Avrupa Parlamentosu seçimlerinin anlattıkları

Avrupa Birliği'nin 21 üye ülkesinde aşırı sağ ve popülizm söylemlerinin gölgesinde Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri için sandık başına gidildiğini göz önünde bulundursak, Fransa istisnası hariç aşırı sağ için bir başarıdan söz etmek oldukça zordur. Çünkü Avrupa Birliği karşıtlığı üzerinden aşırı sağ siyaset son yılların en çok gündem işgal eden konusudur.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Yıldırım*

Avrupa Birliği (AB) Üyesi 28 ülkede seçmenler 23-26 Mayıs 2019 tarihleri arasında sandık başına giderek Avrupa Parlamentosu’nun 751 üyesini belirlediler.

Avrupa Parlamentosu seçimleri, şüphesiz çok daha geniş bir analiz dosyasında ele alınmayı hak ediyor. Ancak bu yazıda geçen hafta sonu yapılan Parlamento seçimleri, sonuçlarını belirleyen etkenler ve verdiği mesajlar genel hatlarıyla değerlendirmeye çalışıldı.

1951’de kurulan ve ilk toplantısını Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) adı altında 78 üyeyle 1952 yılında yapan bu birlik (AB), bugüne kadar siyasi, ekonomik, çevre, turizm, serbest dolaşım hakkı gibi toplumsal yaşamın birçok alanına hükmeden kararlaşma ve kurumsallaşmalara gitmiştir. 70 yıllık süre içerisinde hep genişleme trendi gösteren Avrupa Birliği gelinen nokta itibarıyla, son yıllarda en azından belli ülkelerde üyeliklerin devamını tartışmaktadır.

KATILIM ORANININ ARTMASI

Toplam 427 milyon kişinin seçmen olduğu bu son Parlamento seçimlerinde sandığa gidenlerin oranı yüzde 51 olarak belirlendi. 1979’dan beri üyeleri seçimle belirlenen Avrupa Parlamentosu’nun 1994 seçimlerinden beri giderek düşen katılım oranının, en son 2014 yılında yüzde 42’ye kadar düştüğü göz önünde bulundurulduğunda, bu yılki seçimlerde 25 yıl aradan sonra ilk kez yüzde 50’nin üzerine çıkmış olması da kayda değer bir sonuç olarak ön plana çıkmaktadır.

1994’ten beri yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde katılımın ilk kez yüzde 50’nin üzerine çıkmış olması kanımca iki sonucu gözler önüne sermektedir: Birincisi bu yüksek katılım oranı, geleceği son yıllarda çok tartışma konusu yapılan Avrupa Birliği projesinin devamı konusunda güçlü bir iradenin hâlâa var olduğunu göstermektedir. Avrupa’da katılım ortalaması daha yüksek olabilecekken, yüksek nüfuslu olan ve Brexit Partisi’nin birinci tamamladığı İngiltere’de seçimlere katılım oranının yüzde 36,7 olması Avrupa katılım ortalamasının daha yüksek olmasını engelleyen faktör olmuştur. Tabii Avrupa Birliği ile birlikte devam etme iradesi, kendi içinde belli bir değişim talebini de açığa çıkarmıştır. İkincisi ise, Avrupa halklarının toplumsal sorunların/krizin kendi sınırları içerisine hapsolmadan bir çözüm arayışı içerisinde olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Aşırı sağ popülizminin gölgesinde son yıllarda ön plana çıkarılan milliyetçi/ırkçı akımlara rağmen, ulusüstü seçimlerin bu düzeyde rağbet görmesi de değerlidir.

MERKEZ SİYASETİN KAN KAYBI

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 1979’dan beri merkez sağın şemsiye grubu olan Avrupa Halk Partisi (EEP) ile merkez solun şemsiye grubu olan Sosyalistler ve Demokratlar (S&D) ciddi oy kayıplarının yanında, çok uzun bir aradan sonra sandalye çoğunluğunu da kaybettiler. Merkez partilerin ciddi kan kaybetmesi, hatta bir iflasa doğru gidiş eğilimi göstermesi, Avrupa toplumunun aslında ciddi bir arayış içerisinde olduğunu gösteriyor. Çünkü Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları, aynı zamanda Avrupa ülkelerini yöneten hükümetlere de ciddi mesajlar içermektedir.

Avrupa nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ile Yunanistan gibi ülkeleri yöneten hükümet partileri AP seçimlerinde ciddi oy kaybı yaşadılar. İngiltere'de İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti, Almanya'da Sosyal Demokrat Parti ve Hristiyan Demokrat Birlik, Fransa'da Macron’un partisi Cumhuriyet Yürüyüşü Hareketi ciddi oy kayıpları yaşayarak seçimleri başarısızlıkla tamamladılar. AP seçim sonuçları Strasburg/Brüksel'deki AB dengelerinin yanında bu ülkelerin ulusal siyasetlerinde de yeni arayış ve dengeler ortaya çıkaracaktır. Yukarıda adı anılan ülkeleri çok uzun yıllardır yöneten hükümetlerin bu merkez (devletçi/dengeci) partileri toplumlarda hatırı sayılır bir güven kaybı yaşamanın yanı sıra bazılarının bir çöküş yaşadığını ifade etmek abartılı olmayacaktır.

Bu merkez partilerinin toplumlarında bu düzeyde güven kaybı yaşamalarının sebepleri çeşitlidir. Ancak, bu ülke hükümetlerinin başta Ortadoğu olmak üzere savaş eksenli ortaya çıkan temel insan hakları konusunda takındıkları tutumların payı göz ardı edilemez. İnsanlığa karşı suçlar ile göçmen politikaları konusunda evrensel hak ve hürriyetlerden yana değil de, devletler arasındaki sözüm ona 'diplomatik nezaket' eksenli dengeci politikaların merkez siyasetin çöküşünde yadsınamaz payı olduğunu da eklemeliyiz. Avrupa'yı yönetenlerin Ortadoğu’daki kaosta kendi devletlerinin tarihsel rolünü unutarak, buradaki yıkım, ölüm ve göç gibi trajediye denk gelen süreci sadece istatistiki bir sonuç gibi ele alma yaklaşımı bir yandan kendi çöküşlerini hazırlarken, diğer yandan aşırı sağ dalganın yükselişine yemin sundular. Solun bu boşluğu doldurma kabiliyetinden yoksun halini de göz önünde bulundurursak, Avrupa'daki siyasi arayışların yeni sağlıklı alternatifler ortaya çıkarmadan yoksun kaldığı görülecektir.

YENİ ARAYIŞLAR VE SOLDA BOŞLUK

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan biri de, Avrupa toplumunun mevcut yönetimlerin dışında bir arayış içerisinde olduğu ve bu arayışa cevap olabilecek güçlü bir adresin hâlâ kendini göstermemesinden kaynaklı siyasi alan boşluğudur. Güçlü bir arayış iradesi ile ortaya çıkmış olan Avrupa toplumuna rağmen, Yeşiller’in belli ülkelerdeki oy artışları dışında, solun bu arayışa cevap olamadığını ve açığa çıkmış siyasi boşluğu dolduramadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İklim değişikliği tartışma ve arayışları izdüşümde ön plana çıkan çevreci hareketler son yıllarda Avrupa’da büyük ivme kazanmış durumda. Bu çevre hareketlerini ve aktivistlerinin sadece sol siyasi çevrelerle sınırlandırılamayacağı gerçeği de göz önünde bulundurulduğunda, Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları Avrupa solu açısından ciddi tartışma ve değerlendirmelere muhtaçtır. Avrupa Parlamentosu'nda sandalye sayısında dördüncü sırayı alan Yeşiller Grubu'ndan farklı olarak, sosyalist paradigmaya sahip olan Avrupa Birleşik Solu-Kuzeyli Yeşil Solu Grubu'nun bu seçimlerde ciddi oy ve sandalye kaybı yaşadığı da sol adına not edilmelidir.

Birçok açıdan koşulların uygunluğuna rağmen, solun alternatif olamama hali, Avrupa halklarının radikal ve demokratik solu alternatif olarak görmemiş olması, Avrupa solunun derinlikli özeleştiri ve değerlendirmesine ihtiyaç duymaktadır. Çok uzunca bir süredir gözlemlediğimiz ve dile getirdiğimiz üzere Avrupa’da aktif siyaset, özellikle de sol giderek yaşlanmaktadır. Bu yaşlanma hali, hem aktif siyaseti yürütenler hem de üretile(meye)n politikalar açısından geçerli bir durumdur. Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde son dönem genç siyasetçilerin büyük çoğunluğunun yabancı uyruklu olması abartılı bir tespit olmasa gerek.

Türkiye’deki toplumsal muhalefet ve sorunlarla güçlü bağ kurabilen Almanya’daki radikal demokratik solun adresi olan Die Linke’nin sıçrama yapma potansiyeli ve olgun koşulları değerlendiremediği bu seçimlerde tekrar ortaya çıkmıştır. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla Die Linke, enternasyonalist ve toplumsal kapsayıcılığa sahip parti program/politikalarına rağmen toplumsal kesimlerle kitlesel buluşmalar konusunda handikaplarını aşmamaktadır. Bu handikabın temel sebeplerinden birinin enerjisini fazlasıyla parti içinde kullanma olduğunu söylemek sanırım çok haksızlık olmayacaktır.

Birçok kişi ve çevrenin beklediği üzere aşırı sağ dalganın bu seçimlerde beklenen bir patlamayı/çıkışı yapamadığı gerçekliği ile karşı karşıyayız. Avrupa Birliği'nin 21 üye ülkesinde aşırı sağ ve popülizm söylemlerinin gölgesinde Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri için sandık başına gidildiğini göz önünde bulundursak, Fransa istisnası hariç aşırı sağ için bir başarıdan söz etmek oldukça zordur. Çünkü Avrupa Birliği karşıtlığı üzerinden aşırı sağ siyaset son yılların en çok gündem işgal eden konusudur. İngiltere’de Brexit Partisi'nin seçim zaferi, katılım oranının sadece yüzde 36,7'de kaldığı ve AB karşıtlarının sandığa gitme motivasyonunun daha yüksek olduğu gerçekliği ile birlikte ele alınmalıdır. Örneğin İngiltere’de, etkin, popüler ve tartışmalı bir kampanya yürüten aşırı sağcı aday Tommy Robinson’un seçilemeyişi dikkat çekicidir. Bunun yanı sıra aşırı sağ partiler, geçmişte güçlü olduğu Danimarka ve Hollanda’da bu seçimlerde oy kayıpları yaşadılar. Yine Yunanistan’da Syriza’nın oy kaybına karşın, Kıbrıs’ta sosyalist AKEL’in yaptığı çıkış kayda değerdir.

En nihayetinde aşırı sağcı partilerin Parlamentodaki grupları olan 'Uluslar ve Özgürlükler Avrupası' ile 'Özgürlük ve Doğrudan Demokrasi Avrupası' Avrupa Parlamentosu seçimleri sonucunda sandalye dağılımında beşinci ve altıncı sırayı almışlardır. Seçimlerden önce aşırı sağın güç kazanması durumunda AB'nin geleceğinin tartışılacağı yorumları sıklıkla yapılıyordu. Sonuç olarak, Kıta Avrupa'sını domine eden ve yüksek nüfuslu ülkelerde AP seçimlerinde hükümet partilerinin aldığı yenilgilerin ulusal siyaset ve yönetim süreçlerinde değişim taleplerini tartıştırmanın ötesinde şimdiden gündem yaptığını görmekteyiz. Solun bu değişim taleplerine ve arayışa cevap olmaktan uzak kaldığı da diğer bir tespittir. Tüm bunlara rağmen aşırı sağın beklenen patlamayı yapamadığı ve AB’nin geleceği açısından bu anlamda korkulanın olmadığını ifade etmekte yarar vardır.

*Doç. Dr. - HDP Eski Milletvekili