Telleri kopmuş, sözü bitmek üzere olan saz: Tebriz
Yakın zamanda Notre Dame kilisesi yandı, dünya onun için ağıt yaktı, Tebriz pazarı da birkaç gün önce yandı dünyanın umurunda olmadı, Tebriz sazının telleri kırılıyor ve buna topluca sessiz kalıyoruz.
Farhad Eivazi
Eskiden Tebriz pazarında çalışanlardan biri mahallemizde birinin kızını istemeye gelse bu olay, kadınlara en azından bir ay yetecek dedikodu malzemesi verirdi. Oğlanın kendisinin veya babasının dükkanının haritası çizilir; sülalesi masanın üstüne konulur, şeceresi çıkarılırdı. Bu hayırlı misafirlerin geldiği eve haset ve kıskançlıkla bakılır ve doğal olarak evin kadının mahalle kadınları arasındaki fiyakası artar, bu da diğerlerinin kıskançlıklarını alevlendirirdi.
Tebriz pazarının yolu, sadece şehir merkezi olması nedeniyle değil, büyük para ve insan dolaşımı nedeniyle de hep araçlarla dolu ve heyecanlı olurdu. Hele ki nevruz bayramına yakın zamanlarda burası herkesin illa ki gitmesi gereken mekana dönerdi.
Tebriz pazarı, Tebrizlilerin deyimiyle “Üstü örtülü pazar” şehir ahalisinin yabancı turistlerle karşılaşma imkanı bulabilecekleri tek yerdi. Zira uzun yıllar pek çok nedenden dolayı Tebriz’e nadiren yabancı turist gelmiştir. Sözünü ettiğim zaman benim lise dönemime denk geliyor, yani ortalama otuz yıl öncesine. Benim Tebriz pazarında bir iş edinmekteki gerekçem, bu pazarın bana damat olmada sağlayacağı prestij değildi, beni bu pazara çeken, yaşı yüzü aşmış ancak değerini anlamadığımız için batılıların duvarlarını süsleyen halıların onarılması işiydi. Çocukluğumda hep gittiğim o üstü kapalı, büyülü alan artık benim işyerim olmuştu. Her sabah halk otubüsleriyle pazara doğru yola koyulurdum. Bu pazar yalnızca bir alış veriş alanı değildi, önceki gün başlayan tartışmaların devam ettiği, gündelik sorunların ve olayların enine boyuna konuşulduğu bir fikir ve duygu alış verişi alanıydı.
Pazarın farklı girişleri vardır, ancak Rasta kuçe (Rasta sokak) tarafından girmek için caminin avlusundan geçmem gerekirdi. Normalde kalabalıktan dolayı çoğu insanın dikkatini çekmeyen caminin çıkışında üstünde bir aslanın ve güzel bir hatla yazılmış bir ayetin yer aldığı bir tâkla karşılaşılır. Bu tâkın altından geçerek pazara girilir. O tâkın altından geçerken üstü örtülü pazarın ilk özelliği insanın yüzüne çarpar; kış ise bir sıcaklık yaz ise hafif bir meltem… Sağımda makasçılar pazarı, bıçak, makas ve diğer halı dokuma malzemeleri satılan pazar ve solumda yağ pazarı kalırdı. Yağ pazarında tereyağı yapmak için kaymak, koyun yağı, peynir vs vardır. Bu iki pazarın kokusu da vururdu insanın yüzüne. Halı pazarına gitmek için karşıdan bana bakan yüncüler pazarına girerdim. Yüncüler pazarında halı dokumak için yün, ip, halı motifleri gözlerimin yeniden açılmasına yardım ederdi. Eğrilmiş, farklı renklere boyanmış yünlerin ve onlara şekil verecek motiflerin arasından geçerek hislerimle oynaya oynaya arka sokaktan telis pazarına doğru giderdim. Sokağın ortasına gelince öğlen için hazırlık yapmakta olan Tebriz’e ait Abguşt yemeğinin kokusu Ya Ali nam abguştçudan yükselir, tenimle ruhumu canlandırırdı. Allah'tan ki sokak hemen biterdi ve telisçi pazarına girerdim.
İpek Yolu'nun görkemli yapısı Tebriz Çarşısı
Dükkanlarını açmak üzere olan çuval satıcıları, dükkanlarının önünü sularlardı, telisçi pazarından çıkıp kağıt rastasına girdiğimde sulanmış toprak kokusu dolardı burnuma ve buna kâğıt kokuları karışırdı. Sadigiye rastasına girmekle baharat kokularına gömülmek aynı zamanda olurdu. Sadigiye rastasında bir karma sergide gibi hissederdim kendimi: Baharat, ev eşyaları, makyaj malzemeleri, bakır kap kacakların yan yana gelmesinden oluşan curcunaya bakar modern hayatın kapalı çarşıya yüklediklerinden önce buranın nasıl bir yer olduğunu hayal ederdim.
Sadigiye’nin ortasında kanlı pazara geldiğimde hiç düşünmeden içeri girerdim, bütün esnafla selamlaşmak beni rüya âleminden gerçek hayata geri getirirdi. Güya II. Dünya savaşında birkaç Rus askeri, Tebrizli kadınlara sataşmışlar, şehrin birkaç delikanlısı bu askerleri takip etmiş ve bir gün kanlı pazarda nöbet tutmakta olan askerlerin başını kesmişler. Pazar esnafı birkaç gün dükkanını açmamış, hükumet durumdan haberdar olana kadar askerlerin cenazeleri orada kalmış ve kanları yerde kurumuş. O zamandan sonra pazar epey zaman kan kokmuş. İşte bu nedenle pazarın o kısmına kanlı pazar denilirmiş.
Bu hikayenin ne kadar doğru oluğunu bilmiyorum ama hikayedeki kahramanlık havası şehrimi daha çok sevmemi sağlardı. Bu nedenle ne zaman oradan geçsem hep bu hikayeyi zihnimde canlandırır, bazen de bir esnafın bu hikayeyi birilerine anlattığına şahit olur tekrar tekrar dinlemek isterdim. İşte böyle, şimdi ve gerçek arasında asılı bir yolculukla işyerine gelirdim. Sarılı, mavili, turunculu, kırmızılı, yeşilli eski halıların sökülmüş, çürümüş, yırtılmış kısımlarını onarmak işine Tebriz pazarında rufegerlik denilir, bu iş çok hassas, çok özen isteyen ve aynı zamanda pazarda çok saygın mesleklerden birisidir. Ancak bunların hepsinden önemlisi yüz yıl, belki bazen iki yüz yıl ve ondan da önceki zamanlarda eğitimsiz, kendi köyünden dışarı adım atmamış bir teyzenin, bir ablanın, bir annenin ayağının altına sermek için yarattığı bu sanat eserleriyle uğraşmak benim için dünyanın en güzel mesleğiydi. Hele ki bazen yabancı ülkelerden gelen araştırmacılar, bu halı motifleri ve renklerine dair bulgularını anlattıklarında olduğum zamandan ve mekandan kopup bu sanat eserlerinin yaratıldığı döneme uçmak isterdim.
Saatin nasıl geçtiğini anlamazdık, öğlenleyin yemek için dükkandan çıkardık, ilk aklımıza gelen şey ne yiyeceğiz olurdu! Hac Ali kebabçısında pilavla kebap mı? Ya Ali abguştçusunda abguşt mu, yoksa Muzafferiye’de suda özel bir şekilde haşlanmış patates ve yumurta mı?! Sadigiye pazarından girip Muzafferiye’nin içinden geçerek diğer kapısına giderdik, yol boyu sanki yeri, göğü halıyla süslenmiş bir saraydan geçerdik. Dünyanın en pahalı halı pazarından geçerken, bir gün belki bir müzeyi, belki bir koleksiyonerin duvarını, belki bir lüks oteli süsleyecek bu sanat eserlerine hayran hayran bakmaktan alamazdık kendimizi. Ancak bu iki üç dakikalık sanat tünelinden sonra uzaktan buharı ve kokusuyla insanı sarhoş eden patates ve yumurta beni kendine doğru çekerdi. Kaç defa evde aynısını yapmaya çalıştım, olmadı. Bilmiyorum o pazarın renkleri mi kokuları mı neyi bu basit yemeği bu kadar leziz yapıyordu?
Muzafferiye ağzında bir yemekten sonra pazarda dolaşıp yeni mallara bakma zamanı gelirdi. Mirza Celil timçesi eski köylerden gelmiş malların merkezlerinden biriydi. Mirza Celil’e uğradıktan sonra börkçü pazarından geçerek Dârâyi caddesine çıkardım. Modernleşmenin pazara verdiği zararlardan biri de buydu, eskiden renkli pazara gitmek için hiç dışarı çıkmak gerekmezmiş, biz o günleri görmedik. Renkli pazara gitmek için yol geçtiği için kesilip kısaltılmış üstü örtülü pazardan çıkıp ana caddeye geçmem gerekiyordu. Sonra şüşehane pazarının bir küçük kısmından geçerek yeni başka bir caddeye çıkardım ve oradan renkli pazara gelirdim. Renkli pazar çok eskiden halı boyalarının alış veriş merkeziymiş; şimdi antikacılar ve eski halıcıların mekanı oldu. Renkli pazarda eski eşyaların ve halıların kokusu insanı eskilere doğru iterdi; ama gündelik hayatın telaşı pazarın her köşesinde olduğu gibi zorla da olsa insanı gerçek hayata çekerdi. Şimdi geçmeye dönüp bakarken kendimin de bu hayat koşturmacasına kapılıp gittiğimi görüyorum. Pazar parçalandığı gibi eski insanlar da parçalandı gitti, eski Tebriz’den çok şey kalmadı. Artık şehirde tuğla değil beton yapılar yükseliyor, özensiz restorasyonlar yapılıyor. Bazen yol bahanesiyle pazarın kalbi deşiliyor, bazen yanlış restorasyon sonuçlarından ortaya çıkan yangınlarla içten yakıyoruz onu ve hiçbir şey olmamış gibi kendimizle övünüyoruz. Yakın zamanda Notre Dame kilisesi yandı, dünya onun için ağıt yaktı, Tebriz pazarı da birkaç gün önce yandı dünyanın umurunda olmadı, Tebriz sazının telleri kırılıyor ve buna topluca sessiz kalıyoruz.
Yangından birkaç gün önce Fransa’nın Arte TV kanalından gelip Tebriz pazarıyla ilgili bir belgesel yapmışlar. Allah’tan bizim eserlerimizi tanımaya ve tanıtmaya gayret gösteren Batılılar var. Yoksa tarih bilinci olmayan bizim gibi ülkelerde bu işi devlet halkın boynuna atar, halk da devletin vazifesidir deyip geçip gider, umursamaz. Ve her şey tesadüfen yaşar.