İktidarın en sıcak yaz mevsimi

Türkiye ekonomisi hiç olmadığı kadar kırılgan ve dış finansörlerin insafına kalmış durumda. ABD ile ilişkilerin ne kadar kötü olduğu ve ABD’nin bunun daha kötüleşmesinden çekinmeyeceği ve Türkiye’nin zayıflığını kullanacağı ortada. Peki bu sözlerle ne demek istiyorum?

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Murat Kubilay*

George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” kitabını okuyanlar, demokrasi yolundan ayrılmış iktidarların sonunu dış politika ve dış ekonomik ilişkilerin getirdiğini bilirler. Çünkü ülke yönetimine ilişkin başarısızlıklar ve bunların üstünün örtülmesi için yaratılan hayali dış ve iç mihraklar algısı hegemonya sahibi devletlerin ve küresel sermayedarların sert duvarına çarpar.

İşte Türkiye’deki AKP iktidarının bugüne kadar hafif ve orta dereceli sürtüşmeler ile atlattığı uluslararası çatışmaların üst düzey gerilimlere dönüşebileceği; bunun neticesinde ülkenin ekonomik uçuruma sürüklenebileceği yol ayrımına yaklaşmış durumdayız. Dışarıda S-400 meselesi ve içeride İstanbul seçimleriyle birlikte Türkiye ekonomisinde kötü gidiş ivmelenebilir ve belki de ani duruşa dönüşebilir. Kısacası iktidarın şimdiye kadar hiç görmediği kadar sıcak ve uzun yaz mevsimine girdik.

Öncelikle birkaç hususu belirtmem gerek: bu yazıda dış politika ve güvenlik konularını tartışmayacağız. S-400 doğru ve makul tercih midir, NATO uyumu mümkün ve gerekli midir, alınan bataryalar Türkiye’yi korumaya yetecek midir, Batı Türkiye’nin dostu mu düşmanı mıdır gibi sorulara bu yazıda yer yok. Bu yazının amacı ülke ekonomisinin mevcut durumunu göz önüne sermek, bu ortamda alınan dış politikadaki bazı kararların sonuçlarının ciddi olabileceğini eklemek ve dile getirilen teslimiyetçi veya aksi yönde hamasi milliyetçi politikaların değil, aklın rehberliğinde diploması hamlelerinin (milli mücadele dönemi) tek çıkış olduğunu ifade etmektir.

FİNANSAL BAĞIMSIZLIĞI YİTİRMEK

İlk belirtmemiz gereken çok kez tekrar ettiğim ve Türkiye’nin en büyük sorunu olduğu için yinelemekten usanmayacağım; Türkiye’nin mevcut finansal durumu. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre Türkiye’nin tüm unsurlarını içeren toplam döviz cinsi borç 445 milyar dolar. Bu unsurlara merkezi yönetim, mahalli idareler, Merkez Bankası, ticari bankalar, reel sektör ve tüm vatandaşlar dahil. Bu borca karşılık elimizdeki döviz varlıkları düştüğümüzde net borcun yine ilgili bakanlık verilerine göre 280 milyar dolar olduğunu görüyoruz.

.

Bu borç miktarının ne kadar büyük olduğunu ölçebilmek için ülke ekonomisinin büyüklüğünü ifade eden GSYH ile oranlamak gerek. Görüldüğü üzere brüt dış borç 2001 krizi seviyesinde.

.

Aynı şekilde bir sonraki görselde net borç için de benzer sonucu görebilirsiniz. Tabi 2008 ve 2016’da yapılan; toplamda GSYH’mizi bir gecede yaklaşık yüzde 50 büyüten (bunun ancak bir kısmı gerçek) revizyonları eklersek, durumun 2001’den çok daha kötü olduğunu söyleyebiliriz.

.

Fakat durumu açıklamaya bu da yeterli değil; çünkü şu anda krizin henüz ilk yılındayız. Daha açık bir ifadeyle en borçlu durumda olan özel sektör şirketlerinin gelirlerinin çoğunlukla TL, borç ödemelerinin döviz olduğunu; TL gelirlerin daralan ekonomide yeterince büyüyemeyeceğini ama döviz cinsi giderlerin fazlasıyla büyüyeceğini unutmamak gerek.

Sorun şu ki bu hatırlatma da gerçek durumu tam olarak çizmemize imkân vermiyor çünkü 2001’de kamunun elinde satılabilecek Tüpraş, Tekel (sigara ve alkollü içkiler), Türk Telekom, Erdemir ve Petkim gibi dev işletmeler bulunmaktaydı. Karamsar olmak istemem ama borcun önemli bir kısmının özel sektöre ait olduğunu; Garanti Bankası, Finansbank, Denizbank, Eczacıbaşı ve Telsim gibi birçok şirketin yabancılara zaten satıldığını hatırlatayım. Özetle 2001 krizi sonrasındaki gibi milli ticari varlıklarımızı satarak borcun büyük kısmını ödeme şansımız yok.

Finansal bağımsızlığımızı yitirdiğimizi ifade eden bir önceki paragrafı nihayetinde bu yükün vatandaşın sırtına yıkılacağını belirten bir paragrafla sürdürmek gerek. Detaylarını “Kâr patronun zarar kamunundur” isimli yazıda bulabileceğiniz üzere; özellikle kamu bankalarının batık yandaşlara verdiği krediler, kamu-özel iş birliği adı altında plansız projelere verilen devlet garantileri ve sürekli açıklanan ekonomik paketlerin sonucunda tüm yük vatandaşın sırtına kalacak. Vatandaşın da mevcutta önemli bir maddi varlığı bulunmadığı için geleceğini satarak borcu ödemesi istenecek. Yani batıklar önce bankalara sonra devlete yüklenince; bizlerden toplanacak daha çok vergi ve bizlere sunulacak daha az kamu hizmetiyle önümüzdeki belki 30-50 yıl boyunca borç ödememiz beklenecek. Sakın ola bu sözlerimi bir komplo teorisi olarak görmeyin; çünkü benzer bir durumdaki Yunanistan 2060’a kadar ödeyeceği borç yükünün altına girdi bile.

Sanıyorum son iki paragraf neticesinde içinde bulunduğumuz durumu netleştirdik; ikna olmayanlar ise yaşayarak sürecin gidişatını göreceklerdir. Sorumuz şu: Türkiye finansal açıdan tarihinin en sıkışmış dönemine girmiş iken eş zamanlı paranın ipini tutan Batı ülkelerini ve onun şirketlerini karşısına almalı mı?

ABD İLE GÖNÜLSÜZ İTTİFAKIN ÇATIRDAMASI

AKP hükümetini F-35 ve özellikle S-400 teslimatlarında rehavete iten başta ABD olmak üzere Batı’nın bugüne kadar verdiği tepkinin sınırlı olması. Hatta iki ülke arasındaki gerginliğin yalnızca S-400 kaynaklı görülme hatasına düşülerek; Irak/ Suriye sınırı, İran yaptırımları ve Doğu Akdeniz enerji sahalarında ABD ile çelişen çıkarların göz ardı edildiği bir gerçek.

Peki ya AB? AB’nin halihazırda Suriyeli mülteciler nedeniyle Türkiye’nin üstüne fazla gidemediğini; ekonomik buhrana girmiş bir Türkiye’nin kaosa düşerek çok daha büyük sayıda mülteci göçüne neden olabileceğini ve bu senaryoları hiçbir şekilde göz önüne alamayacağını biliyoruz.

Fakat ABD’nin durumu farklı, eksenin Doğu’ya kaydığı yeni dünya düzeninde Ortadoğu’nun önemi göreli azalmakta ve Türkiye’nin jeo-stratejik değeri de düşmekte. Ötesi ABD’nin küresel bir lider olarak diğer ülkelere karşı elinde bulundurduğu doların rezerv para olma imtiyazını da adil olmayan bir biçimde finansal yaptırımlar yoluyla Rusya ve İran’da kullandığını biliyoruz. Özetlersek eğer ABD gözünü karartmış ve Türkiye’nin iktisadi olarak ne kadar zayıf olduğunun farkında. Türkiye’ye finansal yaptırımların uygulanması ve son noktada Türkiye’nin NATO üyeliğinden çıkarılması da bu yüzden masada. İki ülke ilişkilerinin gerildiği 1964 Johnson Mektubu ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı vakalarından çok daha farklı bir noktaya yaklaşmış bulunuyoruz. Zaten üvey evlat olarak görüldüğümüz ve yararı kadar zararını gördüğümüz NATO’dan çıkarılmak bu nedenle olasılıklara dahil edilmiş durumda.

Girişte belirttiğim üzere bu yazı bir uluslararası ilişkiler veya savunma analizi değil. Yine de mevcut durumun 2003 Irak Tezkeresi, Süleymaniye’de çuval geçirme, Mavi Marmara saldırısı, Rus uçağı düşürme, Aile Bakanı’nın Hollanda’ya alınmaması gibi devletler arası gerilimlerden kesinlikle çok daha üst düzeyde olduğunu vurgulamam şart. Üstelik ABD’nin tutumu ülke politikasına yön veren daha şahin grubun kişisel görüşü veya ideolojik takıntısı olarak küçümsenemeyeceği; bugüne kadar görece daha çok Türkiye lehine duruş sergilemiş Pentagon’un dahi “inceldiği yere kadar” anlayışı içinde olası olağanüstü sonuçlarından çekinmeyecek şekilde gözünü kararttığını eklemek gerek.

ABD’NİN 'ANİ DURUŞ' TEHDİDİ

Ekonomiye geri dönelim ve ilk paragrafta ifade ettiğimiz “ani duruş” riskinin ne olduğunu açıklamak üzere 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası yaşanan sarsıntıyı hatırlayalım. Türkiye’ye sıcak para akışı durmuş, ekonomi yavaşlamaya yakınsamıştı. Derken 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde Erdoğan’ı Almanya Başbakanı Merkel’in yanında altın varaklı tahtlarda görmüştük. Türkiye Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de tutulması karşılığında ani duruş riskini bertaraf etmiş ve finansal açıdan nefes alabilmişti. Bir cümleyle “ani duruş” nedir açıklayalım. Yurt dışından gelen finansmanla döndürülen ekonomilerde (Türkiye) fon akışının aniden kesilmesi ve sert fon çıkışlarının yaşanarak tüm ekonominin keskin bir şekilde durması. Sonuçlarıyla açıklarsak eğer dolar kurunun birkaç hafta içerisinde iki katına çıkması; ekonominin çok keskin ve sert bir daralmaya girmesi.

Aşağıdaki görsel ani olmayan para çıkışını göstermektedir. Yabancı yatırımcıların iç borç finansmanında gittikçe azalan (ani olmadan) paylarının; Türkiye ekonomisinin 2013 sonrasında ivmesini kaybetmesiyle aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf değildir. Para çıkışı ani olduğunda, haliyle ekonomideki yavaşlama da ani olmaktadır.

.

İşte 2015’te dış politikada verdiğimiz tavizle kaçınılan bu ani duruş riskini geçtiğimiz yıl daha da ciddi düzeyde yaşamıştık. 4,55 seviyesinden başlayan dolar kuru atağı; Merkez Bankası’nın (TCMB) güçlü ve hızlı önlemler almaması neticesinde patlamaya dönüşmüş; ani duruş oluşma ihtimaline karşı son noktada faizlerde yüksek artış yapılmıştı. Bunun sonucu ise Türkiye ekonomisinin krize girmesi olmuş; kur sıçrayışının ilk başladığı Şubat 2018’i takip eden Nisan 2018’de mevsimsellikten arındırılmış verilere göre ekonomik büyüme tamamen durmuştu.

Günümüze gelelim; 7,24 seviyesine sıçramış kurun 5,14 dip seviyesini gördüğü ve her iki uç noktanın da geride kaldığı 6,00 (5,80-6,20) seviyesindeyiz. Bu yılın şu ana kadar olan günlük kur ortalamasının 5,37 olduğunu; yılın geri kalanında mevcut 6,00 seviyesinin korunması halinde yıllık ortalamanın 5,74 olacağını belirtelim. Geçtiğimiz yılın ortalaması ise 4,81’di ve kur bugünden itibaren aynı düzeyde kalsa bile yıllık ortalama kur artışı yüzde 19 ile oldukça yüksek olacak. Yıl sonu enflasyon beklentisi ile büyüme beklentisinin toplamının yaklaşık yüzde 15-20 civarında olacağını uluslararası kurumların raporlarından biliyoruz.

Kısacası mevcut kur seviyesi olan 6,00’ı yılın geriye kalanında aynen korusak dahi TL cinsi gelir eden şirketlerimiz ve devletimizin (varsayalım ki nominal GSYH artışı kadar gelir artışı yaşıyorlar); ancak kur artışından kaynaklanan yeni zararlarını karşılayacak kadar gelirlerini artıracağını söyleyebiliriz. Üstteki hesaptaki mantığı kaçıranlar için basitçe özetleyim; kur yılın geri kalanında 6,00 seviyesinde kalırsa mevcut kötü durum aynen devam eder, bir iyileşme gerçekleşmez.

Peki ya kur üstte belirttiğim gibi bir ani duruş ile sıçrama yaşar ve astronomik seviyelere giderse? Bunun sonucunu tahmin etmek zor değil; birçok döviz borçlu şirket bu sefer kıyak kredilerle yüzdürülemeyecek şekilde kesinkes iflas eder, bankaların sermayelerinde büyük erimeler yaşanır, hatta oluşacak panikle vatandaşın döviz mevduatlarını çekmeleri sonucu bankalar iflas edebilir ve en nihayetinde devlet dahi borçlarını ödeyemeyeceğini ilan edebilir. Notumu düşeyim: Ani duruş olur demiyorum; ani duruş olursa yaşanabilecek senaryoyu tasvir ediyorum.

Tekrar ABD’ye dönelim: Bu konunun ABD ile alakası ne? Türkiye’ye yapılan üstü kapalı tehdit ekonomik ambargo. ABD Kongresi’nin 2017’de çıkarmış olduğu CAATSA kısaltmasındaki “ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası” perde arkasında Türkiye’ye yapılan tehdidin kendisi. Türkiye ile ABD görünüşte müttefik ve elbette Türkiye’nin hasımlara yapılan yaptırımlar ile tehdit edilmesi teoride mümkün değil.

Fakat pratikte durumun böyle olmadığını ve NATO üyeliğinin devamının dahi pazarlık masasına konduğunu biliyoruz. NATO’dan çıkarılma durumunun iki taraf arasında saygı ve sevgi ile gerçekleşmeyeceğini; iki tarafın asimetrik olarak birbirini cezalandırmaya çalışacağını ve sonucunda da ABD’nin Türkiye’yi en zayıf karnı olan ekonomiden vurmakta tereddüt etmeyeceğini biliyoruz.

ABD ile olan ilişkilerimiz ile dış finansman sorunlarımız arasındaki ilişkiyi de hemen netleştirelim. Türkiye’nin borcu diğer devletlere değil; uluslararası yatırımcılara. Bu yatırımcılar; büyük bankalar, fon yönetim şirketleri ve büyük bireysel servete sahip şahıslar. Dolayısıyla ilk bakışta ABD’nin doğrudan etki etme gücü yok. Fakat ABD’nin uluslararası ödemeler sistemini, dış kredi kullanımı ve yabancı fon transferlerini etkileme gücü var; bunların da doğal sonucu Türkiye’ye olan para akışının kesilmesi ve haliyle ani duruş. Benzer durumlar İran, Rusya ve Venezuela gibi ülkelerde yaşandı.

Bu noktada sürecin iki tarafın anlaşamaması ve dolar kurunun ani sıçraması şeklinde gerçekleşmeyebileceğini; kesin olmamakla birlikte muhtemelen aylarca süren olumsuz gelişmeler neticesinde Türkiye’nin dış ödemeler krizine itilerek yani kamunun veya bazı ticari kuruluşlarının dış ödemelerini yapamayarak kur-faiz ikilisinin patlayabileceğini söylemeliyim. Her ne kadar bu yazının başlığında yaz mevsiminin çok sıcak geçeceğini belirtsek de gerilimin sonraki dönemde ve farklı boyutlara da genişleyerek sürebileceğini eklemeliyim.

Yazının ilk kısmını özetlemenin vakti geldi. Türkiye ekonomisi hiç olmadığı kadar kırılgan ve dış finansörlerin insafına kalmış durumda. ABD ile ilişkilerin ne kadar kötü olduğu ve ABD’nin bunun daha kötüleşmesinden çekinmeyeceği ve Türkiye’nin zayıflığını kullanacağı ortada. Peki bu sözlerle ne demek istiyorum? Varmak istediğim nokta “boyun eğelim, S-400’ler alınmasın” veya “kimse bizi tehdit edemez, S-400’ler mutlaka alınmalı” değil. Durumumuzu bilelim, neyle tehdit edildiğimizin farkında olalım ve sonuçlarını hesaba katalım.

BATI BLOKUNA KARŞI NE YAPMALI?

Asıl soru ise şu aşamada ne yapmak gerektiği. Türkiye çok kez Batı bloku ile sorun yaşadı ve ülkemizin iktisadi zayıflığı da yeni değil. 1961’den beri 19 kez IMF ile destekleme (stand-by) anlaşması yaptık. Mevcut durumu farklı kılan ise borcun büyüklüğü, AKP iktidarının açık bir şekilde halkı değil kendi çıkarlarını düşünmesi, ABD’nin gözünü karartması ve Türkiye’yi vazgeçilebilir olarak görmesi. Dolayısıyla mevcut durumu öncekilerle karıştırmamak gerektiği; gelinen noktanın en fazla milli mücadele dönemini anımsattığını belirtelim. Elbette söz konusu durumun askeri ve siyasi bir işgal değil, iktisadi işgal riski olduğunu; yani 2019 yılının dünya gerçeklerine göre uyarlanması gerektiğini ekleyelim.

Birçoğumuz milli mücadelenin yalnızca Kurtuluş Savaşı neticesinde kazanıldığını düşünür; halbuki işin aslı bir o kadar da diplomatik başarının gösterilmesidir. İtalyanların savaşsız çekilmesi, SSCB’nin müttefik hale getirilmesi, Fransızların ikna edilmesi, İngilizlere geri adım attırılması, ABD’nin taraf olmaması; bir tesadüf değil, dış politika becerisidir. Yapılan hamlelerin sonucu Ermenistan ve Yunanistan’ın yalnız bırakılması; önce ilkinin küçük savaşlarla ardından ikincisinin büyük muharebelerle mağlup edilerek bağımsızlığın elde edilmesidir.

Milli mücadele döneminde bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından oluşturulan dış politika; işgalci devletlerin lehine çok sayıda imtiyaz içermektedir. Ancak işgalci kuvvetlerin her birinin çelişen talepleri ve zayıflıklarından faydalanılması sonucu; bu imtiyazların hepsi kâğıt üstünde kalmış, hiçbiri uygulanmamıştır. İşte dış politika böyle bir şeydir; zorlu dönemlerde doğrudan istediğini söyleme değil, karşı grupların ayrışmalarını ve zayıflıklarını kullanarak bir satranç oynama ve sonucunda onları mat etmektir.

Üstte bahsedilen imtiyazlara birkaç örnek verelim. Fransa ile imzalanan 1921 tarihli Ankara Antlaşması madde 10: TBMM Hükümeti, Pozantı-Nusaybin arasındaki Bağdat Demiryolu ayrıcalığının ve Adana'daki şubelerinin haklarıyla işletme ve nakliyat-ı ticaretinin yasal hak ve yararlarıyla Fransız Hükümeti'nin seçeceği bir Fransız grubuna verilecektir. İtalya ile 1921’de imzalanan ve Atatürk’ün Nutuk eserinde bahsettiği (fakat tam metni bulunmuyor) antlaşma hükmü: Antalya, Burdur, Muğla, Isparta, Afyon, Kütahya, Aydın ve Konya’da ekonomik girişimler için İtalyanlara imtiyazlar verilecektir. Ayrıca Zonguldak Ereğli maden imtiyazı Türk-İtalyan ortaklığındaki bir şirkete eşit payla verilecektir. ABD’li Chester şirketi ile TBMM’nin yaptığı sözleşme: Sivas-Van arasında şirketin inşa edeceği demiryolu, köprü ve liman gibi yatırımların 20’şer kilometre içinde bulunan/ bulunacak tüm madenlerin çıkarma imtiyazı 99 yıl boyunca bu şirkete ait olacaktır.

Bu imtiyazlar neticesinde işgalci kuvvetlerin sayısı azaltıldı, aralarında çıkar çatışması yaratılarak bütünlükleri bozuldu, Anadolu’ya cephane akışı sağlandı ve Yunanistan karşı cephede tek ve zayıf rakip olarak bırakıldı. Ötesi başarılı bir dış politika stratejisi ve savaş alanındaki kahramanlıklar sonucunda verilen bu imtiyazlar Lozan Antlaşması öncesi, esnası ve sonrasında bütünüyle kaldırıldı; “Tam Bağımsız Türkiye” şiarı gerçekleştirildi.

Dolayısıyla Türkiye’nin tarihinin en zayıf dış finansal dönemini yaşadığı şu günlerde kendisinden orantısız derecede güçlü olan ABD’ye doğrudan kafa tutması da ABD’nin her tehdidine boyun eğen bir politika uygulaması da hatalıdır. Doğru yol iktisat ve dış politikanın eş zamanlı değerlendirilerek yapılacak hamlelerde aranmalıdır. Bu hamleler neticesinde 100 yıl önce siyasi bağımsızlık kazanıldığı gibi bugün de yine benzer hamlelerle iktisadi bağımsızlık kazanılabilir.

Fakat içinde yaşadığımız bilgi kirliliği ve algı oluşturma çağında hatasız bir pusulayla doğru yolda ilerlemek kolay değildir. Çünkü bir taraftan Batı destekli sözde çağdaş ve özgürlükçü kurumlar Türkiye’nin teslimiyetçi bir politika izlemesini olası tek yol olarak göstermekte diğer taraftan Rusya ve Çin güdümlü yapılanmalar sözde Atatürkçülük ve bağımsızlık adına Türkiye’nin akıl dışı bir şekilde doğrudan kafa tutmasını telkin etmektedir. Oysa bu iki politika önerisinin de sonucu Türkiye ekonomisi zayıflatmak ve uluslararası ilişkilerde Türkiye’yi izole bırakmak olur. İşte bu noktada ABD’nin yarattığı tehdidin Türkiye’ye ve AKP hükümetine olan kısımlarını ayırt etmek; Türkiye’yi savunurken AKP’nin yarattığı hatalar yükünün bedelini ödememek gerekmektedir.

Ancak unutulmaması gereken; bunu yalnızca şahsi menfaatlerini geride bırakmış bir hükümetin gerçekleştirebileceğidir. İktisadi çöküntüye neden olan ve kendi çıkarlarını tıpkı Gençliğe Hitabe’deki gibi halkın çıkarlarının önüne koymuş bir hükümet ile arzu edilen sonuç başarılamaz. Nasıl Sultan Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit’in imzaladığı Sevr ile değil; Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’nın imzaladığı Lozan ile yeniden doğabilmişsek eğer; bir sonraki kurtuluş da yalnızca halkçı ve vatansever bir duruş ile mümkün olabilir.

*Uluslararası finans uzmanı