Masa başı kararlara mahkûm edilmiş Türk futbolu ve Ali Koç vizyonu
Türkiye Futbol Federasyonu’na yapılan başvuru, hâlâ merakla beklenen Ali Koç vizyonunun tümden popülist bir yaklaşıma feda edildiğinin açık göstergesi olarak karşımıza çıkmakta bana göre.
Hikmet Koyuncuoğlu*
Türkiye’de yaşayan futbolseverlerin önemli bir kısmının, futbolu eski heyecan ve tutkusuyla izlemeyi ve takip etmeyi uzun süredir bıraktığı çoğumuzun malumu. Pastası gittikçe büyüyen ve büyüdükçe liberal politikaların daha açık bir hedefi haline gelmeye başlayan futbol endüstrisini regülasyona tabi tutma çabaları da yine global bir gerçek.
Kural koyma çabalarının futbolseverler olarak hepimiz tarafından en tanınır ve bilinir örnekleri; UEFA’nın mali fairplay kuralları, bu sene hayata geçirilen VAR (Video Assistant Referee) uygulaması, Türkiye’ye özel, futbol maçı biletlemesi pazarında tekelleşme sonucu doğuran Passolig organizasyonu ve hatta 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun.
Esasında tüm bu uygulama ve düzenlemeler, futbolseverler açısından, yeşil sahada oynanan maçın heyecanını kaçırıcı birer unsurdan ötede değil. UEFA’nın mali kriterlerine takıldığı için transfer yapamayan kulüpler, sahada atılan gole sevinmek için hakemin video karşısındaki mimiklerini izlemek zorunda kalan seyirciler, maç bileti temin edebileceği alternatif tüm kanalları kapatılmış futbolseverler ve maça gitmek için arkadaşlarıyla toplandığı bir alanda meşale yakmaktan bile ceza alabilecek taraftarlar; bu ve bunun gibi regülasyonlar karşısında geçmişi özlemle yad etmeye devam ediyor.
Buna karşın futbol heyecanına regülasyon darbesi ve futbolu hukuk bürokrasisine teslim etme süreçlerinin en yakın örneği, kuşkusuz “Üç Temmuz” adıyla bilinen şike süreci. Meclis'te kanun değişikliği yapılmasına kadar varan bu hukuk süreci ise henüz sona ermiş değil ve tüm futbolseverleri neredeyse yarı hukukçu haline dönüştürdüğü söylenebilir.
İşte, futbolseverlerin hiç de istemeden ve haz etmeden çeşitli hukuk başlıklarıyla teşvik-i mesaisinin oldukça yoğun olduğu bu dönemde, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Türkiye Futbol Federasyonu’na (TFF) yaptığını okuduğumuz idari bir başvuru, başka bir hukuk tartışmasını daha ister istemez futbolseverlerin karşısına çıkarmış durumda. Başvuru, Türkiye 1. Futbol Ligi’nin kuruluşundan önce Fenerbahçe’nin yerel lig ve bölgesel turnuvalarda kazandığı başarıların, TFF tarafından resmi olarak ve bir milli lig başarısı olarak tanınması şeklinde özetlenebilir.
Görüldüğü kadarıyla bu başvuruya destek verenlerin ve olumlu bakanların ortak görüşü; 1959 yılından önce futbol müsabakalarına dair yaşanmış başarıların ve bunlara ilişkin hikâyelerin TFF tarafından tanınmasının doğal ve gerekli olduğu yönünde. Buna karşın, başvurunun amacı ve zamanlaması biraz daha derinlemesine irdelendiğinde, uzunca bir süredir Türkiye’de son derece aşina olduğumuz, yetki almış kişi ve kuruluşların can simidi “popülizm” olgusunu fena halde çağrıştırmakta olduğu görülebilir.
Öncelikle, amatör ve bölgesel organizasyon ile milli lig statüsünün nasıl eşleştirilebileceği gibi son derece teknik bir hukuksal tartışmayı bir kenara da koyarak, bu başvuruyu destekleyenlerin “peki bunlar hiç yaşanmadı mı?” mealinden kaygılarının haklılık boyutu da oldukça tartışmaya açık gözükmekte kanımca.
Söz gelimi, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün sahip olduğu ve müzesinde bulunan “General Harrington Kupası” (işgal kuvvetleri ile yapılmış bir futbol maçı sonucu elde edildiğinden belki de resmi olarak tanınması en zor olan), bu spor dalına ilgi duyan herkesin malumu olan bir konu olup gerçekliğine ilişkin kamuoyunda en ufak bir tartışma da bulunmamaktadır. Aynı şekilde, futbol kulüplerimizin müzelerinde ve gurur duydukları tarihlerinde, 1959 öncesi döneme ait sayısız unsur mevcut olup en hararetli taraftarlar arasında dahi bu unsurlara ilişkin bir anlaşmazlık gözükmemektedir (yakın dönemin aksine). Diğer bir deyişle ortada tarihi gerçekleri değiştirmeye veya saptırmaya ilişkin ne bir gündem ne de bir tartışma söz konusudur.
O zaman nedir bu ansız ve şaşırtıcı idari başvurunun ortaya atılış sebebi?
Kısır çekişmelerden sıkılan futbolseverlerin en azından bir kısmının, Fenerbahçe başkanı olması ile umut bağladığı bir isimdi esasen Ali Koç. Kurumsal dünyada ailesinin sahip olduğu vizyon ve kendisine ait tecrübesini futbol dünyasına aktarmasının karşılığı; Fenerbahçeliler açısından sportif başarı, futbolseverler açısından ise kalitesiz televizyon programlarına hapsolmuş futbol dünyasına yeni bir soluk ve yeni bir vizyon gelmesi idi (özellikle selefi düşünüldüğünde).
Bu beklenti, başarısız sonuçlar alan futbol takımının, yaptırım olarak İstanbul’a dönüş yolculuğunda uçak yerine otobüse bindirilmesi gibi uygulamalarla sekteye uğramış olsa da, Türkiye Futbol Federasyonu’na yapılan bu başvuru, hâlâ merakla beklenen Ali Koç vizyonunun tümden popülist bir yaklaşıma feda edildiğinin açık göstergesi olarak karşımıza çıkmakta bana göre.
Yeşil saha üzerinde yaşayacağı başarının hayalini kuran taraftarına, idari bir karar sonucunda forma üzerine eklenebilecek yıldız(lar) hamlesiyle ancak cevap verebiliyor Ali Koç.
Türk futbolseverleri açısından sonuç olarak ise; idari makamların veya mahkemelerin vereceği kararların sonucunu beklemek zorunda kalmayacakları bir futbol düzeni hâlâ uzak bir hülya gibi duruyor.
Ne diyelim; bırakın artık sahada oynansın şu meret!
*Doktor, Avukat