Beklenti > ekonomik kriz
Mahfi Eğilmez Hoca'nın formül olarak sunduğu ‘beklentinin yükseltilmesi’, içinde karmaşık ilişkileri barındıran bir formüldür. Bu karmaşıklığın giderilmesi adına ekonomi ve insanın içli dışlı olduğu kent mekânı üzerinde durmak karmaşıklığı gidermeye yardımcı olacaktır.
Halil Ecer* - [email protected]
Belirsizliği düşman olarak benimseyen iki ‘şey’ olmuştur. Birincisi ekonomi ikincisi insan. İnsan belirsizliği sevmez çünkü yapacak çok şey vardır ve bunları görmek istemektedir. İnsanın en büyük yanılgısı somut şeyler aramak olmuştur. Ekonomi belirsizliği sevmez, çünkü sermaye akışının en az üç adım sonrasını kestirebilmek istiyor. Bu yüzden sermayedarlar bazen müneccim bazen iktisadi planlama uzmanı görevini üstlenmektedir. İnsan ve ekonomi birleşince belirsizlik düşman olarak algılanır. Bu yüzden kriz anlarında istikrar can suyu olarak algılanır. Fakat ilginçtir ki dünyadaki örnekler istikrar uğruna temel insani hakların göz ardı edildiğini göstermiştir. Yani zengin olma uğruna insan olmayı ertelemiştir. Bu durum, korkulandan yani belirsizlikten kurtulmak adına korkanın harcanması olarak değerlendirilebilir. Türkiye gibi dinamik nüfusa karşın istenilen reformların tam gerçekleşemediği ülkelerde krizlerden kurtulmanın sadece bir çaresi vardır. İddialı bir söylem olabilir fakat içinde hakikat barındırmaktadır. Bu çare ise ‘beklentinin’ yüksek tutulmasıdır. Yani bir nevi umuttur. ‘Umut fakirin ekmeğidir’ söylemi bu alanda tüm çıplaklığı ile ortada durmaktadır. Zaten fakir olma hali aynı zamanda bir kriz hali olduğundan makro anlamda ele alındığında bir çıkış kapısı olarak karşımızda durmaktadır.
2-3-4 Mayıs'ta Mimarlar Odası Gaziantep Şubesi öncülüğünde düzenlenen ‘Kent, İnşaat ve Ekonomi Kongresi’ kendi alanında uzman ve bazı dönemlerde hazine müsteşarlığı yöneticiliği yapmış değerli uzmanların buluştuğu bir organizasyon oldu. Kent, inşaat ve ekonominin karşılıklı ilişkilerinin analiz edildiği bu kongrede ekonomist Mahfi Eğilmez’in tespitleri can alıcı noktalarda olmuştur. Bu tespitlerden en önemlisi; yükselen enflasyon ve eksilerde seyir halinde olan büyüme oranlarının teknik anlamda bir hamle ile düzelemeyeceği hususuydu. Enflasyona yapılan herhangi bir müdahale küçülmeyi hızlandıracak, küçülmeye uygulanacak herhangi bir hamle enflasyonu uçuracaktır. Peki, ne yapmalı? Mahfi Eğilmez Hoca'nın formül olarak sunduğu ‘beklentinin yükseltilmesi’ içinde karmaşık ilişkileri barındıran bir formüldür. Bu karmaşıklığın giderilmesi adına ekonomi ve insanın içli dışlı olduğu kent mekânı üzerinde durmak karmaşıklığı gidermeye yardımcı olacaktır. Sosyal bilimler alanında nam salmış David Harvey’in yaklaşımı olan ‘sermaye çevrimleri’, kent alanında ikinci çevrim olarak kendini göstermektedir. En basit söylemle, sermaye kent alanının inşasında kendini kanalize ettiği oranda krizden uzaklaşmaktadır. Bir diğer anlamı ile inşaatların bolluğu sermayeye rahat nefes aldırtır ve kriz bir sonraki sürece kadar ertelenir. Bu da demek oluyor ki kapitalist düzen içerisinde kriz hali normal olandır sadece gecikmesi sağlanır. Peki, inşaatlarda bir tıkanma ortaya çıkarsa durum ne olacak? Gelişmiş ülkelerin bilim ve teknolojiye yaptığı yatırımlar bir başka sermaye alanı açmaktadır. Gelişmemiş ülkelerde ise ‘mış gibi’ yapmak bir nebze ekonomiyi rahatlatabilir. Fakat sihirli sözcük ’öngörülebilirliktir’ yani belirsizliğin bertaraf edilmesidir.
Krizlerin ve fırsatların alanı olan kentler bu dengeyi sağlamak zorundadır. Hele hele ‘küresel kent’ olma iddiasının dillere pelesenk olmasıyla birlikte dünyanın yükü kentler üzerinde iyice hissedilmektedir. Tam bu noktada yapılacak olan her hamle iyiye dair beklentiyi yükseltmek zorundadır. Yani görünmeyen olanın ön plana çıkartılmasıdır. Richard Sennet'in Gözün Vicdanı adlı eserinde değindiği ‘sonsuzluk yanılsaması’ görünen engellerin ortadan kalkması ile mümkün olmuştur. Sonsuzluk yanılsaması geleceğe dair plan yapma hususunda daha fazla emeğin ön plana sürülmesi anlamını da taşımaktadır. Yani kriz anında var olan yüksek enflasyon ve büyüme oranlarının eksiye inmesi gibi durumların göz ardı edilip geleceğin pazarlanması ile ilgilidir. Geleceğin pazarlanması her ne kadar umut ticareti olarak algılansa da, sosyolojik olarak toplumun ileriye güven duyması ve inanç tazelemesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yani kriz anlarının geçici ve ferahlığın yakın olduğu, toplumsal kampanyalar ile yaygınlaştırılmalıdır. Fakat geleceğe dair beklentinin yükselebilmesi için beklentiyi sunanın gelecek vaat etmesi gerekiyor. Tüm dünyada karar alıcıların yaptıkları çeşitli yapısal reformlarda ne kadar samimi oldukları sınanmıştır. Bu sınanmadan başarı ile geçenler beklentilere paralel olarak kriz süreçlerini atlatmışlardır. Bu durum iktidarların muhafazakâr, sosyal demokrat veya başka bir fraksiyondan olup olmamalarına bakılmaksızın hep aynı olmuştur. En nihayetinde Alain Peyrefitte’nin söylemi ile ‘seçimler iktidarları değiştirir, toplumları değil.’ Yani beklentinin yükseltilmesi toplumun katılım sağlayıp sağlamadığı ile ölçülmektedir. Türkiye’de son dönem beklentiler göz önünde bulundurulduğunda durumun iç açıcı olmadığı aşikârdır. Fakat gerek hükümet müdahaleleri gerek ‘toplumsal alışma’ (krize alışma) bu sürecin nasıl devam edeceğini tayin etme kudretini kendi içinde taşımaktadır. Bu durumda hem karar alıcıların hem de halkın yapması gereken en önemli şey, geleceğe dair umutları yükseltmek olacaktır. Bu, tek başına yeterli olmayacaktır elbette bu yüzden doğru politikalar ile destek sağlanmalıdır. Nitekim 2001 krizi deneyimi ile Türkiye bunu başarmıştır. Toplum ve hükümet için gerekli olan tek şey eski deneyimlerden ders çıkartmak olacaktır.
*Gaziantep Üniversitesi Kent Çalışmaları Anabilim Dalı