Taze beton kokusu ve bahar
Uzunca süredir muhalifler olarak “yok canım, o kadarına da cesaret edemezler” ile “böyle bir şey olabilir mi sözleri” arasında giderek daha azına razı olduğumuz bir döngüde salınıp duruyorduk. Hâlâ da bu döngünün içindeyiz.
Süleyman Altunoğlu
Türkiye’de iktidar ve muhalefetin, iktidar ve muhalefetin tabanının bu dördünün birden aynı ölçüde hassas olduğu pek az konu var. “AKP sonrası dönem olacak mı?” sorusu bunlardan biri. Bir seçim kazanma tecrübelisi olarak AKP, kendi tabanından meşruiyet ve seçim başarısı devşirmeyi temel olarak bu soruya borçlu. Elbette bunu seçim bölgelerinin sınırlarıyla oynama, seçmen kütükleriyle oynama ve daha birçok uygulamaya da borçlular.
Burada insanın aklına bir soru geliyor. CHP seçim organizasyonu yapmayı, tutanaklara sahip çıkmayı başarabiliyordu da şimdiye kadar bunu yapmaktan neden imtina etti? Bunu salt beceriksizlikle açıklamak fazlasıyla saf bir yorum olmaz mı? Referandum gecesi bir şey demeyen Kılıçdaroğlu, o tarihten bir yıl sonra “aslında o gece hayır oyları kazanmıştı” demedi mi? Şimdi o geceki sessizliklerinin karşılığını alma zamanı mı?
CHP’de sağcı akılla solcu emeğin sonuç alıcı bir birleşimini gördük. HDP’liler AKP karşısındaki adaylara (İYİP dışında) oy verdi, AKP seçmeninin kayda değer bir kısmı sandığa gitmedi veya gidip geçersiz oy kullandı ve sonuçta AKP büyükşehir belediyelerini kaybetti. Emperyalizm ve büyük burjuvazi, ekonominin yeniden yabancı sermayenin bol bol tatlı para kazanabildiği döneme dönmesi için bu ikili durumu yönetmeye ve kendi açısından en verimli sonuca götürmeye çalışıyor. Yüksek bürokraside bir taraf ağır bassa da diğer tarafı da kollayan görüntünün sebebi de bu.
Şimdi, AKP 7 Haziran sonrasına benzer bir şekilde kendi tabanını yeniden toparlayabilmek ve karşı tarafı bölmek için harekete geçti. İstanbul seçimleri yenilense de yenilenmese de plan bu. İYİP’i hedef almayarak MHP’den gelen basıncı dengelemek, normalde ölümlerini duymadığımız sözleşmeli askerlerin cenazeleri üzerinden CHP ile HDP tabanını birbirinden uzaklaştırmak, hatta mümkünse birbirine düşürmek ve kendi tabanını gelecek korkusu ile yeniden toparlamak istiyor.
Ancak CHP de bu gelişmeler karşısında “böyle bir şey olabilir mi ya?” muhalefetinin ilk kez dışına çıktı. Çubuk’taki linç saldırısının net detaylarını, cenazede görevli jandarma ve polis sayısını öğrenip, paylaşan bir CHP görüyoruz. Bu da egemen cephedeki pazarlık ve fikir ayrılığının basit göstergelerden biri. CHP’nin açıkladığı bilgiler ve gerekirse açıklayacağını belirttiği bilgiler kendi başına elde edebileceğinin ötesinde.
“AKP bir parti olmaktan çıkıp, devlet mi oluyor?” sorusu özellikle 2007 sonrası sıkça telaffuz edildi. Kuşkusuz bu ülkemizdeki sağ partilerin öteden beri rüyasıdır. Bu rüyaya en çok yaklaşanın da AKP olduğunu söylemek gerek. Muhtemelen kendinden sonra gelecek parti ya da olursa yeni-AKP buna bir adım daha fazla yaklaşacak.
Geçtiğimiz 17 yılda faşizm, Türkiye’de yeni kurumlarıyla ve kemikleşen kitle tabanıyla daha da gelişti ancak egemen cephe bunu yaparken bir o kadar da başa çıkılması gereken muhalif yarattı. Sermayenin sürekli yeniden üretilmek zorunda olması gibi faşizmin yıpranan yönetim aygıtlarını yenileriyle ikame etme, kitle tabanını sürekli tahkim etme ve genişletmeye çalışması da bir zorunluluk. Şimdi yeni anayasanın toplumun muhalif kesimlerince de kabullenilmesi zamanı. Ortada bir bahar yok.
F Tipleri, 19 Aralık Hayat Dönüş Katliamı ile açılıp da devrimci tutsaklar hücrelere konduğunda, hücrelerde duyulan koku sadece kan, iltihap ve merhem karışımı hastane kokusunu andıran o koku değil aynı zamanda kuruyalı fazla olmamış ama nemini de hâlâ bırakmamış taze beton kokusuydu.
İşte anayasa değişikliği ile yeni rejim kurulduğundan beri duyulan koku da o. Ama sıfırdan bir şey de yaratmadılar. Kodifiye edilme şansı bulamamış Türk idare hukukuna göre aralarında şekilsel bir ayrım bulunan yürütme ve yasama kuvvetlerinin anayasa referandumuyla iyice hercümerç oluşu, 3+1 bir evin içinde ara duvarlar yıkılarak oluşturulan yeni odanın yaşattığı gereksiz bir boşluk hissi gibi. Mevsim bahar, malum boya-tadilat mevsimi.
CHP, doğrudan ve dolaylı kontrol ettiği tabanı yeni rejime birtakım anayasal revizyonlarla razı etmek karşılığında büyükşehirleri beş yıl yönetmeye talip. Devrimci örgütlenmelerin bir nitelik olarak neredeyse bulunmadığı bu dönem, muhalif potansiyelin keskinliklerini törpülemek için görece elverişli bir dönem.
SHP, 12 Eylül sonrası kitle hareketi yeniden yükselmeye başladığında büyükşehirleri almış, bunda önemli bir pay da 12 Eylül’ün örgütlerini dağıttığı eski devrimcilerin olmuştu. 12 Eylül sonrası bu gelişmelerin de etkisiyle bir yumuşama beklenirken tam tersi olmuş, CHP-SHP-DSP ise o günlerde bir basiretsizlik olarak görülen ama aslında bilinçli bir politika olduğu sonradan su yüzüne çıkan bir tutum sergilemiş, yerel seçimlerde ayrı ayrı adaylar göstermişlerdi.
Türkiye İslamcılığının çeyrek yüzyıllık düzene kazandırılması serüvenine yol vermiş oldular. Ömürlerini Türkiye’de sosyalizmin gelişmesinin önüne engeller çıkartmaya adayan Ecevit ve Baykal’ın ayrı adaylar göstermeleri bir beceriksizlik ya da akıl tutulması değil, devlet aklının bir gereğiydi.
Uzunca süredir muhalifler olarak “yok canım, o kadarına da cesaret edemezler” ile “böyle bir şey olabilir mi sözleri” arasında giderek daha azına razı olduğumuz bir döngüde salınıp duruyorduk. Hâlâ da bu döngünün içindeyiz. Bizzat meclisteki muhalefetin liderleri tarafından üretilen politik akla teslim olmuş durumdayız. Geçmişte iktidar ve onun çıkarlarını temsil ettiği egemen blokla nasıl bir ilişki kurmuş olursa olsun, bir önceki cümlede sözü geçen politik akla ters çıkışları yaratanlar ise ya içeride ya da sürgünde.
31 Mart seçimleri muhalif kitlelerin giderek daha azına razı edilmesine artık bir son verebilecek bir aklın, bir bilincin doğmasına vesile olabilir mi? Biraz zor. Statünün korunması ve gelecek kaygısının güçlü olduğu düşünüldüğünde zor ancak yine de umut verici işaretler var. Muhalif kesim daha sorgulayıcı. Kitleler her zaman eldeki iyi koşulları kaybetmemek için statü kaygısına girmezler. Mevcut kötü koşulları gördüğü halde daha kötüye gitmesin diye davranmak da bir çeşit statükoculuktur. MHP’li geçmişi olan Mansur Yavaş’a en fazla oyun Tuzluçayır’da çıkması mesela bu davranışın iyi bir örneğidir.
Emperyalizm referandum ve başkanlık seçimlerinde, KHK ihraçlarında vb. bir dizi olayda takındığı tavrı sürdürüyor. Görünürde fazla ses vermeden bu başa baş süren kavganın sonuçlanmasını istiyor. Ses verse de ikinci dereceden diplomatların İmamoğlu’na yaptığı tebrik ziyaretleri gibi sembolik adımlar atıyor. Yazılı açıklama âdetini bir yana bırakıp, Kılıçdaroğlu’na geçmiş olsun ziyareti yapan TÜSİAD’ı, Erdoğan, 1 Mayıs’ta kabul edip güven vermeye çalışıyor.
Aslında emperyalizm de tekelci burjuvazi de yolsuzluklarla yıpranmış İslamcılığa yeni dönemde tüm kartları yatırmanın risklerinin farkında. Muhalefetin sıkıştırdığı ve gerileyen AKP elbetteki daha tavizkâr olacaktır ama emperyalizmin ve TÜSİAD’ın taleplerinin yaratacağı sosyal riskleri kontrol etmek için de AKP’den fazlasına ihtiyaç var. Bu düğüm bir şekilde çözülecek ve bu çözülürken muhalif solun geliştiremediği, alamadığı tavır muhalif solun geleceğini belirleyecek.
Geçmişte üçüncü bir blok olarak çıkma eğilimi olsa da bugün muhalif solun bağımsız bir politikası yok.
Kabaca iki blok olarak görülen tabloya yakından bakınca çok farklı hedeflerin olduğu görülüyor. Yürütmenin laikler ve Tunus İhvanı arasında paylaşıldığı şekliyle Tunus modeline benzer bir modeli önerenler, anayasada parti başkanı ile cumhurbaşkanı ayrışsın diyen Davutoğlu’nun uzun açıklaması, Gül’ün hareketlenmesi, kazanan kasa olarak ortağının her ileri ve geri adımından kazanmayı bilen MHP’nin olayları kitlenmeye sürüklemesi, bir yandan da AKP’ye göz kırpan İYİP, AKP’nin geriletilmesinin yeni bir çözüm sürecinin önünü açacağını düşünen HDP; siyasi tablo adeta bütün mümkünlerin kıyısında gibi duruyor.
CHP beş yıl boyunca seçim istemeyecek, bu beş yılı kendini gösterme fırsatına çevirmek isteyecek. AKP ise bu deneyimi muhalefet için engelli bir koşuya çevirmeye azmetmiş durumda.
Oyları yeniden yeniden saydırarak ve yolsuzluk iddialarını çamur at izi kalsın diye ardı ardına sıralayarak kendi tabanı nezdinde meşruluğunu yeniden üretmek, mühürsüz oylarla anılan seçim zaferlerini herkes için meşrulaştırmak istedi. Karşı tarafın meşruluğunu tümden ortadan kaldıramasa da yıpratmak istedi.
Yeni seçilen başkanlar kriz koşullarında yıpranacak. Türkiye’nin 450 milyar dolara ulaşan bir dış borcu var. İçi boşaltılan belediyeleri bu koşullarda yeniden ayağa kaldıracaklar.
Yönetenler eskisi gibi yönetemiyordu; faşizmi yeni kurumlarıyla yenilediler. Yönetilenler olarak biz eskisi gibi yönetilmek istemiyoruz; rejimin ciddi boyutlarda bir kitle tabanı var, bizim tarafta olmayanları ise saymayalım, liste uzar gider.
Hataların ve yenilgilerin daha çok olduğu zengin bir tarihimiz var. Onu belirtmek yeterli.