Suriyelileri görmek

Sokak röportajlarından, siyasi seçim vaatlerine kadar rağbetini yitirmeyen bir gündem konusu olan “Suriyelilerin (evlerine-yurtlarına) ne zaman dönecekleri” meselesi, bağlamsal olarak, yine bir görmezsek-yok-olur tutumuna denk düşüyor Bunu sorunun tek çözümü olarak işaretleyen yaklaşım, arzu ettiği sonucun yarın olamayacağının bilincinde ama yine de yarın olması gerektiği beklentisi içinde.

Google Haberlere Abone ol

Enver Kubilay Yüksel

Çoğunluğu Güney Sudan’da yaşayan, siyasi iktidar olmadan bir arada yaşamanın imkansız olduğu fikri ile politik bilinci sınırlanmış kültürleri (belki de neredeyse dünyanın geriye kalanı), buna ihtiyaç duymadan var ettikleri sosyal ve politik yaşamlarıyla hayrete düşürebilen Nuerler, kadim düşmanları Dinkalarla süreğen bir savaş içindedir. Evans-Pritchard’ın araştırma mirasından öğreniyoruz ki bildiğimiz anlamda ne liderleri ne de grup içi iktidar çatışmaları olan Nuerler, Dinkalara kötü muamelede bulunmaktan çekinmezler. Ateşkes ve barış antlaşması ile sonlanacak bir hikâyeleri yoktur zira barışçıl dönemleri olsa da sonsuz bir çatışmasızlık hali kurdukları ilişkinin “tabiatına” ve mitlerine aykırıdır. Her iki taraf arasında kan dökülür, değerli varlıkları olan büyükbaş hayvanlar çalınır, esirler alınır. Dünyaya yabancı olmayan savaş öyküleri orada da geçerlidir. Ancak her iki topluluğun kadim düşmanlığı nitelik olarak gene “dünyanın geriye kalanından” ayrılır ve karakteristikleşir.

Dinkalar Nuerlerin kadim düşmanlarıdır ama nefretlerinin nesneleri değillerdir. Kıtlık zamanlarında yakındaki bir Nuer kabilesine sığınabilirler. Nuerler kendilerine yardım etmelerini bekleyen Dinkaları topluluklarının içine dâhil eder. Barış dönemlerinde Dinkalar, Nuer topraklarında tutsak edilmiş akrabalarını ziyaret edebilirler. Nuerler bunda bir sorun görmemektedir. Hatta ziyaretine gittikleri bazı Dinkalar ne esirdir ne de cezalı. Onlar daha önceden Nuer topraklarına yerleşmiş olan Dinkalardır (1).

Bu çok kalabalık Afrikalı iki topluluk düşmanlığın yeniden tanımlanabileceğini veya yaygın olarak tanımlanmış halinin saçma olduğunu gösterebilecek güçte bir birikime sahiptir. Hasım olmak, geriye kalan bütün ilişki türlerine sirayet edecek kadar baskın olmak zorunda değildir; husumet - orada - bitimsiz bir nefrete içkin de değildir.

2011: ÖNCESİ YOKMUŞ GİBİ 

Verilere göre Türkiye’de kayıtlı bulunan Suriyeli mülteci sayısı üç buçuk milyonun üzerinde (2). Bu, salt bir sorun olarak ele alınan mültecilik bahsinde hep hazırda tutulan bir bilgi ve Suriyeli mültecileri algılarken kullanılan genelleyici bakışın bir yansıması. İstatistiklerin ve grafiklerin mesafeli diline hapsolan Suriyeliler rakamsal ifadelerden kendini kurtarabildiğinde ise boşluğu bir tehdit dolduruyor. Öyle ki önce “her yerde görülmeye başladıkları”nı duyuran fısıltıların, mahalle baskınları ve linçlerle ırkçı nefretin performansına dönüştüğü bir tehdit. Rakamlardan, sözlere ve oradan eylemlere geçebilen zehirli bir anlatım.

Hrant Dink Vakfı’nın “Medyada Nefret Söylemi İzleme Raporu”na göre (3), Suriyeliler medyada nefret söylemine en çok maruz kalan ikinci hedef grup. Nefret ifadelerini kullanmakta hiçbir zaman çekingen davranmayan haber dili yeni bir topluluğu hedefine almakta, buna uygun bir üslup geliştirmekte zorluk çekmedi. 2011’den önce turistik profiliyle (de) anılan Suriye kısa bir sürede ne halklarını ne de coğrafyasını dışarıda bırakan dışlayıcı bir tutumun muhatabı oldu. Ancak medyanın diline odaklanınca (sosyal medya dâhil), yoktan çıkagelip huzur kaçıran bir topluluğa karşı gösterilen öfke birikimini tartışıyormuşuz gibi görünüyor. Suriyeli kalıpyargısının Arap halklarına biçilen kalıpyargıdan bağımsız olmayacağı malum fakat tikelde Suriyeli profilini anlatabilecek genel bir birikimimizin olmaması dışlayıcı dilin benimsenme ve dolaşıma dahil olma hızını artırdı. Durumu bu biçimde izah edebilme iddiamı, Suriyeliler hakkında çalakalem yazılan yüzeysel yazıların çokluğuna dayandırıyorum. Olumlu veya olumsuz içeriğini dikkate almadan söylemek gerekirse tarihsel, sosyolojik veya antropolojik bir çerçevelendirmeye gerek duymayan indirgemeci bir dil hâkim.

Bu durumda basitliğin izah gücünden faydalanarak sorabiliriz: Suriyeliler kim? 2011’den önce neredeydi? Şimdi neden buradalar? Neden çoğunluğu, imkânsızlıklarla kısıtlanmış bir hayatı yaşamaya razı oluyor? Cevaplar herkesin malumu. Zor olan soru, kanımca, cevabı bu kadar basit olan soruları yanıtlamaktan kaçınma ısrarı. Çünkü soruları yanıtlamak orada duranı fark edip görmezden gelmek istediğimizi açıklayan ahlakî ve vicdani bir muhasebenin kapısına açılıyor.

'GÖRMEZSEK-YOK-OLUR'

Mülteci meselesini ele alan alternatif kaynakların bize “gör” dediği ise, Suriyelilerin tam da keyfimizi kaçırdıkları anda ortaya çıktıkları; neredeyse, keyfimizi çalan her şeyin yerini doldurabilecek anlık bir imgeye dönüştükleri (4). Kaldırımda, sahilde dolaşan bir genç ya da refüj kenarında dilenen bir çocuk olarak belirdiklerinde, “demografik yapıyı değiştiren (ne demek istediği anlaşılmayan bir tasa olduğunu belirtmeliyim)”, “kaygısızca doğuran”, “sorumsuz, potansiyel suçlular” resmiyle kentlilerin neşesini gasp ederken, tekstil ve ayakkabı imalathanelerinde, inşaatlarda, toprakta, çöp konteynerlerinin berisinde aç kalmamak için çalışan emekçiye ya da “evlendirilen” kız çocuklarına dönüştüklerinde sessizce kayboluyorlar (5). Kendilerini ifade edebilecekleri veya haklarına erişebilecekleri hiçbir alanda varlıklarına tahammül edilemiyor. Sadece en kötü şartlarda icra edebilecekleri işlevselliklerine ve merhamet hislerini kışkırtan hikayelerindeki rollerine indirgendiklerinde kim olduklarını anlatabiliyorlar.

Suriyelileri temsil eden “imge” BBC’nin kült dizisi Doctor Who’nun, zaman zaman olay örgüsünde ortaya çıkan karakterleri Sessizleri (The Silence) andırıyor. Sessizler toplu olarak hareket eden, insanı ürperten varlıklarıyla belirdikleri anda fark edilen, ancak başka bir yöne bakınca ya da görüş açısından çıktıkları sırada apansız unutulan varlıklar. Görünmüyorlarsa hatırlanmıyor, görünüyorlarsa korku ve ürpertiye (ve belki de nefrete) sebep oluyorlar (6). Tabii bu benzetmenin dengesini bozan esasen ağır bir kusur var. O beceri Sessizlerin güçlü ve tehlikeli yanını oluşturuyor. Mülteciliğin temsilinde ise en kırılgan noktalardan birini. Kaynağı ne olursa olsun her türlü ayrımcılığın ortak motifi olarak saptayabileceğimiz bir fikir kalıyor geriye: Hâkim olan, diğerlerine, layık gördüğü (John Berger’den mülhem bir ifadeyle) görme biçimlerinden başkasını tecrübe etme alanı açmıyor ve diğerlerinin nasıl göründüğü ve görünmek istediğiyle ilgilenmiyor.

Sokak röportajlarından, siyasi seçim vaatlerine kadar rağbetini yitirmeyen bir gündem konusu olan “Suriyelilerin (evlerine-yurtlarına) ne zaman dönecekleri” meselesi, bağlamsal olarak, yine bir görmezsek-yok-olur tutumuna denk düşüyor Bunu sorunun tek çözümü olarak işaretleyen yaklaşım, arzu ettiği sonucun yarın olamayacağının bilincinde ama yine de yarın olması gerektiği beklentisi içinde. İşleyişe yönelik fikir yürütmek ve hiçbir külfeti üstlenmek istemeyen dahası bunu dert etmeyen bir bencillik var burada.

BAŞKA TÜRLÜ GÖRME İMKANI

Suriye iç savaşı dokuz yıldır devam ediyor. Neredeyse on yıl önce 10’lu yaşlarında Türkiye’ye sığınan çocuklar artık yetişkinler. Eğitimsiz, beklentisiz ve görünmez olarak geçen çocukluk ve ergenlik yıllarının travmalarını yetişkinlik evrelerine aktarmak zorunda kaldılar. İnsani yardım kuruluşları sorunu “kayıp nesil” kavramı üzerinden anlatırken bu trajedinin yansıyacağı bir başka yeri gösteriyor. O da Suriyeli çocuklardan oluşan kayıp neslin ülkelerini bir gün yeniden inşa ederken ihtiyaç duyacakları becerilerden mahrum olmaları (7). Yani her halükarda herkesin en iyi sonuç olarak varsaydığı “geri dönüş ideali”ni bir sürece dönüştürebilmenin yolu yine sığınılan topraklar üzerinde sığınanlara hangi temel hakların hangi koşullarda verildiğinden geçiyor. Suriye’nin kaç yıl içinde mamur bir ülkeye dönüşeceği muamma. Çatışan aktörlerin buna bir son vereceği hayali hesaba katılsa dahi güvenlik, beslenme, sağlık, eğitim, altyapı, imar vb. ihtiyaçların olağan işleyişine erişeceği zaman için de takvimde işaretlenebilecek bir “yakın gelecek” yok. Pratiğin olanakları dâhilinde düşünecek olursak politik olarak bütün bunları görmezden gelme tercihinin bir bedeli var. Çeşitli dinamikler üzerinden işletilebilen uyum çalışmalarından mahrumiyetin ortaya çıkaracağı sorunlar mesela: Kümülatif olarak artan gerilim; sürekli uyarılan gerilim noktalarının tehditkar deşarj anları (linç, nefret eylemleri, karşı tepkiler, tepkilerin radikal/uç temsillerine angaje olmak vd.); kayıp ya da kaybolmak üzere olan çocuk neslinin geleceği veya genel olarak mültecilerin geleceği… Mevcut karamsarlığın karşısındaysa uyum ve tutunum politikaları duruyor. Başka bir ifadeyle farklı ve olumlu görme biçimlerine fırsat vermek. Mültecilerin pekâlâ burada yaşayabilmelerinin imkansız olmadığını gösterebilecek - kısa vadede - işlevsel bir donanıma - uzun vadede ise - kültürel bir sermayeye sahip olmalarına olanak tanıyan bir birikime ulaşmalarına aracı olmak. Elbette bu çok şematik bir tespit ve operasyonel çözümlerden bahsetmek bu yazının haddi değil. Fakat meselenin Suriyelileri (mültecileri) görme biçimiyle ilgili olduğunu söylemek de sınırları zorlayan bir iddia olmayacaktır. Olumsuz tanımlamaların dışına konumlandırılan “misafir”, ensarın yardım eline mazhar olmuş “muhacir”, anlık yardım ve destek ağının pasif muhatabı “muhtaç bireyler” olarak tanımlanmaları dahi sorunlu görme biçimlerinin bir türevi. Yani, görme biçimlerini sınırlandıran ve zeminini her an kaybetmeye müsait bir merhamet hissine karşılık gelen öznel ve yine hakim olan tarafından tanımlanan nitelendirmeler.

Halbuki Pritchard’ın notlarına göre Nuerler, Dinkaları (ya da tam tersi) düşmanlıklarına rağmen zihinlerinde başka bir imgeyle temsil edebiliyorlar. Durduğumuz noktadan algılaması zor bir politik kültür. Ancak, Suriyelilerin bu anlamda antik, masalsı bir tarihin içinde var olmuş mekânların kendine yeten halkı olmaktan çıkarılıp; hırpalanarak, acınarak, tahkir edilerek, görecekleri işlevlerine indirgenmiş bir araç gibi hızla geldikleri yere yolcu edilecek kimliklere dönüştürülmüş olmaları da yadırgamak gereken bir tutum. Ya da son söz yerine: Hepimiz için ahlakî bir seçim.

(1) Nuerler ve Dinkalara dair buraya kadar naklettiklerim Evans-Pritchard’ın 1930’larda yaptığı gözlem ve analizlerine dayanıyor. Nuerlerin ve Dinkaların sosyo-politik yapılarındaki ve ilişkilerindeki bugüne ait değişimleri veya dönüşümleri içermiyor.

(2) http://www.goc.gov.tr/icerik6/gecici-koruma_363_378_4713_icerik

(3) https://hrantdink.org/tr/asulis/yayinlar/72-medyada-nefret-soylemi-raporlari/1885-medyada-nefret-soylemi-mayis-agustos-2018

(4) Žižek milliyetçi nefretin bir başka milletin keyfimize tehdit oluşturduğunda ortaya çıktığını iddia ediyor. Buna göre toplumsal gruplar keyif yoksunluklarını keyiflerini çalan bir düşmanın varlığına dayandırıyorlar. (Žižek’ten akt. Mouffe, 2013: 36-37).

(5) http://www.reuters.com/investigates/special-report/europe-migrants-turkey-children/

(6) http://www.bbc.co.uk/programmes/profiles/40WD7vqVPfRPcbZF029sZhB/the-silence

(7) https://news.un.org/en/story/2017/01/549792-turkey-unicef-cites-risk-lost-generation-syrian-children-despite-enrolment