Doğduğu gün ölen kimdir? Hallac-ı Mansur
Hallac, açıkça Hak’ın bir belirtisi- tecellisi olduğunu, söylediklerinin ise, O’nun (Hak) söylediklerinin dışa yansıması- dile gelmesi olduğunu belirtmiştir. Yolu onların yolu değildir; yolunu, bundan böyle ateşle tehdit edilmesine rağmen, yalnızca O’na secde edeceğini söyleyen İblis ve denizde boğulan ama iddiasından vazgeçmeyen Firavun ile birleştirir.
Müslüm Yücel
Hallac-ı Mansur doğduğu gün ölen belki de dünyadaki tek kişidir, rivayet odur ki doğduğu gün, öldüğünü bilendir o; d. 26 Mart 858; ö. 26 Mart 922. Böyle doğup ölenlere, en az 124 kere merhaba demek gerek…
Ve merhaba deyince o, merhaba ey kalemim, kağıdım, mürekkebim, sayfam, yazım, harfim, kitabım; suyum, servim, güneşim, yıldızım, ayım, kandilim, yağım; toprağım, taşım, başım, yaşım, kaşım, ateşim, aşım, inim, indim, çağım, çarmıhım; duam, dilim, ilim, delilim, kefilim, vekilim, seyrim, selametim, sırrım; kemalim, cemalim, nurum, şevkatim; dağılanım, toplayanım, evim, ocağım, kapım, kilidim, çilingirim, duvarım, yükselenim, düşenim; zikrim, fikrim, derim, kemiğim, iliğim, incitenim, sefirim; ebedim, ezelim, ahirim, zamanım; saatim, gücüm, takatim, geçmeyinim; ömrüm, kabrim, suyum, kınam; rüzgarım, yelim, elim, ayağım, ağrım, sızım, kanım, damarım; denizim, deryam, gemim, yelkenim; gidenim, gitmeyinim, ahım, vicdanım, aklım, zuhurum, zatım, esvabım; çalım, çabam, çilem, kaderim; canım, cihetim; yolum, yönüm; sağım, solum, aşağım, yukarım, önüm, arkam, şairim, şiirim, mısram, yazdığım, yazmadığım, varmadığım, vardığım; çirkinim, güzelim, dostum, yüzüm, gözüm, gördüğüm, uykum, düşüm; aynam, geldiğim, gittiğim, döndüğüm, baktığım; testim, kırıldığım, aktığım merhaba!
Hallac’ın görüşleri dönemin iktidarı ve iktidar ile dirsek temasında olan ilahiyat çevrelerini zorlar. Şeriat çevresinde bir araya gelen ilahiyat çevresi Hallac’ın “ulaşma” ve “erişme” görüşünün (fena fillah) lahût (niteliksiz: bî-keyfiyet ve bî-rek, ki buna Hu ile işaret edilir) ve nasûtu (maddenin karanlığıdır; bu, âlem ve insanın toplamıdır. Buna göre ruh karanlıktadır) karıştırdığını ve bunun da bir tür tüm tektanrıcılık (panteizm) olduğunu söyler ve Hallac’ı da kınarlar. Siyasetçiler, bu hali, kışkırtılar. Mutasavvıflar ise çekingendirler ve Hallac'ın erken ve tedbirsiz davrandığını ima ederler. Sonuçta varılan sonuç Hallac’ın takıyye (örtme) ve ketman (disiplinler arasında inkâr, nifak) ilkesini ihlal etmiştir. Din adamları ve siyasetçiler bir araya gelmiş ve İbni Davud Ispanani’den de fetva almışlardır: Hallac şeriata karşı biridir ve bunun için “katli mübah ve meşrudur.” Hallac, sekiz yıl, yedi ay hapiste kalmış, sonuçta asılmıştır.
Hallac, hapishanede Tavâsîn’i (1) yazar- söyler. Tavâsîn, Kuran’da adı geçen üç sürenin (Şuara; Ta, Sin, Min; Neml; Ta, Sin; Kısas; Ta, Sin, Min) başlangıç harflerinin ilk ikisinin (tı ve sin) okunuşu ile elde edilmiştir. Şuara Suresi’nde Muhammed’e ve Musa’ya, Neml ve Kısas’ta daha çok Musa’ya ve diğer Tevrat’ta geçen (Davut, Lut, Salih) peygamberlere ithaflar söz konusudur.
Tavâsîn, Sîrâç Tâsîni ile başlar: “Gayb nurundan bir kandil o” (Öztürk, s, 193). Bir ışık gibi görülmezin nurundan çıkmıştır ve geri dönerek diğer ışıklara egemen olmuştur. (Günenç, s. 15). Burada Tusteri’nin söylediği nur; nuru Muhammedi ve evtad kavramları bizi karşılar ve kavram miraç ile taçlandırılır; o, “Önce’den önce vardı o, sonra’dan sonra da kalacaktır.” Açıktır, Muhammed, bir insan değildir, ilahtır; Tanrı- insan anlayışıyla da bütünleşmiştir. Bu da bizi panteizme götürür; Tanrı, her şeydir ve her şey Tanrı’dır. Dahası Tanrı, evren ve insan ayrımı yoktur burada; o, açıkça hak ile haktır; yok olmak yoktur onda, varlık içinde vardır. Şiirde bu gelişir. Muhammed, “Zaten o hem delildir, hem medlul” ve Hak, onu “serbest bırakmıştır”; Hakka “varan” ve Hak’tan ayrılmayan odur: İlim onun denizinde bir damla, hikmet onun ırmağında bir avuçtur; zamanlar bile “onun zamanında bir saattir.” Allah, Muhammed’i yaratılmışlara teslim etmemiştir: “Çünkü o, odur; o bir ‘o benim’dir; o, bir ‘o, odur’. Çünkü o, odur. Nasıldır o? O, odur işte. O, odur. Ben oyum. Ve o, odur” (Öztürk, s. 202).
Şeytan bahsi ise altıncı tâsîndedir: Ezel ve İltibas Tâsîni. Muhammed’i burada Ahmed adıyla görürüz. Yaşar Güvenç çevirisinde, Nuri Öztürk’te yer almayan bir giriş vardır. Bu giriş şöyledir: “Tanrı rahmet eylesin, Şeyh Ebu’l Mugit, demiştir ki belirlenmiş iki görev vardır yalnızca; İblis’inki ve huzur içinde yatsın, Muhammed’inki. Ama İblis, Öz’den düşmüş; Muhammed ise Öz’ün özüne sahip olmuştur” (Güvenç, s. 37). Burada dikkatimizi çeken özdür.
Hallac’ın ifadesi ile İblis, özden düşmüştür, Muhammed ise özüne sahip çıkmıştır. Birini diğerinden ayrıma söz konusudur. Biri düşmüş, diğeri özüne sahip çıkmış ama ikisine özü veren biri vardır, kim?
Tanrı, bir inancı ya da bilgiyi doğru kavramanın aracıdır ve o, bize doğuştan gelmiştir; iyi ve doğru (mükemmel) ise hafıza ile ilgilidir; hafıza da ispatlanmış iyi ve doğrulardır bunlar. Bilincimizdeki insan balçıktan, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ruhunu ise bu iki varlık, Tanrı’dan alır. İnsan, yani ben, kuşku duyar, idrak eder, ikisinin karşılığında kabul ya da ret başlar: İttifak ya da savaştır bu. Buna kim karar verir?
İnsan için belki duyu diyebiliriz ama ateşten yapılan için vereceğimiz yanıt, büyük ihtimal eylem demekten başka bir şey yoktur. Çünkü her varlığın niteliklerinin dayanakları vardır; olmalıdır (öz ve töz). Bizi sıkıntıya sokan ise balçıktan ve ateşten olan varlıkların yaratılmamış (Tanrı) birinden gelmiş olmasıdır ama, madde olan ateşi ve yine ruhu olmadan bir madde olan insanı yaratan odur. Burada, bu şiir dizgesi içinde ikisi; balçık ve ateş karşı karşıyadır ve ikisi madde hallerinden çıkmışlardır, verilen ruhla ikisi bir savaşım vermektedir. Tekrarlamakta yarar var öz’ün özü ile özden düşmüş olandır. Savaşın nedenini vardır, bu varı bilmeyiz, içimizden Tanrı’ya bağlılık geçer ama, sadece geçer.
Şiirin ikinci bendinde bir ses duyarız. Sesi, Hallac, Kuran’dan (Bakara Suresi, 30’uncu ayet ve Araf Suresi, 11’inci ayet) almıştır: Secde et! Doğrudan İblise sesleniliyor. Ancak biz bu istediğin çıkış yerinin, ilk insanın yaşam yeri olan cennetten geldiğinin bilgisine sahibiz. Tanrı, Şeytan’dan, Adem’e (insana) secde et demişti ve şeytan kabul etmemişti. Anlarız, Muhammed, aynı zamanda Adem’dir (insandır). Adem’e secde etmediği gibi şeytan, Muhammed’e de secde etmeyi kabul etmemiştir. Buraya kadar ayetler ışığında gelişir ama, bundan sonrasında şiirsel söylem gelişir. İblis, Muhammed’e secde etmez, dahası ikinci bir emir yinelenir (secde et ve): “Bak.” İblis, iki emri de yerine getirmez; ne secde eder ne sağa ya da sola bakar; bakışları ne yön değiştirir, ne söner (Güvenç, s, 37). Nuri Öztürk, çevirisinde sağa sola bakmayan kişi Muhammed’tir ve “Muhammed’in gözleri” Necm Suresi (17’inci ayet) ile açıklanır: “Ne şaştı ne de haddi aştı” (Öztürk, s. 228- 229).
Şiirin bundan sonrasında İblis görevini açıklar: “İblis önce yakarmış, Hakkın yoluna çağırmıştı.” Kimi? Muhammed’i. Ancak bu çağrı bir karşılık bulmaz, bundan sonrasında İblis “kendi gücüne” sığınır (Öztürk, s. 229). Güvenç’te bu “İlk gücüne kavuştu” (Güvenç, s. 38) diye aktarılır. Sonra Muhammed görevini açıklar. Ancak İblis ile Muhammed bu bentte çok belli olmayan bir yolda ayrılırlar. İblis, davet ve dua; Muhammed, iddia ile belirir. Burada İblis, gücüne kavuşurken; Muhammed, gücüne bel bağlamaz. Muhammed, “Ancak senin yardımınla hareket eder ve yalnız senin yardımınla yükselirim” (Öztürk, s. 229) der ve şöyle devam eder: “Ey kalplerimizi çekip çeviren/ Seni yeterince övemem ki ben.” Burada, ikisinin bir arada olduğu mekân- yerde belirir; ikisi cennet sakini- gök sakinidirler. Hallac burada, şunu söyler: “Gök sakinleri içinde İblis gibi muvahhit yoktu.” Muhammed için İblis, yükseliş için bir yardımcıdır. Hallac için o muvahhittir; tek olanı kabul eden kimsedir. Ancak bir süre sonra o, “gözden düşmüştür.” Bunun nedeni şudur: O lütuftan uzaklaştırılmıştır. Yani uzaklaşmış değildir, uzaklaştırılmıştır; mabuttur yani ibadet edilen varlık, şiirde Muhammed, şiirin alttan akan bilincinde Adem- insandır. İşte bu yüzden, gözden düşmüş, onun huzurundan kovulmuş (cennetten uzaklaştırılmıştır).
Cennetten kovulma sadece Muhammed ile sınırlı değildir. Bir süre sonra devreye Hak girer ve Hak, İblise “secde et” der. İblis yanıt verir: “Senden gayrısına secde etmem.” Hak, “o halde lanetim, üzerine dökülecek”der. İblis, aynısı sözü tekrar eder: “Senden gayrısına secde etmem.” Devamla İblis, Hakk’a bağlılığını “senden başkasına yok benim yolum/ Seni seven boynu bükük bir kulum” diyerek anlatmaya başlar. Hak ve İblisin münazarası devam eder. İblis, secde etmemiştir ve bunu Hak, “kibirlendin mi” diye sorunca İblisin verdiği yanıt şu olmuştur:
“Seninle sadece bir lahzalık beraberliğim bulunsaydı, o halde bile kibirlenmek ve cebbarlık etme bana pekala yakışırdı.” Korkunç bir bağlılıktır bu ve bir süre sonra niçin secde etmediğini açıklar. Buna göre İblis kendisini Muhammed’den “üstün görür” ve Hak katında, kendini daha “kıdemli” ve “hizmetli” bulur. Asıl neden bu değildir ama asıl neden: “Ve senin beni isteyişin daha eski/ Ya senden başkasına secde etseydim.” Açıktır İblis, eğer öze secde etse, özün kendisinden uzaklaşacaktır. Hatta bunu söyler de, der, “secde etseydim, aslıma dönmem gerekti.” Aslı, ateştir. Bunu yapmaz ve takdiri Hakk’a bırakır. Çünkü Hakk’ın vereceği bir karardan İblis korkmaz; yakın ile uzağın da farkına varmıştır, ayrılmıştır, bundan sonrasında “ayrılık” onunla olacaktır; ayrılıkla arkadaş olacaktır. Çünkü “tevfiki veren odur” ve onu seven, “seçkin bir kul” asla “boyun eğmez başkasına” (Öztürk, s. 230).
Şiirin bundan sonrasında imtihan dönemi başlar. İblis bir sınamadır. Ancak bu sınama içerisinde Hakk’a karşı gelmek yoktur. Hak da, İblise bir “emir” vermemiştir zaten, sürekli onu imtihan etmiştir. Emir ve imtihan burada ayrılır birbirinden. Bir keresinde Musa ile Tur Dağı’nda karşılaşmıştır İblis ve Musa da sormuştur: “Seni secde etmekten alıkoyan neydi?” İblisin yanıtı şudur: “Eğer Adem’e secde etseydim, senin gibi olurdum.”
Senin gibi olurdum, yani Musa kuldur. Bir keresinde “dağa bak” denildiğinde Musa hiç, düşünmeden dağa bakmıştır. Ama İblise bin kere secde et denilmesine rağmen secde etmemiştir. İblis, inancına bağlıdır. Musa emire karşı geldiğini söyleyince de İblis, “o bir emir değil” demiştir; o bir imtihandı. Çünkü İblis, Hak ile beraber olanı söylemiştir ve bu söylem İblis üzerinden şöyle dile getirilmiştir: “Zikri zikrim; zikrim zikri, aynıyız, birbirini anan beraberleriz” (Öztürk, s. 232).
Geriye şu kalıyor: Şimdi ve ezel. Eskiden İblis, Hakk’a hizmet ediyordu ama şimdi Hakk’a (O’na) Hak için (O’nun) için hizmet ediyor. Mutludur; çünkü (o günden beri) hizmeti daha temiz, günleri daha güzel, anımsayışları daha görkemlidir. Düşmemiştir İblis, bu düşmekle aç gözlülükten sıyrılmıştır; Hak, onu yalıtmıştır. Bunun nedeni hizmetleridir. Hizmetlerinden dolayı sürgün edilmiştir. İblis onu, iç gözü ile görmüştür; onun Birliği içindedir ve O, birliği açığa çıkartmıştır, bundan sonra bu açığa çıkartma, bu bir içinden kesip atma ile İblis, birle birleşmiştir. Artık İblisin derdi, onun arzusu doğrultusunda didinmektir (Günenç, s. 40).
Musa ile münazaradan sonra şunu anlarız; Hak, şeytanı gayretinden dolayı sevgili ile aşıkarasından (ağyar) uzak tutmuştur; hayreti yüzünden onu değiştirip yenilemiştir ve bu hayret, ona bir gurbet vermiştir: Hak onu, hayreti yüzünden gurbete atmış, böylece sohbeti yüzenden mahrem, methali yüzünden çirkin, hicreti yüzünden dokunulmaz biri olmuştur. Şeytan sitem etmez. Her şey onun istediği gibi olmuştur. Hak ona küsmüştür ve bunun nedeni mükâşefedir: “Mükâşefem yüzünden bana küstü.” Devamla “vuslatım yüzünden mükâşefelütfetti bana” der (Öztürk, s. 233).
Hakk’ın, İblise küsme nedeni mükaşefedir (secde etmedi) ama bunun yanında mükaşefe bir lütuf olarak da dikkat çekiyor; tekrar ediyorum: Vuslatım yüzünden mükaşe lütfetti bana. Nedir Mükâşefe?
Mükâşefe ilahi sırların verilmesidir. Hak, bu sırları verdiği için İblise küsmüştür. Çünkü mükâşefe bir hak yolculuğudur; bu yolculuğa çıkan kimse Hak’a ait olan bilgileri duyar, sezer ve bu duyma ve sezme, duyan ve sezen kimsenin ruh halinden gelir; başka bir deyimle duyma ve sezme onun ruh halidir. Bu onu bir mertebeye götürür. İblis, bir mertebededir ve Hak, onu bu mertebeye getirmiştir. Ki zaten yolculuktan maksat, Hakk’a varmaktır ve Hak, bu yolculuk için âlemin perdelerini aralar, eşyanın perde arkası kişiye ayan olur. İblise bu ayan olmuştur. İblisin söylediği “lütfetti” ise bu anlamda mükâşefenin sanki ikinci safhası gibidir. Çünkü mükâşefe sır demektir; bu sır, dostlar arasında geçerlidir; anlamı, birbirine açılmadır. Hak, kullarına sırlarını açar ve açılma ile mertebeler gelir. Sır, sır ile bir armağana döner. Birine sır (bilgi) verilmez, bir armağan verilir ve bu armağan, bir makamdır. Burada, kibir yoktur, haset, ucub, riya, fahr, enaniyet yoktur ve perdeler, bunlar alt edildikçe açılır. Dünya, bunların yeridir. İblis, bir mertebedir. Bunun yanında mükâşefe-i ayn vardır; bu, nurların duygularda hissedilip yaşanması anlamına gelir. Şeytan, hissedip yaşar ve hissedip yaşadıklarımızı söyler. Bu, miraçtır. Anlarız. Muhammed ile İblis, miraçta karşılaşmışlardır. Bir rüya hali içinde geçen bir karşılaşmadır bu.
Bütün bunlar yinelendikten sonra şeytan, baştan beri söylediklerini yineler.“Ebedler boyu” ateşler içinde yansa da ondan başkasına boyun eğmeyeceğini- alçalmayacağını söyler ve onun karşısında (yanında, sağında, solunda) bir varlık tanımadığını belirtir; şeytan, kendini içten olan diye tanımlar.
Hallac burada devreye girer ve İblise sorusu da Azazil etrafında gelişir. Adem’e secde etmeden önce şeytan bu isimle anılmıştır. Kuran’da olmayan, Tevrat’ta olan bir isimdir bu, anlamı Azzez’den gelir: Desteklenmiş. Görevi secde bahsinden önce bütün melekleri komuta etmektir. Kürtler Haft Raz Haftan der; karşılığı yedinci günün meleğidir. Birinci melek, Meleke Tavus’tur. Hallac, Azazil’in cennette yaşadığını, yeryüzünde görevli olarak gönderildiğini; asıl işinin gökyüzünde meleklere, yeryüzünde insanlara ve cinlere öğüt vermek olduğunu, bu öğütlerle de kötülükleri gösterdiğini ifade eder (Günenç, s. 40) ve Azazil buradan bahse konu olur. Buna göre Azazil, hem yer hem de gökte bir dai idi. Dai: Allah’a davet edendir. Davetin yolunu gösterendir. Şiirde bu dai (Azazil) çirkin ve kötü olanı gösterir. Onun iyi ya da kötü olması önemli değildir. Şiirin bildirisine göre şeyler kendi zıtlarıyla vardır: “Zarif ipek kumaşlar, simsiyah kıllar arasında dokunur” (Öztürk, s. 234). Buna göre çirkini tanımayan, güzeli de tanımaz.
Hallac, bundan sonrasında İblis ve Firavun’la konuşur. İblisin secde etmediği için onurlu olduğunu (kaldığını), adını yitirmediğini söyler. Firavun ise “Haberciye (meleğe) inansaydım, onurlu katımdan aşağı düşecektim” der. Hallac, burada hapislik halini dile getirir ve şunu söyler: “Sözümden ve davamdan dönseydim, fütüvvet yaygısından dışarı atılırdım.” Buradan şiir, bir iktidar eleştirisine evrilir; Hallac, onlara (iktidara) söylediği sözleri şiirde tekrarlar: “Eğer O’nu tanımıyorsanız eserini tanıyın. İşte o eser benim. Ben hakkım. Ve ben Hakk'la hak olarak devam edeceğim” (Öztürk, s. 234).
Hallac, açıkça Hak’ın bir belirtisi- tecellisi olduğunu, söylediklerinin ise, O’nun (Hak) söylediklerinin dışa yansıması- dile gelmesi olduğunu belirtmiştir. Yolu onların yolu değildir; yolunu, bundan böyle ateşle tehdit edilmesine rağmen, yalnızca O’na secde edeceğini söyleyen İblis ve denizde boğulan ama iddiasından vazgeçmeyen Firavun ile birleştirir.
Artık mahkeme saati gelmiştir. Bütün gerekçeler ortadır. İblis’in secde etmemesi ve Hallac’ın kurulu düzene boyun eğmemesi birlikte gelişir. İblis, sadece Hakk’a inandığı ve ona boyun eğdiği için sonsuz bir acıya doğru yürür; acı çeker ama bu onu kötü kılmaz; bu, ona direnişçi yapar. Hallac da buradan kendi çilesine uzanır. Söz ve davasından asla ve asla dönmeyeceğini asılsa, çarmıha gerilse, eli ayağı kesilse (Öztürk, s. 235; Günenç, s. 42) söyler.
İblis, niçin boyun eğmediğini “İlimce daha bilgiliyim/ ömrü uzun olan da benim” diye açıklarken alttan altta Hallac’ın mahkemesini de hatırlarız; onu yargılayan kimseleri hatırlarız. Karşısındaki mahkeme heyetinin tümü devletin memuru ve devlet dilinin birer tercümanıdırlar. Onu kurtarmak isteyen arkadaşı (Şibli) deli olduğunu bile söyler. Gökteki dram yerde de sürüyor sanki; Hak, İblise seçme yetkisinin kendisinde olduğunu söyler. İblis’in yanıtı kısadır: “Benim seçmem de senin.” Çünkü secde et diyen de, etme diyen de aynıdır; Bedii ve Semii olandır, Hak’tır. İblis, kaynağından ceza almıştır. Bundan sonra bir daha göğe çıkmayacaktır. Bir göle indirilmiştir; bu göl çimenliktir ama bir yere akmaz; burada ne tutsak ne de özgürdür; ateştir ama içindeki su yakar onu, bağırır ama bağırması bağırma değildir, korku da değil, yalnızca öykünmedir, bir kendini gösterme; çünkü, bilginlerin en dikkatli olanları, ermişler, öğrenmiş oldukları şeyleri bildirme gücünü kendilerinde bulamamışlardır; İblis, kararlıdır, çünkü özünün dışa vurması ile açığa çıkmıştır, daha yakın olmuştur O’na. Diğer melekler ise Adem’e secde etmişlerdir, dün dinledikleri İblisin yerini de Adem almıştır. İblis ise bir kenarda kalmıştır. Hallac’ın bir beytinde dile getirdiği gibi Tanrı ellerini başının üstünde bağlayıp onu göle atmıştır ve sonra da niçin yüzme bilmiyorsun diye hesap sormuştur.
(1) Tavâsin’in Türkçe’de iki çevirisi vardır; ilki Yaşar Günenç’in Yaba yayınları arasından (1995) çıkan çevirisidir, ikincisi Yaşar Nuri Öztürk tarafından yapılmıştir (2011).