Bütün seçimleri bitiren seçim
Mevcut rejimi en korkunç kılan özellik, yaptıkları, uygulamaları, uğrattığı yıkımdan belki de daha fazla ülkeyi açık bıraktığı müstakbel ve muhtemel seçeneklerdir. Yani ardından bırakacağı ihtimallerdir. Türkiye’nin yaşadığı kurumsal yıkım (sanırım artık ölüm bile diyebiliriz) sonrasında bugün hayal bile edilemeyecek aşırı ve marjinal senaryolara korunaksız haldedir.
Yektan Türkyılmaz*
24 Haziran arifesinde yazdığım yazıdaki bir çıkarımım, o dönem yaygın iyimser havanın aksine, korku çimentosuyla inşa olmuş ‘beka rejiminin’ sandıkta yıkılabileceği coşkusuna ihtiyatla yaklaşmak gerektiği idi. Ancak bugünkü tartışma açısından daha önemli bir nokta ise Türkiye’nin ‘reformasyon ile ‘devrim’ arasında bir yol ayrımında’ olduğu idi. Aradan dokuz ay gibi bir zaman geçtikten sonra öngörümde haklı çıkmanın üzüntüsünü yaşıyorum. Sanırım 24 Haziran 2018 Türkiye’de mevcut rejim altında gerçekleşen son seçimin tarihi olarak hatırlanacaktır. 31 Mart’ta ise seçim fikrini kökünden ilga eden sandıklar kurulacak. Neden mi?
En başından beri memleketin seçimleri belki pek de demokratik temsilin medarı iftiharı örnekler olmadı: Sopalıları gerçekleşti; manipülasyona oldukça açık iki aşamalı seçim sistemi uygulandı; tek parti döneminde sonucu belli formalite sandıklar kuruldu; CHP veya Demokrat Parti sultaları altında gücü-gücü yetene seçimler yaşandı; 12 Eylül cuntası şeffaf zarfta oy attırdı; Kürt siyasal partilerinin seçim meydanlarına çıktığı ‘90’lı yılardan beri birçok bölgede seçmenler ancak can pahasına oy atabildi, adaylar, parti üyeleri devlet ve taraftarı güçlerce katledildi, partiler kapatıldı, milletvekilleri içeri atıldı. Ama bugüne kadar hiçbir kudret sahibi sandıktan hasbelkader çıkan sonucu tanımayacağını daha sandıklar kurulmadan ilan cüretinde bulunmadı. İlk kez görülmedik, bilinmedik, akla gelmez bir durum ile karşı karşıyayız. Rejim blokunun sözcüsü durumundaki üç isim seçim sonuçlarını gördükten sonra kimin seçilmiş olmaktan gelen yetkiyi kullanabilme, yani yönetebilme salahiyetine sahip olduğuna karar vereceklerini açıkladılar, defalarca, altını çizerek ve yüksek seste. Dahası bu yeni yöntemi eski uygulamalardan ayıran iki temel özellik bir tek ‘istisna’ savına dayanmaması; yani, bir tek Kürtlere yönelik olmaması; ikincisi ise seçilmişlerin seçildikten sonra ne yaptıkları iddiası üzerinden değil, rejimin tahayyülünde kim oldukları üzerinden kurulması. Bir başka bir deyişle, iktidar seçmenin ‘yanlış’ seçtiği adayları ‘düzeltme’ hakkına sahip olduğunu en ufak bir çekince duymadan ilan etti. Bu hakkı nereden mi buluyor? Çünkü ‘15 Temmuz sonrasında kendini, işbaşına seçim-sandık marifetiyle gelmiş değil, iktidarı kan, can pahası hak etmiş gören bir yönetici elit var; bir başka deyişle kendini ‘devrimci’ gören, siyasal sistemi, uzamı ve bedenleri yeniden dizayn etmeye hak sahibi olduğunu varsayan bir elit’.
Burada bir parantez açıp niçin rejime esastan tehdit olmayacak yerel seçimlerin bir varlık yokluk, beka meselesi haline getirildiğini düşünmek gerekiyor; özellikle de kişi kültü lider etrafında bu denli bir kuvvet konsolidasyonu ve temerküzü başarılmışken? Gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta rejimin esas ekseninin oluşturan iktidar grubunun sürekli kendi tabanı dışından müttefiklere ihtiyaç duyması. İktidar çevresi geniş yığınların desteğini almakta pek zorlanmasa da, kendi kadrolarını yetiştirmek konusunda oldukça kudretsiz olduğu aşikar. Bırakınız saflarına yeni kadrolar eklemeyi, 2002-2015 arası AKP içerisinden yetişen kimisi kurucu isimler ya kızağa alınmış, ya da tasfiye olmuş durumda. Ayrıca ‘eski devlet’ kurumlarını işgal eden cemaatçilerle de yollar ayrıldıktan sonra iktidarın asgari liyakata haiz, deneyimli kadro ihtiyacı için yeni ittifaklara yönelmesi zaruri hale geldi. Bu ihtiyacın büyük bir kısmının MHP tarafından sağlandığı sır değil. Diğer yeni müttefikler konusunda ise ancak emareler ve şaiyalar var, ‘ergenekoncular’, ‘avrasyacılar’, ‘x, y, z… cemaati’. Rejimin kadro açlığından hangi kesimlerin ne derecede yararlandığını, hele de devlet kazanının fokur-fokur kaynadığı bir korku, endişe ve entrika ortamında ben gibilerin bilmesine imkân yok. Ancak bilebildiğimiz bir nokta var ise o da bugün iktidar bloğunun illaki birbirinden bağımsız, ayrı olmayan dört kesimden oluştuğu. Birincisi kişi kültünün (kendi içerisinde ikinci isim çıkmayan) yakın çevresi; ikincisi biatçılar, yani kişi kültü ile karşılıklı narsistik bağ ile ‘kader birliği’ yapmış kesimler; üçüncüsü fırsatçı merkez siyaset çevreleri; dördüncüsü ise kendileri başka bir kurumsal, siyasal ağın sadık ve hatta aktif unsurları olmakla beraber ittifak dolayısıyla rejime ilintilenmiş kesimler.
Rejimin tepesinin bir yandan en çok ihtiyaç duyduğu bir yandan da sadakatları huşunda en kaygılandığı kesimi bu dördüncü grup oluşturuyor. Bu grubu diğerlerinden ayıran en önemli özellik kişi kültü popülerliğini ve kuvvetini korusa da kaybetse de kazançlı çıkacak bir kesim olması: mevcut rejim sürdüğü ölçüde onun takatsızlığının nimetlerinden faydalanacak, tökezlediği anda ise ortaya çıkan boşluğu muhtemelen oldukça kökten ve şiddetli bir kopuş ve dönüşümle dolduracak dinamik kesimler. İşte bu tablonun en ilginç sonuçlarından biri kişi kültünün gücünü ve popülerliğini sürekli ispat mecburiyetinde hissettiği en önemli tabakanın, CHP, İYİ Parti, SP gibi sandık rakipleri değil bu dördüncü gruptan oluşması. Eğer sistemin özellikle 7 Haziran sonrası varoluşsal tehdit olarak gördüğü Kürt hareketini bir yana bırakırsak, en temel tehdit algısının halen devlet içi olduğunun altını çizmek gerekir. Dolayısıyla bu matriks içerisinde derinleşen kudretsizliği rejimi can havliyle ekonomiden, siyasi diline, diplomasiye her alanda daha akıl almaz, keskin ve aşırı hamlelere mecbur bırakıyor. Beka söylemini ve endişesini araçsal bir manevra değil / hedef şaşırtma değil sistemin tepesinin oldukça yakıcı hissettiği bir kaygı olarak ele almamız bu yüzden elzemdir.
Mevcut rejimi en korkunç kılan özellik, yaptıkları, uygulamaları, uğrattığı yıkımdan belki de daha fazla ülkeyi açık bıraktığı müstakbel ve muhtemel seçeneklerdir. Yani ardından bırakacağı ihtimallerdir. Türkiye’nin yaşadığı kurumsal yıkım (sanırım artık ölüm bile diyebiliriz) sonrasında bugün hayal bile edilemeyecek aşırı ve marjinal senaryolara korunaksız haldedir.
Tam bu noktada başa dönersem 24 Haziran itibariyle Türkiye ‘reformasyon ile ‘devrim’ arasında bir yol ayrımında’ istikametini net biçimde ‘devrim’ yönüne çevirdi. Burada açmam gereken bir nokta ‘devrim’ terimini özellikle sol çevrelerde yaygınca atfedilen olumlu bir manada kullanmıyorum. Kastım siyasal rejimi, öngörülen anayasal usuller ötesinde radikal şekilde değiştirmek. Gelinen aşama itibarıyla bu meziyete, niyete, kaynaklara en yakın duran kesimler muhalifler arasında değil gariptir ki yukarıda bahsettiğim rejim ittifakının içindeki kesimlerden oluşuyor. Maalesef, ki umarım yanılıyorumdur, ülkenin önünde artık ‘normalleşmeye’ yumuşak geçiş ihtimali görünmemektedir. Sandık ise iktidarın ‘seçim sonucu neticelerine göre adımlarımızı atacağız’ ifadeleriyle artık siyasal kaynaklara ulaşmanın bir aracı olmak vasfından tümden iskat etmiştir.
Bu tablo içerisinde çoğulcu ve özgürlükçü Türkiye muhalefeti için sandık ne manaya gelecektir? Sanırım seçimin kestirmeden ve doğrudan rejimi değiştirmenin bir aracı olmadığı artan sayıda çevre ve kişi tarafından görülüyor. Ne var ki bu sandığı siyaseten atıllaştırmıyor. Seçim rejimin tökezlemesinin ve kendi içinden çatırdamasının önemli bir tetikleyicisi olarak kalacak hala önemli bir mücadele aracı olmaya devam ediyor.
Yazıyı uzatmamak için kısaca HDP ve Kürt hareketine dair bir değinmede bulunursam. Yukarıda tanımladığım rejim müttefiki dördüncü grup haricinde sisteme (sistem dışından) en temel, en dinamik meydan okuma şüphesiz HDP ve Kürt siyasal hareketinden geliyor. Ve 31 Mart seçimlerinde HDP iktidarı yenmek değil tökezletmek, zafer kazanmak değil ayakta kalmak, rejimin kendisini tek yalnızlaştırmasına müsaade etmemek ve Kürt bölgelerinde, belki bir miktar oy kaybına uğrasa da Kürtlerin kolektif taleplerinin temsilcisi olduğunu göstermek üzerine kurmuş görünüyor. Gayet akılcı. Ülkenin akıl tahayyül sınırlarını zorlayan savrulmaları ve artık neredeyse kaçınılmaz fırtınalı günlerini beklerken var kalabilmek yeterince bir zafer.
Son olarak oya inanmayın, oysuz kalmayın derim…
Daha çok barış, daha çok özgürlük, daha çok dayanışma dileklerimle..
*Öğretim Üyesi, (Forum Transregionale Studien, Berlin)