Hipokrat’ın deontolojik ihaneti

Hipokrat'ın, Antik Yunan coğrafyasında mesleğini en iyi şekilde icra etmeye çalışırken- düşmanına bile o hizmeti vermeye devam ederken ve de kanunlaştırırken- bir ihanet damgası alma ihtimali oldukça yüksek olmalıydı. Ama, kendisiyle ilişkili hiçbir yazılı belgede böyle bir ötekileştirmenin izi bulunmamaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Erdem Kaşıkçıoğlu*

Anlamak gerek, gündem her zamanki gibi oldukça yoğun. Seçimli demokrasisizlik rejimlerinde -yeryüzündeki en sık uygulanan yönetim biçimi olduğuna inanarak- gündem hiçbir vakit bitmez. Bir seçim bitmeden diğer seçimin kapınızı çalması yüksek olasılıklıdır. Bu süreçte de yaşananlar hakların korunması yerine her dönemde olduğu gibi parlak jelâtinli kağıtlara sarılan sözler olmakta: ‘Tünelin ucundaki ışık!’ ‘Her şey güzel olacak!’ gibi… Tam da bu anlarda içi bir türlü doldurulamayan tekrarlı kısır gündemler arasında hızla solmaya bırakılan kritik bir takım olgularla ilgili.

Hızlı bir kısa bellek kaybında bile hatırlanacak bu olgulardan birisi de; Tabipler Birliği üyelerinin uniform bir şekilde yargılanmaları ve de ceza almış olmalarıdır. Mutlu bir unutma kabiliyeti olmayan belleklerin bazısı tarafından, umursamaz bir şekilde bunun ne önemi var diye sorulabilir. Aslında sonuçları, gelecek kuşakları da etkileyecek şekilde sanat ve zanaatin iç içe geçtiği profesyonel bir mesleğin farklı bir açıdan tartışmaya açılmış olması. Ama detaylardan çok merak ettiğim asıl nokta, bu şekildeki kararlar alınırken adaletin terazisi yüzyıllar boyunca süregelen insanlığa ait en masum duyguların darası hesaba katılıyor mu? Katılmasa, ne olacak ki! Aslolan sonuçtur ve de bu işin sonucunda suçun sabit görülmüş olmasıdır. Suç mu? Peki ama, belli bir yaşı geride bırakmış ve mesleklerinin gereklerini icra eden bu insanlar ne demişler ki? Anlamadım, savaş, bir toplum sağlığı sorunudur mu demişler? Gerçek bir talihsizlik işte! Aslında savaşların tanrıların sorunu olduğunu söyleseler hiçbir sorun olmayacakmış. İşin bir çırpıda görünmeyen felsefesine bakıldığında, savaşlar tanrıların cinsel fonksiyon bozukluğu olduğu gözden kaçmış olmalı. Aynı hassasiyetle yaklaşılmış olsaydı, tanrıların tanrısı ve de en güçlüsü olarak bilinen Zeus’un da gerçekte öyle olmadığı fark edilebilecekti. İşin gerçeği diğer tanrılardan da saklanan bir iktidarsızlık sorunu yaşayan ihtiyar Zeus’un, sırf bu bedensel eksiklik yüzden Ares’in tüm şiddet ve ölüm içeren pisliklerine katlanmak zorunda kaldığına inanılmakta zorluk çekilmeyecekti. Bu durumun bilimsel analizi, Freud’un ölümlü insan için ortaya koymuş olduğu çözümlemeleriyle tam anlamda eksiksiz bir şekilde çakışmaktadır. Bu süreçte, zavallı insanoğluna da düşen görev tanrılarının psişik deşarjları için itiraz etmeden ölmek ve öldürmek olacaktı.

Bütün bu kutsanan gerçekler varken, bu hekimlerin toplum sağlığı dışında düşünecek sorunları yok mu? Savaşın sağlıkla ne ilgisi var diye de mi hiç düşünmemişler? Her şey bir kenara, meslek yaşamları boyunca yaşatmak için bedeller ödedikleri hastalarına ait hiç mi ölüm görmemişlerdi? Sonuçta savaşlarda, olgunun gerçeği olarak gençlerin, kadınların, çocukların sessiz sedasız bir şekilde ölüp gideceğini bilmeleri gerekir. İnsan yaşamını öncelik olarak görüp savaşlara karşı olan hekimlerin, politikacılar tarafından büyük sözler söyleyerek ve yerine ulaşmamış birkaç yumrukla birlikte kendi tarafımızdaysa kahraman, karşı taraftaysa da hain olarak tanımlamalarının da kısa sürede unutulup gidileceğine de çoktan alışmış olmaları gerekirdi. Diğer taraftan, Dr. Pierre Perrin tarafından yazılmış Savaş ve Toplum Sağlığı kitabında savaşın tek tek bireylerin sağlığını tehdit etmesi dışında bütüncül anlamdaki halk sağlığı tehditlerini önlemek için koruyucu stratejiler geliştirmek gerektiğine ait yazımlarına da itibar edilmemesi gerekir. Bir savaşta yiyecek, beslenme, barınma, su, diğer çevresel şartlar, bulaşıcı hastalıklar, cerrahi ve tıbbi bakımların toplum sağlığı açısından ne kadar önemli olduğunun bütüncül yaklaşımla toplumların sağlıkları için önemli olduğunun altının çizilmiş olmasının ne anlamı olabilir ki? Her nerede yaşanıyorsa; yerlerinden edilmiş yaşlıların, çocukların ve kadınların bir eksik ya da fazla olması neye karşılık gelir? Kadınların ırzlarının savaş ganimet olarak sunulmasının kime ne zararı dokunabilir değil mi? Emeklerle yarattıkları ve ürettiklerinin de hiçbir önemi olmasa gerek? İnsanoğlunun tarihsel yolculuğunun üstünden kaç asır akıp gitse de insanın barbarlığı damarlarında büyük bir öfkeyle atmaya devam edeceği gerçeğinin hiçbir zaman yadsınmaması gerekecekti.

Başka bir kronolojik açıdan bakıldığında; suç olarak atfedilen toplum sağlığı ve savaş kavramlarının iç içe geçmişliliği ve de paralelliği, ilk olarak Kırım Savaşı'yla dillendirilirken daha korkunç hale gelirken ironik bir şekilde modern savaşlar (Amerikan Kuzey-Güney savaşı ve dünya savaşları), dönemine geçilmesiyle birlikte farklı bir boyuta taşınmıştır. Toplum sağlığı ve savaş kavramı, sadece sivil örgütlerin hassasiyet gösterdiği bir alandan çıkıp askeri eğitimin bir parçası haline de getirilmiştir. Bu değişen durum, sonuçta insan kıyımına yol açan trajedilerin modern savaşlar olarak tanımlanmasına yol açan sebeplerinden birisi olmuştur. Savaşların yaşandığı alanlarda ve de etkilenen diğer bölgelerde yaşayan silahsız kitlelerin ve sivil unsurların korunması dışında lojistik ve yaşamsal ihtiyaçların karşılanması da savaşan taraflarca karşılanması gereken unsurlardır. Bu hizmetlerin düzgün bir şekilde sağlanabildiğinin kontrol edildiğinin kanıtlanabilme zorunluluğundan dolayı, modern savaşların insanlık tarihinde yol açtığı eser faydalarından birisi hareketli resim yani film yapımı teknikleri olduğu kabul görülmektedir. Bu konuda buluşa açılan yaratıcı fikri, 20'nci yüzyılın başında yeryüzünde ezilen insanlara yardım yapabilme arzusu ve sempatisi yaratabilmek adına şeklinde projeyi ifade eden ilk bilim insanı Thomas Edison olmuştur. Ne yazık ki; bu konulardaki günümüze ulaşan imkansız olarak nitelendirilen buluş ve modernizasyonlara rağmen savaş suçları dünyanın her bir köşesinde işlenmekte ve işlenmeye devam edileceğini hiçbir bilim adamı öngörememişti.

İnsanlar ve toplumlar, sosyopolitik olarak çözümsüzlüğe sıkıştıklarında, ister istemez destek noktalarını kurtarıcı hayallerden felsefe ve yöntemler oluşturmaya çalışırlar. Sırf bu sebepten, tabipler ve sağlıkla ilişkili ne zaman herhangi bir sorun gündeme gelse sonunda iş Hipokrat’ın başında patlar. Bu makale de ister istemez öyle son bulacak. Sonunda Hipokrat Yemini edilip edilmediği sorulacaktı. Neydi ki; bu bitmez tükenmez Hipokrat Yemini? Her insanın hatta düşmanın bile yaşam hakkını kabullenmek ve ona saygı göstermekle ilgili sözlerin sarf edildiği insan onuruna karşılık gelen bir namus sözü neyi amaçlamaktadır? Nasıl kabullenilir, bu kadar yaratılan düşman varken, yaşamsal hak adına uzatılması gereken yardım eli? Şaşırtıcı olmamakla birlikte, Hipokrat zamanında da, dünyanın böyle içinden çıkılmaz bir yer olduğu şüphe götürmez. Yoksa şimdiki hormonlu ve genetiğiyle oynanmış gıdaların yol açtığı bir sorun olmadığını artık çok iyi biliyoruz. O antik çağlarda da kendi kurdunu kendi içinde yaratma becerisi olan insanlar birbiriyle savaşıp durduğu için Hipokrat öğretisinde düşman kelimesini eklemek zorunda kalmış olduğunu bilmekteyiz. Bu öğreti başka benzer koşullarda, İbn-i Sina gibi dünyanın başka bir yerinde ve de başka bir zamanındaki tıp biliminin önderlerinde de benzer şekilde yorumlara yol açmıştır. Sırf bu gerekliliklerden olsa gerek, Hipokrat'ın, Antik Yunan coğrafyasında mesleğini en iyi şekilde icra etmeye çalışırken- düşmanına bile o hizmeti vermeye devam ederken ve de kanunlaştırırken- bir ihanet damgası alma ihtimali oldukça yüksek olmalıydı. Ama, kendisiyle ilişkili hiçbir yazılı belgede böyle bir ötekileştirmenin izi bulunmamaktadır. Muhtemeldir ki; o zamanki hukuk normları ve adalet şu zamanlardaki kadar gelişkin değildi. Aksi bir durumda; hak ettiği cezayı o dönemlerde gerektiği şiddette çoktan alabilirdi. Hipokrat, o dönemde kendisi için olumsuz bir hukuki olay yaşamamış olsa bile şimdiki adalet anlayışıyla geriye dönük yargıladığınızda o dönem için vatanı açısından gerçek bir hain olduğunu söylemek için çok fazla bir söze ihtiyaç olmadığını görebilirsiniz. O dönemlerde yara almadan kolayca paçayı kurtarmış olan Hipokrat, şimdilerde bütün insanlığın özellikle de hekimlerin bir belalısı olarak günümüze geldiğini gördüğünüzde, haklı olarak bir parça şaşıracaksınız. Aynı yeminin aslına bağlı kalınarak yüzyıllar boyunca yapılıyor olması hainlik değil de başka nasıl adlandırılabilirdi? Bu gerekçelerle, bir an önce, bu olup bitenlere son verilip toplumların her türlü sağlık sorunlarına sahip çıkılacağına ait bu tarzdaki yeminin yasaklanması da gelecek nesillerin hukuki risklerden korunabilmesi açısından oldukça faydalı olacaktır.

Bütüncül bakış açısından yaklaşıldığında, ölümcül sona sahip küçük insan, adaletin terazisi nasıl kalibre ediliyor diye sormadan geçemiyor. İnsanlık onuru ayaklar altına alınmadan doğru kalibrasyon günün birinde gerçekleşir mi bilinmez ama bu sorunlu yüzyılda da savaşların bir toplum sağlığı sorunu olmadığının herkes tarafından kabullenilmesi gerekiyor. Üstüne üstlük, savaşlarla boyanmış Antik Yunan sokaklarından Hipokrat’ın her şeklin sonunda ölümcül sonuçlanan insan yaşamına ait güzel umutlar besleyen sesi eksilmeden hâlâ çınlamaya devam ederken.

Dum spiro spero…

Nefes aldığım sürece umuyorum…

Kaynakça:

1. Perrin P. War And Public Health.ICRC, Geneva, 1996.

2. Mann J, Drucker E, Tarantola D, McCabe MP. Bosnai: The War Against Public Health. Medicine Global Survival 1994;1(3): 130-146.

3. Kaşıkçıoğlu E. Kanıtsal Tıbbın Evriminde İki Köşe Taşı: Aforizmalar ve Canon Medicina. Kült dergisi, Bilgi Üniversitesi, 2011(1).

*Prof. Dr.