Bir garip ekonomik buhran hikayesi (6): Krizin çaresi IMF mi?
IMF olsun veya olmasın uygulanacak IMF reçetelerinin sonucu büyük ölçüde benzer olumsuzluklar içeriyor. Bu olumsuzlukları kabul etmeden IMF vasıtasıyla veya IMF’siz borçları döndürmeye kalktığınızda uluslararası finansörlerden olumlu yanıt almanız mümkün değil.
Mustafa Murat Kubilay
Uzun yıllardan beri süre gelen “Türkiye krize girecek mi” tartışması 2018’de ekonominin daralmaya başlamasıyla birlikte sona erdi. Yeni konu krizden ne zaman çıkacağımız. Ancak yaşanan kriz ötelenmiş bir birikim krizi olduğu için etkin bir tedavi ile süratle ayağa kalkmak mümkün gözükmüyor. Hükümetin son bir yıl içerisinde uyguladığı birçok ekonomi politikası aracının ancak sınırlı ve geçici etkide bulunması bu önermeyi doğruluyor. Peki ya dışarıdan destek sağlanarak bu zor durumdan çıkabilir miyiz? IMF, Türkiye’yi kurtaracak olan şövalye olabilir mi?
Şu anda okumakta olduğunuz yazının yedi bölümlük bir dizinin altıncı parçası olduğunu hatırlatalım. Dizinin Ocak 2017 tarihli ilk üç bölümünde kriz için 2018 yılını işaret etmiştik. Mart 2018 tarihli dördüncü bölüm ise krizin aynı yıl başlayacağını ve vatandaşların uzun süre gidişata karşı sessiz kalacağını vurguluyordu. 27 Mart 2019’da yayınlanan beşinci bölümde krizden hızlı bir çıkışın bulunmadığını söylemiştik. Bu bölümde ise krizden IMF yardımı ile çıkmanın mümkün olup olmadığını analiz edeceğiz.
Bir garip ekonomik buhran hikayesi (5): Ekonomik krizden hızlı çıkış yok!
Kısaca IMF hakkında bilgi vererek başlayalım. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda (1944) yeni dünya düzeni çerçevesinde kurulmuş olan IMF, ülkeler arası ödemelerin sorunsuz çalışmasını amaçlar. Düzenli cari açık veren ve bu açığı borç ile finanse eden ülkelerin borçları sürdürülemez seviyeye geldiğinde devreye girerek alacaklı-borçlu ilişkisinin iflas olmaksızın sürdürülebilmesini sağlar. IMF, alacaklı yatırımcıların sahip olduğu alacakların önemli bir kısmını devralarak onları büyük ölçüde kurtarır. Belirli koşullar altında verdiği kredi dilimlerinin ve diğer yatırımcılarının kalan alacaklarının geri ödenebilmesini sağlar. Bu çerçevede borç verdiği ülkelerin maliye ve para politikalarına müdahale ederek borç tahsilatlarını mümkün kılar. IMF, Osmanlı İmparatorluğu’ndan borç tahsilatı yapmak amaçlı kurulmuş Düyûn-ı Umûmiye kadar yetki sahibi ve kötü şöhretli değildir. Yine de tarihimizde yer alan bu acı kurumun günümüze uyarlanmış bir uzantısı olarak çalışır.
IMF-Türkiye ilişkisine geçmeden önce Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumun temelinin aşırı dış borçlanmaya bağlı olduğunu hatırlatalım. Hazine ve Maliye Bakanlığı’na göre Türkiye’nin döviz cinsi brüt dış borç stoku 448 milyar dolar, net dış borcu stokuysa yaklaşık 282 milyar dolar. Bu borcun büyük çoğunluğu özel sektöre ait. Kur artışlarından dolayı son altı yılda özel sektör kâr edebilme kabiliyetini yitirmiş durumda; yani kazanarak bu borcu geri ödeyemiyor. Geriye bu borcun belirli garantiler verilerek döndürülebilmesi kalıyor. Reel sektör şirketleri ve hatta ticari bankalar yurt dışında yeterli itibara sahip olmadıkları için bu garantileri vermek devlete düşüyor.
Türkiye’nin dış borcunun alacaklıları herhangi bir devlet veya devletler üstü kuruluş değil; içerisinde büyük bankaların, fonların ve varlıklı kişilerin bulunduğu uluslararası yatırımcılar. Bu borcun döndürülmesi için alacaklıların kabulü veya mevcut alacaklılar yerine yeni büyük bir alacaklının müdahil olması gerekiyor. İşte tam da bu noktada devreye IMF giriyor.
IMF, bizim gibi dış borç ödeme zorluğuna düşmüş ülkelere belirli koşullar altında kredi vererek mevcut alacaklıları kurtarmayı amaçlar. Türkiye büyüklüğündeki bir ülkenin ihtiyacı olan döviz kredisinin 50-100 milyar dolar arasında olması muhtemel. Bu boyuttaki bir krediyi verebilecek güce yalnızca ABD, AB ve Çin hazineleri sahip. Doğrudan devletlerden borçlanmak çok ağır siyasi taleplere neden olduğu için kolay kolay tercih edilmez. Zaten bu üç ülke grubu da böyle bir kredi riskini doğrudan yüklenmez ve borçlu ülkeye IMF’nin kapısını göstermeyi yeğler.
Yeri gelmişken belirtelim Katar dahil Körfez ülkelerinin Türkiye’nin dış finansman açığını kapatabilecek gücü yok ve olsaydı da tek başlarına böyle bir riski yüklenmezlerdi. Bugüne kadar Katar’ın vadettiği paraların gerçekten gelip gelmediği meçhul. Bununla birlikte net hata ve noksan denilen kayıt altına alınamamış önemli miktardaki paranın kaynağı bu ülke grubu olabilir. Son birkaç yılda yaşandığı üzere bu tip fon girişlerinin etkisi yalnızca günü kurtarmakla sınırlı ve toplu bir iflasın yükünü karşılayabilecek ölçüde değil.
Türkiye’de AKP iktidarının popülist söylemlerinden ötürü IMF yolunun tercih edilmesi kolay değil. Daha önce gündeme geldiği gibi McKinsey gibi Batılı danışmanlık şirketleri vasıtasıyla IMF reçeteleri uygulanabilir ve yeni bir alacaklı olan IMF yerine mevcut uluslararası yatırımcılarla borcun döndürülmesi denenebilir. Riskliliği ve süresi kesinlikle daha olumsuz bu tercih başarılı olmazsa doğrudan IMF kapısı nihayetinde çalınabilir. Bu kısımlar şu anda hükümetin tercihine bağlı; ancak hangi yöntem seçilirse seçilsin uygulanacak reçete az çok aynı ve bu konuda hükümetin etki alanı oldukça sınırlı. IMF olsun veya olmasın uygulanacak IMF reçetelerinin sonucu büyük ölçüde benzer olumsuzluklar içeriyor. Bu olumsuzlukları kabul etmeden IMF vasıtasıyla veya IMF’siz borçları döndürmeye kalktığınızda uluslararası finansörlerden olumlu yanıt almanız mümkün değil.
Peki bu derece olumsuz etki yapacak IMF reçetesi nedir? IMF programlarının ana ilkeleri devletin kemer sıkma önlemleri alması, kamu varlıklarının özelleştirilmesi ve finansal piyasalar ile ticaretin liberalleştirilmesidir (mevzuatların hafifleştirilmesi ve uluslararası rekabete açılması). Bu ilkelerin temelinde krizlerin ölçüsüz kamu harcamaları sonucu çıktığı, kamu varlıklarının verimsiz bir şekilde yönetildiği ve özel sektörün yeter düzeyde rekabetçi olamadığı bakış açısı yatar. Bu üç temelin doğruluğu oldukça şüpheli olmakla birlikte; doğruluğu varsayılsa bile Türkiye’nin bugünkü ekonomik sorunlarıyla örtüşmez.
Peki neden? Türkiye’nin ekonomik krizinin temelinde devletin değil özel sektörün döviz cinsi net 197 milyar dolarlık borcu yatar. Ek olarak özellikle son 16 yıldaki özelleştirmeler neticesinde hâlâ kamu mülkiyetinde veya kısmi etkisinde kalmış olan sektör oldukça az; yani satılacak pek bir şey kalmadı. Son olarak Türkiye’deki ticari hayat fazlasıyla uluslararası rekabete açılmıştır (özellikle tarım sektörü) ve finansal kurumların daha serbestleşmesinin 2008’de Batı’dakine benzer krizler yaratma durumu vardır.
IMF bile yaşanan sorunlar ile önerilen IMF çözümleri arasındaki uyuşmazlığın farkındadır ve bu uyuşmazlık kesinlikle Türkiye’nin krizine özel değildir. Her şeye rağmen Washington Uzlaşması dediğimiz, 1980 sonrasında küresel iktisadi düzende hâkim olan anlayışın katı ideolojisi bu programların değiştirilmesine müsaade etmez.
Ekonomik krize girmiş bir ülkede güven kaybolur ve iç talep çöker. Devletin görevi ilk olarak vatandaşların ve özel sektörün harcamalarını canlandırmak olmalıdır. Aksi takdirde ekonomi normal koşullarda küçülmesi gereken miktardan da öte küçülür ve sonunda buhrana dönüşen bir kısır döngüye girilir. Böyle bir durumda uygulanması gereken en temel politika genişleyici maliye politikasıdır; yani tüketicilerin ve özel sektörün yapmadığı harcamalardan oluşan talep noksanlığını kamunun kapatmasıdır. Kapitalizmin kalesi ABD, 1929’daki Büyük Buhran'dan bu şekilde çıkmıştır (New Deal-Yeni Uzlaşı).
Makroekonomik olarak yapılması gereken bu olmasına rağmen IMF az önce belirttiğimiz kemer sıkma (austerity) önlemlerini size dayatır. Bunun sonucu dış alacaklılar borç tahsilatlarını yaparken; söz konusu ülkenin krizin iyice derinliklerine düşmesi olur. Kapitalizmin merkez ülkelerinden olan ve 2010 sonrasında sıkı bir kemer sıkma programı uygulayan Britanya örneğinden faydalanarak bu durumu açıklayalım. Aşağıdaki görselde 2010 sonrasında Britanya kamu harcamalarının GSYH’ye oranının yüzde 45’ten yüzde 39’a düştüğü görülüyor; yani gerçekten kemerler sıkılmış.
İşin enteresan yanı ise kamu harcamaları azalsa ve dünyada faizler tarihi düşük seviyede olsa da Britanya’nın kamu borcunun GSYH’ye oranı beklentinin tam tersi bir şekilde artmış. Aşağıdaki görselde Britanya’nın kamu borcunun GSYH’ye oranı bulunuyor.
Devlet kemer sıktıkça enteresan bir şekilde borçluluk oranı artıyor. Peki bu nasıl mümkün olur? Çünkü kemer sıkma politikası iç talebi tamamen bitirir ve ekonomideki dinamizm azaldıkça vergi gelirleri daha da azalır. Ya özel sektör? Özel sektör bir türlü güçlü büyüme elde edilemeyince borç ödeyebilme kapasitesini artıramamış. Yatırım amaçlı değil, yalnızca şirketlerinin iflasını önleyebilmek için borçlandıkça borçlanmışlar (2013-19 Türkiye’si). Bu durumun neticesinde aşağıda görüleceği üzere özel sektör borcunda gözle görülür bir düşüş yaşanmamış.
Kısacası kemer sıkma programlarının ardından özel sektörün canlandırılıp kâr ederek borcunu azaltması başarılamadığı gibi kamu borcu artmış. İşin kötü yanı ise bu politikanın tek sonucu kamu borçlarının yani vatandaşın sırtındaki borcun artması değildir; çünkü ekonomideki bu değişim herkesi ayrı ayrı etkiler. Kemer sıkma programları çerçevesinde kamu çalışanlarının ücretleri reel olarak sabitlendiği ve hatta kimi zaman düşürüldüğü için orta gelir tahrip olur. Eğitim, sağlık ve çocuk-yaşlı bakımı gibi alanlarda kamu hizmetleri iyice azaltılır; sosyal hizmetler gibi doğrudan yoksul vatandaşlara destek programlar iyice sınırlandırılır.
Eş zamanlı uygulanan genişleyici para politikası da hisse senedi, tahvil ve emlak fiyatları gibi yüksek servet grubunun çoğunlukla elinde bulundurduğu varlık fiyatlarını artırır. Bunun neticesi de tahmin edileceği üzere gelir ve haliyle servet adaletinin iyice bozulması olur. Tek bir cümleyle söylemek gerekirse kemer sıkma programları hatalıdır ve bırakın sınırlı faydada bulunmayı beklenenin tam tersi yönde etki eder.
Elbette Türkiye’nin bu kısımda durumu belli açılardan farklıdır. Türkiye’de hem merkezi hükümet hem de yerel yönetimler oldukça savurgan bir şekilde yönetilir. Buna rağmen kemer sıkma programı sakıncalıdır ve bu durumun detaylarına yazının ileriki kısımlarında yer vermekte fayda var.
IMF programının ikinci ayağı olan özelleştirmeyi ise çok uzun konuşmaya gerek yok. Çünkü Türkiye'de özelleştirme programına alınabilecek kurum sayısının iyice azalması ve daha önceki TEKEL ve Türk Telekom özelleştirmelerinde yaşanan fiyaskolar nedeniyle bu önerinin iyi niyetine inanıp uzunca bir tartışmaya girmeye hiç gerek yok. Daha açık bir ifadeyle satılacak çok bir şey zaten kalmadı.
Programın bir diğer ayağı olan finansal ve ticari serbestleşmenin ise tıpkı özelleştirmede olduğu gibi Türkiye için kapsamı zaten dardır ve etkisi doğrudan olumsuzdur. Finansal kurumların fazla serbestleşmesinin 1990’lı yıllarda Türkiye’de ve 2000’lerde gelişmiş Batı ülkelerinde açtığı sorunlar aşikardır. Ticari serbestleşmenin sonuçlarını da tarımsal üretimdeki çöküş ve uluslararası fiyatlara bağımlılık olarak rahatça gözlemleyebiliriz.
IMF programlarının hatalı ideolojik bakış açısını, kapitalizmin merkezindeki Britanya’da IMF’siz bir şekilde uygulanmasının sonuçlarını incelemiş olduk. Bu reçetelerin Türkiye’nin iktisadi sorunlarıyla olan uyuşmazlığına da kısaca değindik. Ancak borcun reddedilmesi gibi alışılmışın dışında bir politika izlenmezse, Türkiye’nin mevcut borçluluk durumundan ötürü hükümet bu yolu nihayetinde tercih edecektir. Dolayısıyla bu konunun bir diğer tarafı olan AKP hükümetinin IMF ile nasıl anlaşacağına değinmeliyiz.
AKP’nin 16 yıldır uyguladığı ekonomi politikasının üç temel ayağı bulunmakta. İlki özelleştirmelere, özel sektörün desteklenmesine ve kamunun zayıflatılmasına dayanan neoliberal programdır. İkincisi ekonomide siyasi İslam’ın unsurları olan tarikatların güçlendiği, Diyanet’e ayrılan payın artırıldığı ve Osmanlı dönemi özentisi içerisinde masrafların yapıldığı israf programıdır. Üçüncü ayak ise özellikle düşük gelir grubu ile arasında kurduğu asgari ücrete ve sosyal yardımlara dayanan seçim odaklı ekonomi yönetimidir.
Taktik olarak IMF ülkelerin bütünüyle çaresiz kalacağı güne kadar sabırla bekleyerek ve şartlarının fazla direnç gösterilmeden kabul edilmesini sağlar. IMF için kemer sıkma olmazsa olmazdır ve azaltılacak olan kamu harcamalarının hangi kalemlerden olacağıyla çok ilgilenmez. Onun için önemli olan devletin yabancı yatırımcılara borcunu ödeyebileceği miktarda bütçeden pay ayrılmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla kemerin nereden, nasıl sıkılacağında söz sahibi daha çok AKP’dir. Peki AKP nasıl bir yol izler?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın AKP gelmeden önce 2002 yılındaki bütçe büyüklüğü 553 milyon TL’dir. Ekonomik dinamizmde bozulmanın ilk başladığı 2011 yılındaki miktarı ise 3,2 milyar TL’ye çıkmıştır. Böyle bir döneme girdiğinizde Diyanet bütçesinin kısılarak daha verimli alanlara aktarılmasını beklemek gerekse de gerçekleşen çok daha farklı oldu. 2018 yılı Diyanet bütçesi 7,8 milyar TL’ye çıkmıştır. Belki hükümet mevcut ekonomik gidişatın ciddiyetini yeni anlamış ve 2019’da Diyanet bütçesini kısmıştır diyenler olabilir. Acı gerçek ise biraz daha artırılarak 10,5 milyar TL’ye çıkarıldığıdır. Bu arada daha önce başbakanlığa tanınan örtülü ödeneğin yeni sistemle birlikte üst sınırının iki katına çıkarıldığını da not düşelim. Özetle AKP bu koşullar altında bile israf ekonomisinden ve kendi ideolojik tercihlerinden feragat etmemektedir.
Dış borç ödemeleri için bir diğer yöntemse özelleştirmelerin artırılarak tek seferlik gelir elde edilmesidir. Ancak mevcut durum itibarıyla kamu mülkiyetinde kalmış az sayıda varlık bulunmakta. Kamu bankaları gibi görev zararı vermeye başlayan kurumların pazarlanabilmesi mümkün değil. Savunma sanayi, enerji sektörü ve elde kalan birkaç KİT’in satışı da dış borç geri ödemeleri için yeterli olamaz. Öyleyse geriye kemer sıkılacak tek bir yol kalıyor; devletin çalışanlarına verdiği ücret, istihdam yaratma amaçlı kullanılan teşvikler ve kamunun sağladığı sosyal hizmetlerin kesilmesi. Daha açık bir ifadeyle 2018; asgari ücretli ve kamu çalışanlarının enflasyona ezdirilmediği son yıldı. Devletin yeni istihdamı güçlendirmek için uyguladığı SGK priminin, çırak vb. maaşlarının ve KOBİ’lere sağlanan benzeri teşviklerin de sonuna yaklaşmış durumdayız.
Özetle kemer sıkma önlemlerinin Cumhurbaşkanlığı’nın israf bütçesini, MEB üzerinden imam hatiplere verilen desteği veya Diyanet’in ekonomiye katkısı olmayan harcamalarını kapsayacağını sanmak büyük saflık olur; işin hakikati düşük ve orta gelir grubuna yapılan istihdam destekleri ve sosyal hizmetlerin kesilmesi olacaktır.
IMF programlarının iyi niyetli olmadığını, Türkiye’nin ihtiyaçları ile uyuşmadığını ve AKP eliyle yürütüldüğünde tahribatın daha büyük olacağını belirttik. Borcun reddedilmesi gibi radikal bir politika denenmediği müddetçe mevcut finansal düzende bu programın kabul edilmesinin bir zorunluluk olduğunu tekrar hatırlatalım. Ancak IMF ile de kalıcı sonuç elde edilemediğini Türkiye’nin bugüne kadar 19 stand-by anlaşması yaptığını ekleyelim. 2001 krizi sonrasında uygulanan anlaşmalardaki kamunun zayıflatılıp özel sektörün desteklenmesinin özel sektör borç krizini yarattığını ve kamuyu küçültelim derken özelleştirme peşkeşlerinin yaşandığını söylemek gerek. Aslında 2001 sonrasındaki süreçte Türkiye, IMF vasıtasıyla bir süre nefes alırken bir sonraki krizinin temellerini de atmış oldu.
Peki IMF programlarının bu aşamada Türkiye’ye kayda değer hiç faydası yok mu? Elbette var. Çünkü doğrudan veya dolaylı IMF tercih edilmezse ve borcun reddi gündeme gelmezse bu durumun sonucu Türkiye’nin moratoryum ilan etmesi veya daha açık bir ifadeyle dış borçlarını ödeyemeyerek iflas etmesi olur. Böyle bir durumda bankaların kredibilitesi azalır, dış ticaret durur ve bir kaos ortamı yaşanır. IMF’in desteği böyle bir süreci önler.
Ancak IMF programının varlığı krizin bu denli derinleşmesini önlese de süresinin uzamasına neden olur. Britanya örneğinde olduğu gibi kriz yıllarca sürer ve yeni normal haline gelir. Ötesi Türkiye’nin içinde bulunduğu durum için Britanya da değil; Yunanistan daha uygun bir örnek. 2010’da IMF ile anlaşan ve geçen dokuz yılda krizden çıkamayan Yunanistan’ın 2060 yılına kadar AB ve IMF’ye 322 milyar avro borç ödeme taahhüdünde bulunduğunu söyleyelim. Yani iki kuşak boyunca Yunanistan’da insanlar aşağıdaki görselde ifade edilen borç artışının ve borcun hepsinin kamu tarafından üstlenilmesinin sonucu olarak hayatta kalmak ve borç ödemek için çalışacak.
Özetle IMF anlaşması hızlı ve acılı bir ölümden sizi kurtarsa da sizi yıllarca yatalak hasta yapıyor. Buna da denize düşen yılana sarılır deniyor.
Bu yazı dizisinin yedinci ve son bölümünde hızlı bir çıkışın mümkün olmadığı ve IMF’nin kurtarıcı rolü üstlenemeyeceği bir ortamda krizin ekonomik bir buhrana dönüşme ihtimalini inceleyeceğiz.
DEVAM EDECEK