinin eski kıtaya sığınmak üzere gelme ihtimalinden korkuyor. Fransız yönetiminin elinde muhtemelen birden fazla plan bulunuyor. Bir yandan eski sömürgesi ve arka bahçesi sayılan Cezayir’e başka büyük devletlerin fazlaca girmesini istemiyor; diğer yandan başkanlık seçimini desteklemenin mevcut Başkan Buteflika’ya arka çıkmak ve aynı zamanda da ayağa kalkmış protestoculara karşı durmak anlamına geleceğinin farkında. Üçüncü yandan ise, Cezayir ordusunun her şeye karar veren bir kurum olduğuna hesaba katarak askerlerle olan derin ilişkisini sağlama almaya çalışıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, sömürge döneminden bu yana Cezayir’le tarihsel ilişkilerinden ötürü Buteflika’nın sağlık durumunu ve ülkenin şimdiki bunalımı çok yakından izliyor. Aday gösterilmesine rağmen ismen kazanıp makama oturulmuş olsa bile, Buteflika’nın bu yarı canlı yarı ölü haliyle ülkenin krizine derman olamayacağının da farkında. Macron’un istihbarat bilgilerine göre, halkın “Siyasi ve mali mafya” diye isimlendirdiği Cezayir’deki politik çıkar şebekeleri, artık eski kıdemli generallerden oluşmuyor. Yeni sermayedarlar ile generaller devrede. Macron, protesto hareketinin yayılması üzerine, aynı ülkeye nadiren ikinci kez atadığı maharetli büyükelçisini acilen Paris’e çağırıp hem sözlü hem yazılı bir rapor dinledi ve okudu. Malum, Fransa’daki Cezayirli gurbetçi sayısı 1 milyon 700 binin üzerinde. Krizle birlikte yeni gelecek olan göçmen adayları kaçınılmaz biçimde Fransa’nın sınır kapılarına dayanacaklar. Sömürge döneminden kalma Fransa’ya karşı hissedilen husumet ve hassasiyet, Fransız yönetimini, çok dikkatli olmaya; yanlış anlamaya yol açabilecek en ufak bir harekette bulunmamaya mecbur bırakıyor. Günlük gelişmeler dikkatle izleniyor ve gidişatın, iç kavgada hasımların konumu belirlenmeye çalışılıyor. Görüldüğü üzere yabancı çıkarlarının karmaşıklığı, dışarıdan açık ve büyük bir müdahale olasılığının önüne set çekiyor; Cezayir yönetimine zaman kazandırıyor ve belki de kendi sorunlarını çözmeye yoğunlaşma fırsatı veriyor. Daha önce yaşanan Arap halk isyanlarında genellikle iktidarı devirmeye, askeri darbeye ve iç savaşa yol açan ülkelerdekinin tersine, daha basit değişiklikler, reformvari yüzeysel düzenlemelerle işi halletme zemini hazırlayabilir.
Cezayir’deki krizin tarihi arka planını anlayabilmek için, 1950’li yıllardan birkaç örnek verelim: Mısır’ın başkenti Kahire’deki bir kahvehanede buluşan ve sonradan meşhur olan Cezayirli yurtsever delikanlıdan biri Mesud Mziyani kod adlı Ahmed Bin Bella, diğeri de Muhammed Buharrube takma ismini kullanan Huwari Bumedyen'di. Buluşma tarihi 25 Ekim 1953 idi; amaçları ise bir yıl sonra Fransa’ya karşı başlaması tasarlanan Cezayir Bağımsızlık Savaşı için Mısır’ın askeri, siyasi ve enformasyon desteğini alabilmekti. Bağımsızlık sonrasında ulusal kurtuluşçu kadro içinde iktidar oyunları başladı: Ahmed bin Bella, baş rakibi saydığı (Fransa’ya karşı bağımsızlık sürecinde sürgündeki Ulusal Kurtuluş Cephesi hükümetinin üçüncü başkanı Bin Yusuf) Benkhedda’nın elinden sivil iktidarı almaya çalışıyordu. Yakın dostu ve müttefiki Bumedyen ise Milli Kurtuluş Ordusu’nun komutanıydı. Her ikisi arasında su sızmıyordu. Bin Bella’nın rakibini tasfiye edişi sürecinde (Temmuz 1962), Bumedyen komuta ettiği askeri birliklerle başkent Cezayir’e girdi; kendisine arka çıkarak ona başkanlık yolunu açtı. Ben Bella’yı cumhurbaşkanı yapan Bumedyen’in ödülü ise Savunma Bakanlığı görevine getirtilmesiydi. 19 Haziran 1965 tarihinde bu kez eski dost Bumedyen, Bin Bella’ya karşı darbe yaparak kendisini hapishaneye tıktı. İktidardayken amansız kas hastalığına yakalanan ve ölümle yüz yüze gelen Bumedyen, rivayete göre, koma halindeyken sık sık Ben Bella’nın adını “Sayın Ahmed…” diye sayıklayıp duruyormuş. Son nefesini vermeden önce yani 1978’de, devrimin simgesel önderi Bin Bella’nın çok uzun süren hapis hayatından kurtarılıp yurt dışında sürgüne gönderilmesini vasiyet etmiş. Muhtemelen bu tevatür ve rivayetlerin hatırına olsa gerek, Bin Bella, tam otuz yıl boyunca eski dostu Bumedyen ile olan anlaşmazlığından ve darbe olayının perde arkasından hiç bahsetmedi. Sawt-ül Arab (Arapların Sesi) radyoevinin kurucusu Ahmed Said’e bakılırsa, Bin Bella’nın özel kalem müdürü, kendisini Bumedyen’e karşı uyarmış; bu eski dostunun bir darbe hazırlığı yaptığını ısrarla söylemişti. Ben Bella, bu duyumlara itibar etmemişti. Radyoevinin kurucu yöneticisi Ahmed Said, son bir kez daha Başkan’ın villasındaki yemek masasında bu konuyu ayrıntılarıyla anlatmaya gayret etmiş fakat Bin Bella, elini masaya sertçe vurarak konuyu kapatmıştı. Gel gelelim duyumlar doğru çıkmış; sonraki süreçte darbe gerçekleşmişti.
Aslında darbe, “1.5 milyon şehit” verilerek (bazı kaynaklara göre bu sayı hayli abartılıdır) Fransız sömürgeciliğine karşı gerçekleştirilen bağımsızlık savaşından sonra yaşanan endişe verici siyasi gelişmelerin su yüzüne çıkmış haliydi. Cezayirlilerin “devrim” dedikleri kurtuluş savaşının bünyesindeki yapısal çelişkilerin iktidar saflarına yansımış haliydi. Ulusal kurtuluşçu ekibin (öncü siyasi ve askeri kadroların) Arap ve Amazagi etnik kökenlilik temelinde ayrışıp birbirlerini tasfiye etme çabalarıydı. Bunun perde arkasında Fransız sömürgecilerin örtülü müdahaleleri de vardı. Bumedyen’in iktidara gelişi, bu trajik ve dramatik kapışmanın zirvesi sayılır. Buna rağmen Başkan Bumedyen, iktidarın ulusal kurtuluşçu imajını korumasını bildi. Ülkesinin içeride ve dışarıdaki itibarını yükseltmiş oldu. Gerek Bağlantısız Ülkeler gerek Arap dünyası gerekse Afrika kıtasındaki bloklaşmalarda önemli bir yer edindi; sözü dinlenir bir ülke haline geldi.
Bumedyen’in vefatından sonra Şezli bin Cedid başkan seçildi (1979). Bu tercih, iktidardaki güç odakları arasındaki dengeyi korumak adına yapıldı. Denge hesabı yapılırken iktidar partisi olan UKC’nin (Ulusal Kurtuluş Cephesi) görüşleri alınmadı ve yönetici ekibin iki önemli şahsiyeti tasfiye edildi. Bir: UKC üyeleri arasında popülaritesi çok yaygın olan Salih Yahyawi, ki partinin kongresinde delegeler ve halk, yeni başkan olarak onun adını haykırmışlardı. İki: Abdülaziz Buteflika. Parti içinde herhangi bir popülaritesi yoktu. Ancak kendisi Bumedyen’in en yakın yardımcısı ve Cezayir diplomasinin temel direği sayılırdı. Tasfiye edilirken, kendisine isnat edilen mali bir yolsuzluğa saplandığına dair resmi ve gayri resmi haberler kamuoyuna yansıtıldı. Günümüzdeki kimi yorumcular, onun “birey olarak nezih biri olduğunu” ileri sürüyorlar. Ama kardeşi Said’in bu tür yolsuzluk ve rant olaylarına fazlasıyla karıştığına ilişkin yorumlar da yayınlandı. Başkan Şezli bin Cedid’in özel af çıkarması sonucu Buteflika’nın itibarı iade edildi. Ülkedeki İslamcı yükselişi, kendince bir ılımlı yolla İslamlaşma projesiyle bertaraf edebileceğini sanan Bin Cedid, devletin asıl sahipleri tarafından devre dışı bırakıldı. Onun yerine 29 yıl boyunca Fas’ta sürgünde yaşayan ulusal kurtuluşçu kadronun saygın komutanlarından olan, ilerici ve Mao’nun dünya görüşüne yakın fikirler taşıyan General Muhammed Budiyaf başa getirildi. Güçlü bir kişiliğiyle dayatılan talimatları değil kanaat getirdiği kararları almasıyla ön plana çıkan Budiyaf, ne yazık ki siyasi bir suikast (kimine göre kurulu düzenin eski muhafızlarının teşviki veya desteğiyle) kurbanı oldu. Devrede Zerval Elyemin de vardı. O da bir varlık gösteremeden gidiverdi.
İzleyen yıllarda ulusal kurtuluşçuluğun meşruluğunun tescillenmesi sağlandı: Halkın bilinçaltında hâlâ güzel anılar olarak kalmasına ve kitlesel bir meşruiyet kazanmasına rağmen iktidar ve çevresindeki siyasi kadrolar, yolsuzluk batağına battılar ve politik hayatın içini boşalttılar. Böylece iktidardaki tek parti olan Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC), helak olma derecesinde tahribat gördü. 1991’e geldiğinde İslamcı Selamet Cephesi (FİS) ilk genel seçimlerde yüksek oy alarak hükümet kurmaya hak kazandı. Fakat devreye ordu girdi. Seçim sonuçlarını tanımadı. Farklı İslamcı gruplar (FİS ve GİA gibi) silaha sarılıp dağa çıktılar. 1992-2002 yılları arasında Cezayirlilerin “Kara On Yıl” (el Uşriye el Sevda) adını verdikleri kanlı bir iç savaş yaşandı. Bu süreçte sivil, militan İslamcı veya asker mensuplarından yaklaşık 100 bin (bazı kaynaklara göre bu rakam 30 ile 70 bin arasındadır, bazılarına göre ise 200 bin kişidir) insan öldürüldü, katledildi veya hayatını kaybetti. Silahlı İslamcı örgütleriyle süren on yılık savaş neticesinde ülke bitme noktasına gelince, milli mutabakat yapılmasına karar verildi. Bu amaçla, daha önce tasfiye edilen sonra aynı sistem tarafından itibarı geri verilerek başa getirilen Buteflika dönemi başladı. Deneyimli diplomat ve politikacı olarak bilinen Buteflika, gerçekten milli uzlaşmayı sağladı; iç savaşa son verdi. Ülkesini yurt içi ve yurt dışında hakkıyla temsil etti. Böylece dört devre üst üste başkan adayı oldu. Devletin gerçek sahipleri ve bu arada ordunun tam desteğiyle her devrede kazandı.
Özellikle derin kriz ve iç savaş dönemlerinde devlet adına perde arkasından karar veren merkezin adresi Cezayir ordu kademesidir. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Halid Nezzar, direkt başkan olmak yerine bir adım geride durarak gelişmeleri izleyip yönlendiren “gölge adam” olmanın yanı sıra “başkan imal eden/ sahneye çıkaran adam” olarak da ün kazanmıştı. Üstlendiği bu rolün gereklerine yerine getirmek için gösterdiği yıpratıcı gayret, General’in adeta pilini bitirdi. Boşluğu doldurabilmek için generaller kendi aralarında ölümcül mücadele yöntemlerine başvurdular. Bu da yolsuzluğun alabildiğine yayılmasına, ülke dinamiklerinin sönmesine, ciddi petrol gelirlerine rağmen ekonomik hayatın giderek kötüleşmesine yol açtı. Buteflika’nın bu ortamda seçilmiş olması, birbirine hasım karar odakları arasında geçici uzlaşmanın sonucuydu. Çünkü şiddet, zorbalık ve yolsuzluk, Cezayir’in artık tahammül edemeyeceği bir noktaya gelmişti. Kitlesel hoşnutsuzluk zaten had safhadaydı. Buteflika’nın varlığı, iktidara ve devlete eski heybetini kazandırmıştı. Ancak Başkan, menfaat gruplarına ve nüfuzlu kesimlere dokunmadan işini yürütmeyi hayal ederek görevini sürdürdü. İktidar ve devlet cephesinin bu imajı, rakip kliklerin iç kavgaları 2013 yılına kadar devam etti. Buteflika, beynindeki kan pıhtılaşmasının yol açtığı bedensel ve beyinsel felç durumu nedeniyle tekerlekli koltuğunda oturan veya adeta kliniğe dönüştürülmüş başkanlık köşküne mahkum olarak yaşadı. O tarihten itibaren halkla herhangi bir teması olmadığı gibi, demeçlerini bile kendi ağzıyla verebilecek durumda değildi. Konuşma yetisini kaybedince eski çekiciliği ve itibarı da kalmadı. Bu haliyle bile, yine karar ve kudret sahiplerinin zoruyla 2014’te dördüncü kez cumhurbaşkanı adayı oldu ve makama oturtuldu.
Yönetimi tekeline almış zümrenin yol açtığı toplumsal, siyasal ve ekonomik bunalımın arka planında yukarıdaki tarihi dönemeçler yatıyor. Sahnenin ön kısmında 22 Şubat’ta başlayan ve uzun soluklu bir sivil protesto/itaatsizlik hareketi izlenimi veren kitlesel gösteriler var. Muhalefetin temel talebi, Cenevre’de korunaklı bir hastanede tedavi gören Buteflika’nın beşinci kez ve bu can çekişen haliyle başkan adaylığından vazgeçmesiydi. Yoğun bakımda olduğu söylenen Buteflika’ya vekaleten (seçim yasalarına aykırı olarak) beşinci kez adaylık başvurusu yapıldı zaten. Oysa komadaki Başkan’ın halen sağ mı yoksa ölü mü olduğu tartışmalı bir konudur. Geçen hafta Avrupa’da yaşayan ünlü bir Cezayirli muhalif, hastaneye giderek kendisiyle görüşmek istemiş; ancak kolluk kuvvetlerince engellenmişti. Bir yolunu bulup kaçak biçimde tedavi edildiği kata çıkmaya çalışan muhalif şahsiyet, İsviçre polisince gözaltına alınıp sorguya alındı. Aynı muhalif, aldığı duyumlara dayanarak Başkan’ın vefat etmiş olduğunu iddia etti.
Çok boyutlu krizin perde arkasında daha ciddi bir kavga dönüyor. Kavganın bir ucunda Ali Haddad, diğerinde Cevitell Group isimli holdingin sahibi İssab Rebrab bulunuyor. İki kavga arasında kalan kesim ya rakipleri uzlaştırmaya bakıyor yahut birinin yanında yer alıyor. Ali Haddad, Cezayir İşadamları Kulübü başkanı olup, Buteflika ve devlet muhafızı kudret sahiplerinin arkasında duruyor. Uluslararası alanda ise Cezayir’deki kilit ekonomik projelere imzasını atan Çin ile sıkı ilişkisi bulunuyor. Keza Haddad, kamu işletmelerini (ticari, sanayi ve iktisadi) tekelinde bulunduran devletin geniş ölçekli özelleştirme politikalarından yana değil. Özetle bu iş adamı, Cezayir-Çin ilişkilerinin stratejik olması, ülkesindeki birçok devlet kuruluşunun kamu malı olarak kalmasından yana. Çünkü o, bu sayede daha fazla kazanıyor. Onun rant kaynağı, Çin yatırımları ve kamu işletmeleri. İssab Rebrab ise 21'inci yüzyıl liberali ve radikal serbest piyasacı görüşleriyle tanınıyor. Fransa’nın Cezayir’deki çok yönlü yatırım ve etkisinden ötürü Fransız yönetiminden gizli/açık destek görüyor. Aşırı özelleştirme yanlısıdır. Bir yandan son dönemdeki kitlesel protesto hareketini desteklermiş görüntüsü veriyor. Ancak aynı zamanda yoksulluk ve yolsuzluk nedeniyle ayağa kalkıp özgürlük, eşitlik, milli gelirin eşit paylaşımı ve sosyal devlet taleplerini öne süren göstericilerin, bu istemleri, gelecekte kendisine karşı da kullanma ihtimalinden çekiniyor. Ona göre Cezayir’in tek kurtuluşu, Batılı ülkelerle stratejik işbirliği yapmasıdır. Bu düzlemde ülkesine daha çok yabancı sermayenin girmesi ve dış yatırımların yapılmasıdır. Görüldüğü üzere yiyici ve tekelci yeni zümre, işadamlarıyla bazı askerlerden oluşuyor. Buteflika’nın kardeşi Said, bu oluşumun kilit taşı konumunda.
Buteflika, ikinci başkanlık döneminde (2004) , başkanlık süresini uzatmak konusunda kendisiyle ihtilafa düşen muharip gazi komutanların çoğunu, bu arada eski genelkurmay başkanını da (Muhammed el Omari) görevden azletmişti. Onun yerine şimdiki Genelkurmay Başkanı General Ahmed Qayid Salih’i atamıştı. Bu yüzden General Salih, sıkı bir Buteflika yanlısıdır, Aynı zamanda sonradan anayasaya ilave edilen kanun ve çıkarılan kararnameler uyarınca, özellikle iç savaşın ortalığı cehenneme çevirdiği 1992-2002 yıllarında, yetkilerini artırdı. Hem Savunma Bakan Yardımcısı oldu. Hem de Savunma Bakanı’nın makamında olmadığı tüm zamanlarda, onun adına karar almak, imza atmak, terfi ve tayinleri yapmak dahil bütün yetkilerini alabildiğine kullanabilme hakkına sahip oldu. Ordu bütçesi, Cezayir’deki ikili meclisin (bir çeşit millet meclisi ve senato gibi) hiçbiri tarafından denetlenip kararlaştırılamıyor. Böylece General, ülkenin siyasi ve askeri sistemin temel direği sayılabilir. 22 Şubat’ta sokaklara inen protestocuların yüz binlerle ifade edilen sayısı, kurulu düzenin kollayıcısı rolündeki General Salih’i hayli kızdırmış olacak ki, olaydan dört gün sonra şöyle bir demeç verdi: “Milli ordumuz, anayasanın kendisine verdiği yetkilere dayanarak, şu yahut bu şekilde, hangi şartlarla altında ve hangi gerekçeyle olursa olsun, şiddete çağrı yapan herkesi, ülkeyi meçhule götürme eylemi sayar. Bu tür insanların, huzur ve güven içinde yaşama arzusunda olan Cezayir halkının iradesini görmezlikten geldiğini düşünür. Cezayirlilerin meçhul bir geleceğe götürmek, akıl kârı bir iş değildir. Protesto çağrıları, kuşkuludur. Görünüşte demokrasi talebi var ama özünde kandırılmış insanları güvenli olmayan yollara itmektir. Bu gidişatın sonu güvensizliktir. Cezayir halkının menfaatine olan yöntemler değildir.” Resmi televizyon kanalında yayınlanan bu sert ve tehditvari demeç, çok kısa bir süre sonra hem ordunun resmi sitesinde hem de gazete ve televizyonların elektronik sitelerinden kaldırıldı. Emir, yüksek yerden gelmişti. Birkaç gün sonra aynı General, konuşma üslubunu değiştirdi. Şöyle dedi: “Ordu, güvenlikçi politikaların karmaşık durumunun farkındadır. Çünkü uzak veya yakınımızdaki ülkelerin açmazlarını görebiliyoruz. Çevremizde yaşananların arka planını idrak edecek durumdayız. Olagelenlerin ülkemiz açısından nasıl bir tehdit ve tehlike oluşturduğunu da biliyoruz. Halkımız ve ordumuzla, bu durumlara karşı daima uyanık olmalıyız. Ordu, bu vatanın yüce çıkarlarının güvenilir nöbetçisi olacak; bu noktada anayasa ve cumhuriyet kanunlarına göre hareket edecektir. Allah’ın izniyle her türlü mesuliyetin altından kalkacağız. Cezayir’in halkıyla güçlü ve ordusuyla da güven içinde olacağını herkes bilir.” Genelkurmay Başkanı Salih’in demeci, iki yönlü bir mesajdır. İlkinde, yabancı devletlere bir anlamda bu rejim yıkılmaz güvencesi veriyor. Ancak ülkedeki istikrar ve uzlaşmanın biricik formülünün de Buteflika’yı yeniden başkan seçtirmek olduğunu vurguluyor. Kurşun Yılları denilen eski iç savaşta, Cezayir’i selamete erdirenin de asker ve Buteflika benzeri devlet ricalinin olduğuna işaret ediyor. İkinci mesajın anlamı da şöyle: Ey protestocular, Ya Buteflika’nın yeniden başkanlığını kabul edeceksiniz ya da Kurşun Yılları’ndakine benzer acı ve ölümlere tanık/hedef olacaksınız.
Yukarıdaki demeç, özellikle muhalif kesimler tarafından tartışmaya açıldı. Özellikle Müslüman Kardeşler hareketinin Cezayir’deki uzantısı sayılan Barış İçin Toplum Hareketi Başkanı Abdürrezak Maqri, General Salih’e şu soruları sordu: “Bu konuşmanla ne yapmak istiyorsun? Açıkça söyle: Halktan yana mısın, yoksa onun tehdit eden misin? Maksadın ne olursa olsun, kamu düzenine tehlike oluşturan biricik merkez ülkenin iktidarını tekeline almış mevcut rejimdir. Sen de onun bir parçası ve koruyucususun!”
Sonlandırırken iki noktaya dikkat çekmekte yarar var: Bir, son zamanlarda Ürdün, Lübnan, Irak ve Sudan’da yaşanan kitlesel protestoları göz önüne aldığımızda, acaba 2011’de Arap ülkelerinde başlayan ancak çoğu hedefine ulaşamadan gerileyen, beklenen sonuçların çok gerisinde kalan ilk ayaklanma dalgasına benzer “ikinci isyan” dalgası mı geliyor diye düşünülebilir. Bu konuda kesin kanaatler yerine tartışmalar dolaşıyor Arap dünyasında! Cezayir’deki biraz daha uzun vadeli ve serinkanlı görünüyor. Serinkanlı ve temkinli, çünkü 1992-2000 iç savaş döneminde on binlerce (50-100-200 bin ölü diyenler var) insan çatışma kurbanı oldu. Her kitle protestosu, özellikle ordu ve polisin müdahalesine göre az yahut çok şiddet içerebilir. Görünen o ki, geçmişte onca kurban vermiş ve savaş bıkkını olmuş ülke insanı şiddetten uzak durmaya gayret ediyor. Fakat bu irade, dönüşebilir. Çünkü Cezayir’in komşularında el Kaide, Boko Haram gibi silahlı radikal örgütler cirit atıyorlar. Siyasi ve askeri bir kriz anında kolayca Cezayir’e girip, kargaşadan istifade orayı da Libya veya Yemen gibi yapabilirler. İki: Muhalefet ve iktidarın müttefiklerinin sokak tecrübesi zayıftır, el yordamıyla yönünü bulmaya çalışıyor. Muhalefet bileşenleri, tam mutabakat halinde değiller. Birbirlerine fazlaca güvenmiyorlar. Mesela Arap halk hareketlerinden çıkarılan en önemli derslerden biri de, bu tür kitle isyanlarını istismar eden İslamcı kesimlere, bir anlamda “devrim hırsızları” gözüyle bakılıyor. Keza iktidar müttefiklerinden bir kısmı da mevcut halk hareketinin taleplerini haklı buluyor ve Buteflika’nın başkanlığına karşı çıkabiliyor. Gidişata ilişkin çok sayıda senaryodan söz edilebilir. Bunları yazmak yerine, tarihi bir olaya değinelim: 1815’te Waterlo Savaşı’nda yenilen Napolyon’un yerine, Bourbon Hanedanı tekrar iktidara getirildi. Fransızlar, o zaman şöyle demişlerdi: “Bourbanlar, 1789 Fransız İhtilali öncesi gibi yönetme sevdasındadır. Ders almamışlar, affetmeyi de unutmuşlar ve hâlâ kindarlar, aynı tas aynı hamam misali hükmediyorlar.” Anlaşılan Cezayir rejiminin devlet ricali, Bourbonlar misali yol almayı hayal ediyor.