Ana akımsızlaştırılan Türk medyası ve 31 Mart seçimlerinde medya etkisi

Mevcut iktidar, artık Doğan Medya Grubu’nun yaptığı yayıncılık anlayışına dahi tahammül edemez bir noktaya gelmiş, Hürriyet gazetesinin Sabah gazetesi ya da Star gazetesinden, CNN Türk’ün de A Haber ya da Kanal 24’ten bir farkı olmamasını arzu etmiş ve yaşanan el değiştirme ile bu arzu gerçekleştirilmiştir.

Google Haberlere Abone ol

Egemen Aldoğan*

Liberal iletişim kuramları, medyanın güçler ayrılığının dördüncü kolu olduğunu söyler. Burjuva demokrasinin geçerli olduğu ülkelerde bu tez görece kabul edilebilir. Eleştirel medya kuramları ise, basın yayın etkinliklerini gündelik tarih yazımı ve güncelliğin bütün boyutlarıyla yansıtılması olarak kabul eder. Bunun altında da bilginin özgürce dolaşıma sokulmasına verilen önem ve insanların bu bilgi akışından yararlanmasına verilen önem yatar. Özellikle Türkiye gibi güçler ayrılığı ilkesinin temelden sarsıldığı ve ortadan kalktığı bir ülkede medyayı güçler ayrılığı bağlamında ele almak ise yeterli olmuyor. Çünkü yasamayı, yürütmeyi ve yargıyı kendi uhdesinde toplayan Saray yönetimi, medyayı da doğrudan kendisi kumanda ediyor.

Gerçeklerin önündeki sis perdelerini kaldırmak için mücadele etmesi gereken, yurttaşların bilgi akışından yararlanması ve siyasi kararlarını alırken de yurttaşlara geniş bir perspektif çizmesi sorumluluğu olan medya kuruluşları, uzun zamandır bu sorumluluklarından uzak bir şekilde çalışıyor. Mevcut iktidar döneminde tarafgir hale gelen medya düzeni, kamuoyundaki çoğulculuk ortamının neredeyse tamamen ortadan kalkmasına hizmet ediyor ve ülkede yaşanan pek çok gelişmenin ya haberleştirilmemesi ya da haberleştirilse dahi saray yönetiminin resmi görüşünün dışında bir görüşe yer verilmemesini sağlıyor. Bütün bunların sonucunda Türkiye, çölleşen bir medya düzenine mahkûm ediliyor. (CHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Fethi Açıkel başkanlığındaki CHP Bilim Platformu tarafından hazırlanan “Otoriterleşen Türkiye’nin Çölleşen Medyası” başlıklı politika notu, Türkiye medyasındaki bu çölleşmenin tüm nedenlerini, basın özgürlüğünde yaşanan gerilemeyi ve basın emekçilerini/sektörün yaşadığı sorunları net bir şekilde ortaya koyuyor.)

MEDYADAKİ TEKELLEŞMENİN ETKİLERİ ARTIYOR

Türkiye, 31 Mart 2019 tarihinde yapılacak yerel seçim öncesinde; son üç dört seçimdir olduğundan daha da fazla bir şekilde medyadaki tekelleşmenin etkilerini ve muhalif adaylar/partiler üzerindeki ambargoyu hissetmekte.

Son yıllarda tüm dünyada artan otoriter yönetim anlayışının ortak bir refleksi olarak, basın özgürlüğünün sınırlandırıldığı ve medya sahipliğinin tek elde toplandığı görülüyor. Macaristan’da, hükümet çizgisindeki yaklaşık 500 gazete, televizyon, radyo kanalı ve web sitesinin tek bir holding bünyesi altında birleştirilmesi otoriter yönetimlerin “medya kontrol” arzusunun sonunun olmadığını net bir şekilde göstermekte.

Tabii, Macaristan’da otoriter Başbakan Viktor Orban’ın bu uygulaması, Türkiye’de en azından resmi olarak şimdilik mevcut değil. Orban’ın bu uygulaması, Erdoğan’ı imrendiriyor mu bilinmez. Ancak bilinen şu ki; Türk medyasındaki durumun fiilen Macaristan’daki durumdan pek farkı yok.

Burada da hükümet çizgisindeki gazete ve televizyonların tek merkezden yönetildiği, tek patronunun olduğu ve gazete/televizyonların sahipliklerinin hükümete yakın sermaye odakları arasında “havuz aracılığıyla” göstermelik şekilde pay edildiği bir sır değil.

Mevcut iktidar döneminde, özellikle 2013 Gezi Direnişi döneminden itibaren medyayı tamamen kontrol altına alma, sindirme ve yok etme stratejisinin sonucunda “ana akımsızlaştırılan” ve tek sesli bir hale getirilen bir medya düzeni inşa edildi. Gerçeklerin, kamuoyunda yaratacağı tepkilerden duyulan endişe, medya üzerindeki baskıları ve sansürü de adım adım büyüttü.

GAZETECİLİĞİ BİTİRME PROJESİ UYGULANIYOR

Bugün, basın özgürlüğündeki büyük gerilemenin nedenlerini ortaya koyarken ve mevcut medya düzenini analiz ederken dikkat çekilmesi gereken ilk nokta, medya sahipliğinde iktidar lehinde yaşanan dönüşüm ve Türkiye’nin köklü medya kurumlarının birbirine benzeştirilerek değersizleştirilmesi ve nihayetinde gazeteciliğin bitirilmesidir.

Türkiye, 30 Mart 2014 seçiminden bugüne yapılan bütün seçimlerde adım adım daha da büyüyen bir medya karartmasını yaşamakta. Sırasıyla yapılan tüm seçimlerde medyadaki bu tekelleşmenin iktidar partisine kazandırdıkları ve muhalefetin başarı kazanmasına yönelik engelleri ulusal ve uluslararası pek çok rapora yansıyor. Medyadaki yoğun dikey ve yatay tekelleşme, yapılan seçimlerin adil olmasını doğrudan engellemekte. Türkiye’nin Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 2002 yılından bugüne 58 sıra gerileyerek 157'nci sırada yer alması ve Türkiye’deki her beş yurttaştan üçünün ülkede basın özgürlüğünün olmadığına inanması da bu karartma ve sansür politikalarının sonucunu gözler önüne koyuyor.

Ana akım medya denilince akla ilk gelen Doğan Medya Grubu’nun bir kamu bankası kredisiyle Demirören Grubu’na devredilmesi ve bu grubun yönetimindeki medya organlarının hızla, doğrudan hükümet çizgisinde yayın yapan medya organlarının çizgisine çekilmesi, Türkiye’de zaten pek sağlıklı olmasa da varlığını devam ettiren ana akım medya anlayışına son verildiğini tescillemekte. Mevcut iktidar, artık Doğan Medya Grubu’nun yaptığı yayıncılık anlayışına dahi tahammül edemez bir noktaya gelmiş, Hürriyet gazetesinin Sabah gazetesi ya da Star gazetesinden, CNN Türk’ün de A Haber ya da Kanal 24’ten bir farkı olmamasını arzu etmiş ve yaşanan el değiştirme ile bu arzu gerçekleştirilmiştir.

HÜRRİYET SARAY'IN BASIN BÜLTENİNE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Doğan Medya Grubu’nda yaşanan bu değişimin etkileri, 31 Mart 2019 Yerel Seçimi öncesinde net bir şekilde görülmekte. HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’nin açıklamalarının çarpıtılıp haberleştirilmesi ve muhalefet partilerinin PKK ile bağlantılı olduğu iddia edilen aday listesinin yayımlanması ile Hürriyet gazetesi işlevinin ne olduğunu göstermiştir. Sarayın basın bülteni olarak çalışan gazete ve televizyonlardan pek bir farkı kalmayan Hürriyet ve CNN Türk’ün, reyting ve tirajlarında da büyük bir düşüş olduğu ölçümlere yansımaktadır. Zaten, 2013 yılından 2017 yılına gazete tirajlarında yaşanan üçte bir oranında azalma, yurttaşların birbirine benzeyen ve gazetecilik yapmaktan uzak gazeteleri okumadığını da net bir şekilde göstermekte.

Burada düşünülmesi gereken nokta şudur: Bu medya satın almalarını dizayn edenler, okur ve izleyicilerin bu duruma tepki göstereceğini ve gazete, televizyonları takip etmekten uzaklaşacaklarını bilmiyorlar mı? Bana kalırsa, mutlaka bu durum biliniyor ancak buradaki asıl amaç medya üzerinden ticari bir kâr etmek olmadığı için bu bir sorun olarak görülmüyor. Okuyucusuz ve izleyicisiz kalan medya organları, başka alanlardaki rant ağlarıyla finans edildiği için medya patronluğu da sadece iktidara hoş gözükmenin bir aracı haline getiriliyor. Yani, cebinden para çıkmadan medya sahibi olanlar, köklü medya kurumlarının tüm kurumsal değerlerini yıkmakta bir beis görmüyor. Züccaciye dükkânına giren bir fil gibi, amatör propagandist haberler yapılmasında bir engel görülmüyor.

Ankara, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere büyükşehirlerde yükselişte olan muhalefet adayları, böylesine yoğun bir medya kuşatmasında kendisine çok zor yer buluyor ve katıldıkları programlarda da provokatif sorulara maruz kalıyor. Ayrıca büyük bir açmaz olarak, muhalif adaylar bu medya kuruluşlarında reklamlarını yayımlatabilmek için yüksek ödemeler yapıyor ve kendileri hakkında yalan haber yapan bu kurumlara para kazandırmak zorunda kalıyor. Dijital medya ve sosyal medyanın getirdiği imkânlarla bu medya ambargosu bir nebze de olsa kırılabildi. Ancak medya düzeninin yarattığı bu adaletsizlikler, kara bir tablo olarak basın tarihine işleniyor. Kısa vadede, medya ambargosunun etkilerini ve seçim sonuçlarına yansımalarını hep birlikte izleyeceğiz.

Sonuç olarak, artık iyi kötü içinde mücadele edilecek bir ana akım medyanın dahi kalmadığı, iyi ihtimalle dört, beş gazete ve üç, dört televizyon kanalı dışında muhalefete yer veren pek de bir yayın organı kalmadığı kabul edilmeli. Türkiye’de gazetecilik belki de hiç olmadığı kadar kötü bir dönemden geçiyor ancak yeniden toparlanmak ve sahiplik ilişkileri dâhil bütün süreçleri daha güçlü bir şekilde örmek için de adeta yeniden demleniyor. Yeniden demokrasinin yeşerdiği bir Türkiye’de, demokratik bir medya iklimini yaratacak olan yine gazeteciler ve bu mücadeleden asla vazgeçmeyenler olacak.

Gazetecilik, en yoğun istibdat dönemlerinde dahi hürriyet ve adalet mücadelesi verenlerin, en baskıcı yönetimlere karşı direnenlerin ve hakikati anlatmaktan asla vazgeçmeyenlerin onurlu mesleğidir. Türkiye’de gazetecilik bitirilemeyecek.

*Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yüksek Lisans Öğrencisi