1 Mayıs ve eğitim emekçilerinin durumu
OECD göstergelerine göre Türkiye öğretmen başına düşen öğrenci sayısında 41 ülke arasında 29'uncu sırada yer alıyor ve bu oran OECD ortalamasının üzerinde. Aynı verilere göre Türkiye öğretmen ücretlerinde 32 ülke arasında 26'ncı sırada.
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
1 Mayıs’ta daha iyi bir hayatın ve daha eşitlikçi bir çalışma hayatının mücadelesini veren tüm emekçi kesimler içinde özel ilgiyi hak eden gruplardan biri de eğitim emekçileri. Eğitim sisteminin hangi düzeyinde olursa olsun, eğitimciler yalnızca bilgi aktarımından ve yeni nesillere belli vasıfların kazandırılmasından sorumlu değil, aynı zamanda toplumsal değerlerin yeniden üretilmesini ve gençlere aktarılmasını sağlayarak hakça bir düzende toplumsal uzlaşının kurulmasından da sorumlular. Oysa okul öncesi eğitimden başlayarak yükseköğretime kadar eğitimin her kademesinde yer alan eğitimciler çalışma hayatları boyunca emek piyasasındaki genel durumdan, eğitim sisteminin eksiklerinden ve yapılan reform girişimlerinin yetersizliğinden kaynaklanan zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Eğitim emekçileriyle ilgili birinci sorun zorunlu eğitimin her kademesinde öğretmen ihtiyacına rağmen atanamayan binlerce öğretmen adayının bulunması. Aldıkları eğitime rağmen atanamayan öğretmenler yükseköğretim açısından da bir değer kaybı. Eğitim sistemiyle işgücü piyasası arasındaki uyumsuzluk eğitimini aldığı meslekte çalışmayan kitlelerin ortaya çıkmasına yol açıyor, bu durum eğitimcileri iki yönlü etkiliyor. Son iki yılda çeşitli nedenlerle KHK'larla ihraç edilen öğretmen kaybı da göz önüne alındığında söz konusu eğitim personeli açığının olumsuz etkileri daha da dikkat çekiyor. KHK'lı öğretmenler ve aileleri tamamen sistemin dışına itiliyor, çalışma imkânı bulamıyor ve bir başka toplumsal çıkmazın kaynağı haline geliyorlar. Madalyonun diğer yüzünde ise OECD göstergelerine göre Türkiye öğretmen başına düşen öğrenci sayısında 41 ülke arasında 29'uncu sırada yer alıyor ve bu oran OECD ortalamasının üzerinde. Aynı verilere göre Türkiye öğretmen ücretlerinde 32 ülke arasında 26'ncı sırada. Öğretmenin sorumluluğundaki öğrenci sayısının artması eğitimin kalitesini olumsuz etkiliyor, öğretmenlerin mesleki becerilerini kısıtlıyor ve çalışma koşullarına bağlı sağlık sorunları ve sosyal sorunların artmasına neden oluyor. Eğitimcinin verimliliği azaldıkça öğrenme çıktılarının gerçekliğinden söz etmek daha da zorlaşıyor.
Eğitim emekçilerinin maruz kaldığı üç tür eşitsizlik özellikle dikkat çekiyor. İlk olarak bölgesel eşitsizlik, bir taraftan ülkenin doğusu ve batısı arasında diğer taraftan kırsal ve kent okulları arasında bir altyapı farkı, eğitim araçlarına ulaşmada fırsat eşitsizliğine yol açıyor. Batıdaki okulların gerek devlet yatırımlarına gerekse sivil toplum desteklerine bağlı olarak daha iyi koşulları olduğunu görmek mümkün. Oysa doğu illerinde sıklıkla öğretmenlerin sıraları tamir ettiğini, sıva yaptığını, okulu boyadığını medyada görüyoruz. Okulların eksiklerini tamamlamak için ceplerinden harcıyor, sosyal medya kampanyası yürütüyor, iş tanımının içinde yer almayan görevleri üstleniyorlar.
İkinci bir eşitsizlik devlet okulları ve özel okullar arasındaki ayrımdan kaynaklanıyor. Özel eğitim kurumlarının sayısı artsa da eğitim sistemi ağırlıklı olarak devlet okullarına dayanıyor. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre ilkokul düzeyinde çalışan 297 bin 176 öğretmenin 268 bin 210’u devlet okullarında çalışırken 28 bin 966 kadarı özel okullarda çalışıyor, bu da oran olarak yüzde 9.8’e denk geliyor. Ortaokul düzeyinde devlet okullarında çalışan 302 bin 257 öğretmene karşılık özel okullarda 37 bin 593 öğretmen çalışıyor ve toplamın yüzde 11 kadarını oluşturuyor. Özel okullarda çalışan öğretmenler daha iyi maddi koşullara ve altyapıya ulaşabiliyor, daha yüksek ücretler alabiliyorlar; ancak bu koşullar onların da farklı biçimlerde emek sömürüsüne ve güvencesizliğe maruz kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Özel okul öğretmenleri eğitim sorumluluklarının yanı sıra idari işlerle ilgilenmek, okulun tanıtımını yapmak zorunda kalıyor, yıllık olarak yenilenen sözleşmeler öğretmenler üzerinde baskı yaratıyor. Buna karşılık devlet okullarında çalışan kadrolu öğretmenler daha fazla iş güvencesine sahip olmalarına rağmen daha düşük gelirlerle çalışmak zorunda kalıyor, eğitim altyapısının yetersizliği ciddi bir verimlilik sorunu yaratıyor. Güvencesiz istihdamın en zayıf halkası ise sözleşmeli öğretmenler, çünkü hem iş güvencesinden hem de gelir güvencesinden yoksun çalışmak zorunda kalıyorlar ve eğitim sisteminin prekaryasını oluşturuyorlar.
Eğitim emekçileri için geçerli olan üçüncü bir eşitsizlik ise cinsiyete dayalı işbölümünden kaynaklanıyor. MEB Strateji Geliştirme Başkanlığı verilerine göre okul öncesi eğitimde çalışan eğitimcilerin yüzde 95’i, ilkokullarda çalışan öğretmenlerin yüzde 62’si ve ortaokulda çalışanların yüzde 57’si kadın, bu durum bir taraftan öğretmenliğin kadın mesleği olarak görülmesinden diğer taraftan esnek çalışma saatleri ve uzun tatil döneminden kaynaklanıyor. Ancak bir işkolunda kadın istihdamının artması her zaman ücretlere, sosyal güvenceye ve işyerindeki denetim ya da yönetime katılım imkânlarına yansımıyor. Okul yönetimlerinde, ilçe ve il düzeyindeki bakanlık birimlerinde yer alan kadın yönetici sayısının azlığı sıklıkla eleştiri konusu oluyor. Kadınlar eğitimde sayısal fazlalık gösterse de işyerindeki güç ilişkilerine, idari pozisyonlara veya yönetime katılmalarına yeterli imkân tanınmıyor.
İşyerindeki çalışma koşullarının yetersizliği, sosyo-ekonomik eşitsizlikler ve eğitim yönetiminde demokratik katılım olanaklarının eksikliği eğitim emekçilerinin işe bağlılığını ve verimliliğini doğrudan etkiliyor. Eğitim yalnızca fiziksel ve zihinsel emek gerektirmiyor, bilgi aktarımının yanı sıra bireyin sosyal ve kültürel anlamda inşasını da içeriyor. Özel okullarda psikolojik danışmanlık ve rehberlik birimleri tarafından sağlanan destek devlet okullarında ağırlıklı olarak öğretmenlerin üzerine düşüyor. Bu nedenle öğretmen-öğrenci arasındaki ilişki öğretmen açısından üçüncü bir bileşenin, duygusal emeğinde devreye girmesini gerektiriyor. Öğretmenlerin üzerindeki duygusal emek yükü, iş tatminini de işe bağlılığı da doğrudan etkiliyor. Türkiye’de daha az tartışılan bir konu olsa da öğretmenler kötü çalışma standartları ve duygusal emek yoğunluğu nedeniyle sıklıkla ruhsal sorunlar, depresyon ve çöküntüyle karşı karşıya kalıyor.
1 Mayıs bu koşullar altında çalışan kitleler için önemli bir hak mücadelesinin simgesi. Sendikalar eğitim emekçilerinin taleplerini yalnızca 1 Mayıs’ta değil tüm diğer zamanlarda da gündemde tutmaya çalışıyor. Ancak bir taraftan politik baskılar, diğer taraftan ekonomik baskılara karşı ayakta kalma çabası sendikal katılımın önünde engel oluşturuyor. Bugün birçok eğitim emekçisi kurumlarındaki “fişleme” pratikleri nedeniyle sendika üyesi olmaya çekiniyor. Kurumlar arası nakil süreçlerinde bürokratik işleyiş sendikal faaliyetleri eğitimcilere karşı bir tehdit aracı olarak kullanıyor. En kurumsallaşmış, en eski örgütlenme biçimi bile politika yapımından ve denetiminden sorumlu bürokratlar ya da siyasetçiler tarafından reddediliyor. Hak talebi bir suç gibi görüldüğünde, hak mücadelesi böyle bir siyasi baskıya maruz kaldığında ezilenlerin dayanışması giderek daha da zorlaşıyor.
*Prof, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü