Bildiğimiz siyasetin sonu

AKP iktidarı boyunca ortaya çıkan siyasi istikrar göz önüne alındığında merak edilen temel sorulardan biri şu oldu: Bunca yoksulluk varken, işsizlik, bölgesel eşitsizlik ve kalkınma sorunları devam ederken, diğer taraftan demokratik haklar ve ifade özgürlüğü sürekli tehdit altındayken nasıl oluyor da milli irade iktidarın devam etmesinden yana oluyor?

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Bir haftadan daha kısa bir süre içinde yerel seçimler yapılacak ve her birimiz hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bütün bu seçim debdebesi, ruhsuz seçim şarkıları, ortalığı kirleten bayraklar, sahte vaatler, çamur atma ve nefret söylemleri bir sonraki seçim döneminde ya da siyasi kriz anında hatırlanmak üzere Pandora’nın kutusuna kaldırılacak. Bir başka ifadeyle demokrasinin halkın kendi kendini idaresi, seçimlerin de bunun en etkin aracı olduğu ezberi bozulalı çok oldu. Bunu basitçe liberal demokrasinin temsiliyet krizi, demokrasinin açmazları ya da kimlik siyasetinin örgütsel yapılardaki yansıması ile açıklamak mümkün olsa da Türkiye’de ve dünyanın herhangi bir ülkesinde özgün koşullar, toplumsal dinamikler ve tarihsel birikimler siyaset biliminin temel tanımlarnı sorgulamamıza imkan sağlar; bu nedenle üzerinde durulması gereken Türkiye’de bütün bu özgün unsurların siyasete nasıl yansıdığı veya nüfuz ettiğidir.

PARTİ SİYASETİNİN İFLASI

Partiler, güç odaklı yapılar olarak akılcılığı ön planda tutan, bir eylem planı dahilinde hareket eden ve bu eylem planıyla hedefledikleri güç konumuna ulaşmaya çalışan yapılardır. Klasik bir referans olarak Weber’in parti tanımına geri döndüğümüzde partilerin belirli bir amaç uğruna bir araya gelen bireylerin oluşturduğu rasyonel örgütlü yapılardan söz edebiliriz. Buradaki parti kavramı yalnızca siyasi partileri değil, bir güç ilişkisinde iktidar olmayı hedefleyen tüm örgütlü, akılcı yapıları kast eder. Gerçekte ise gerek demokrasinin açmazlarından gerekse siyasi sistemlerin yozlaşmayı kontrol edecek fren ve denge mekanizmalarından yoksun olmasından ötürü partilerin işleyişi bu ideal tanımdan oldukça uzaktır.

Partilerin güce ulaşmak için farklı çıkar gruplarıyla ortaklık kurması eylem planı açısından stratejik bir işbirliği gibi algılansa da aynı zamanda partinin hedeften sapması anlamına gelir. Örneğin CHP’nin İYİ Parti ile işbirliği yapması stratejik ortaklık gibi görünse de CHP tabanında seçmenin “Verdiğim oy neden İYİ Parti’ye de yarasın?” biçimindeki sorgulamasına yol açıyor. Bir başka stratejik parti politikası ise parti yandaşlarına belli vaatlerde bulunulması, seçmenin parti iktidarında belli fırsatlara daha kolay ya da öncelikli ulaşabileceğinin sözünün verilmesidir. Böyle bir ortaklık özellikle ekonomik aktörlerin iktidardan bir çıkarı olduğu durumda geçerlidir. Daha açık ifade etmek gerekirse AKP’nin “yandaş ekonomisi” hem fayda-maliyet hem de sürdürülebilirlik açısından değerlendirilmelidir. Bugüne kadar bu çıkarları kaybetmek istemeyen yeni ekonomik aktörler AKP iktidarını güçlü bir biçimde sahiplendi, bu ortaklık mevcut ekonomik kriz ile başa çıkmaya yaramayınca ne olacak?

Parti siyasetindeki dönüşümün geldiği son nokta ittifak siyaseti oldu. Oysa ittifaklar belli bir uzlaşıyı zorunlu kılar. Bu uzlaşının bir koalisyondan farklı olarak seçimden sonra değil önce yapılması çoğulcu bir demokrasi anlayışı açısından sorunludur, seçmenin kararını ipotek altına alır. Bu noktada iki ayrı tartışmadan söz etmek mümkün. Birinci tartışma ittifakların her iki ortak için de fayda sağlayan yapılar olup olmamasıdır. Örneğin Cumhur İttifakı AKP için faydalı olurken Milliyetçi hareketin ikiye bölünmesine ve taban kaybetmesine yol açtı. Öte yandan İYİ Parti, yeni bir oluşum olması, muhaliflere ses vermesi ve kadın bir lidere sahip olmasının yanı sıra Millet İttifakı’nda yer alması sayesinde siyasi varlık gösterebildi. Ancak ikinci tartışma noktası ise ittifakta yer almanın –ya da almamanın- partilerin varlığı ve işleyişi açısından ne kadar gerekli olduğudur. Burada da en önemli örnek HDP olacaktır. Partinin demokratik temsiline yönelik kısıtlar, iktidarın sert söylemleri ve hukuki müdahaleler diğer partilerin HDP’ye yöneliminde belirleyici olmuştur. Böyle bir durumda HDP’nin siyasi varlık göstermeye devam etmesi Türkiye’de demokrasinin çoğulcu temelleri açısından önemli bir gösterge olabilir.

DEVLET VE HÜKÜMETİN GEÇİRGEN SINIRLARI

AKP, kuruluş tarihi 2001’den itibaren toplam 13 seçimde başarıya ulaştı. Bu sayede Türkiye’nin en uzun soluklu iktidarlarından biri oldu. Bu durum partinin devletin çeşitli kademelerinde çok katmanlı bir biçimde kadrolaşmasına da imkan tanıdı. Dolayısıyla yasama, yürütme ve yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı neredeyse ortadan kalktı; atanmışlar ve seçilmişler arasındaki fren ve denge mekanizmaları da anlamını yitirdi. Üstelik bu kurumsal yapı yalnızca hükümet ve bürokrasi arasındaki işbölümünü değil, okullar, üniversiteler, hastaneler, muhtarlıklar gibi doğrudan iktidar ilişkisinin parçası olmayan görece özerkliğe sahip olması gereken kurumlar içindeki işleyişi de etkiledi. Böyle olunca toplumdaki “biz ve onlar” bölünmesi, liyakata göre belirlenmesi gereken bazı pozisyonların yandaşlığa ve parti sadakatine göre belirlenmesine yol açtı. Kendini üst yönetime beğendirmeye çalışan, atama ya da terfi bekleyen her bir kamu çalışanı iktidara yakınlığını göstermek için türlü türlü mizansenlere başvurur oldu. O kadar ki bu görüntüler hükümetin en üst kademeleri için dahi rahatsızlık yaratmaya başladı.

Burada James Robinson ve Daron Acemoğlu’nun kapsayıcı kurumlarla dışlayıcı, sömürücü kurumlar arasındaki ayrımı Türkiye’deki siyasi çözülmeyi anlamamız için çok kullanışlı olabilir. Kapsayıcı kurumlar mülkiyet haklarını garanti altına alan, piyasanın eşitliğine ve fırsat eşitliğine imkân tanıyan, dolayısıyla yalnızca ekonomik seçkinlerin değil kitlelerin ekonomiye katılımına imkân yaratan, kişisel çıkarların ya da ayrımların söz konusu olmadığı ve bütün bunların etkin bir hukuk sistemi ile garanti altına alındığı yapılar. Diğer taraftan dışlayıcı kurumlar hukukun bağımsız olarak işlemediği, kişisel ya da politik çıkarlara paralel kararlar verdiği, yolsuzluk ve adam kayırma gibi pratiklerin yaygın olduğu ve ekonomik katılımın, mülkiyet haklarının sıklıkla sekteye uğradığı yapılar. Türkiye’deki siyasi değişim kapsayıcı kurumsallaşmadan dışlayıcı bir yapıya doğru evrildi. Üstelik bu gidişatı durdurmak ya da tersine çevirmek için gerekli irade ne seçmen tarafından ne de sistemin kontrol mekanizması olması gereken bürokratik çevreler tarafından gösteriliyor.

CAHİL KİTLELER VE ÇOĞUNLUĞUN TİRANLIĞI: TEK SORUN BU MU?

AKP iktidarı boyunca ortaya çıkan siyasi istikrar göz önüne alındığında merak edilen temel sorulardan biri şu oldu: Bunca yoksulluk varken, işsizlik, bölgesel eşitsizlik ve kalkınma sorunları devam ederken, diğer taraftan demokratik haklar ve ifade özgürlüğü sürekli tehdit altındayken nasıl oluyor da milli irade iktidarın devam etmesinden yana oluyor? Neden insanlar, özellikle alt sınıflar ve ekonomide fırsat eşitliğine sahip olmayan kitleler tercihlerini statükodan yana kullanıyor? Sorunun cevabını kitlelerin doğru karar vermelerini sağlayacak siyasi bilgiden yoksun cahil kitleler olduğu klasik siyaset bilimi savıyla ya da demokrasinin aynı zamanda antidemokratik güç odaklarını iktidara taşıyabileceği, örneğin Hitler’in de seçimle iktidara geldiği argümanıyla savuşturmak indirgemecilik olur. Yazının başında da vurgulandığı gibi Türkiye’nin özgün koşullarına bakmak, son yirmi yılda inşa edilen kültürel hegemonyanın toplumsal ilişkilere nasıl ve ne kadar nüfuz ettiğini dikkatle izlemek, yandaşlığın başlı başına bir kurumsal yapı olarak piyasa mekanizmasına alternatif bir işleyiş yarattığını görmek gerek. Ancak ve ancak bu özgün inşanın sonunda kitlelerin cahil değil faydacı, milli iradenin de politik değil pragmatik bir akla dayalı olduğunu anlayabiliriz.

MUHALEFETSİZ BİR İKTİDARIN SORUMLULUĞU

Bu uzun süreli iktidarın ve ona atfedilen siyasi istikrarın arkasında alternatifsiz olmalarının payını da atlamamak gerek. Ülkenin en köklü partisi CHP, 1970'lerden bu yana seçimlerde etkin bir varlık gösteremedi. Parti gerek ideolojik olarak gerekse parti yapılanması açısından toplumsal talepleri ve tarihsel dönüşümleri karşılayacak atılımlarda bulunmadı. Bir taraftan Sosyalist Enternasyonal üyesi olup diğer taraftan milliyetçi bir partiyle işbirliği yapması ideolojik zeminindeki kayganlığın göstergesi oldu. Parti içi demokrasinin eksikliği gerek parti liderinin değişimi gerekse parti adaylarının belirlenmesi aşamalarında sık sık sorun oldu. Giderek Atatürk’ün ardında bıraktığı değerler sistemi ve buna bağlı Atatürkçü kitlelerin kemikleşmiş taban oyu CHP’nin varlık nedeni haline geldi. Kısaca özetlemek gerekirse 2002 yılında CHP lideri Deniz Baykal’ın seçim sonrası “tek başına iktidar olmak istedik ama şimdi tek başına muhalefet olduk” açıklaması hâlâ geçerliliğini koruyor.

Türkiye’de ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel demokratik hakların baskılanması yalnızca tek sesliliğe yol açmıyor, aynı zamanda eleştirel yaklaşımların ve müzakereci bir demokrasi pratiğinin sağlayacağı gelişme potansiyelini ortadan kaldırıyor. Bugün ana akım medyada söylenenler söylenmeyenlerin yanında bir hiç. En ufak bir kaza, bir güvenlik sorunu ya da adli vakada dahi yayın yasağı var. Tren kazasından, bina çökmesine, yanlış tedaviden yanlış yatırıma hiçbir hatanın sorumlusu ortaya çıkmıyor. Böyle bir ortamda iktidar olası başarıların övgüsü kadar gelecek başarısızlıkların sorumluluğunu da tek başına karşılamaya aday oluyor.

*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü