Kayıt
Kayıt filminden her kaçma denemesinden sonra nasıl oluyorsa kendimizi her daim seyirci olarak buluyorduk. Tek gözün karşısında birleşen kendimize bakarak, hayatta kalacağımız inancıyla korkunç bir sona doğru gidişimizi izliyorduk. “İnsan kendisine ağlar mı” diye soruyor geçmişten bir şair. İnsan, insanlık kendisine ağladı.
Nevin Ferhat-Kemal Baş
Gültan Kışanak, Füsun Üstel ve Tuna Altınel için...
“Dünya yıkılırken hepimiz biraz suçluyduk.”
Yalanlar, doğrular, gerçekler ve sanılar, cinayet mahalline mermiler gibi düşmekteydi. Tanık olarak bizler, olup biteni sessizce dinlemekte ve seyretmekteydik. Lakin yalnızca seyircisi değil, aynı zamanda katili ve kurbanıydık. Dahil olduğumuz bilgisini sezgisel olarak edindiğimiz kayıt filminde hayatlarımızla ve tepeden tırnağa bedenlerimizle filmi yönetenlerin küçük gözlerine sığmalıydık. Böyle bir görme biçimi egemeni daha “güçlü” yapmaktaydı: Öyleyiz biz, güçlüyüz biz. Biz yazar, biz oynarız. Öyleyiz, güçlüyüz biz. Buna karşın yansımanın çift yönlülüğünde ortaya çıkan görmenin ve egemen olmanın suç ortaklığında birleşmiş “BİZ”i eleştirenler ise “haz” yoksunu, zayıf, zavallı ve “hınç” varlığı olarak tanımlanmaktaydı.
Bununla beraber egemenin işlevlerinden biri de somut bir problemin nedenlerini kişinin kapasitesinde arayarak karşımızda dağ gibi duran haksızlığı ve adaletsizliği gizlemektir. Diğer bir ifadeyle egemen, görürken görünmezleşmek zorundadır. Dolayısıyla kişinin yoksulluğu veya işsizliği, eşitsiz ve adaletsiz bir sistemin sonucu değil, onun hem bedensel hem de zihinsel yeteneklerinin zayıflığı olarak gösterilmektedir. Kişinin hayatta karşılaştığı zorluklar veya yaşadığı başarısızlıklar sonucunda edindiği öfke ise hınç olarak kayda geçmektedir. Burada ayrıca hıncın kökeninde kişisel travmalar, depresyonlar ve bellek hasarları araştırılır. Bu açıdan Nietzsche’nin, egemenin görünmezlik ve peçeleme etkinliği için uygun bir filozof olduğunu söyleyebiliriz. Bu ideolojik hamlenin yanına tekniğin durmaksızın artarak devam eden olanağını da eklersek, dünya denilen yerde mesafeler ortadan kalkacak ve her şey görülebilir olacaktı. BİZ’den ötede görülebilir dünyanın içinde kalanlar, yani “görünenler” ise yoksunluklarıyla orantılı bir biçimde görme olayına dahil olacaktır.
Beklentilerin sonunda tuhaf bir hüzün beklemekteydi. Bu, merceklerin ötesindeki hayatların sahiciliği problemiyle başlayan ve “BİZ”in kendi araçlarının, dolayımlarının bir uzvuna dönüştüğü gerçeğiyle yüzleşmesiyle, egemenliğin ve hazzın düşme eğilimi göstermesiydi. Kontrol edilen hayatların çıplak oluşunda bile nüfuz edilemeyen bir şeyler vardı. Bakıldıkça şeyleşen ve sahiciliğini yitiren bu hayatlarda yine de dirençli bir yüzey bulunmaktaydı. Her yüzeyin ardında görülecek başka bir şey olduğu duygusu görme olayının yanılsamalarından biridir. Çünkü dünyada olan her şey görmeye açık olup kendini görünüşler dizisiyle açığa çıkartır. Bu esnada ise görünüşlerin nedeni olarak tayin edilen “görünenin ardındaki görünmeyen”in varlığı sezinlenir. Bu hissedişle, egemenin seyri süreklileşir ve egemen bu görünüşleri bir yanılsama, bir engel olarak yorumlamaya başlar. Bunun paralelinde egemenin, görme edimi sayesinde tekniğin bir uzantısına dönüşüyor olması, peçelenme etkinliği için ona soğuk bir yüzey yaratacaktır. Böylece steril, beyaz, suçla, adaletsizlikle ve haksızlıkla ilişkilendirilemeyecek bir yüz edinecektir. Elbette “BİZ” denilen bu görünüş, kimine az kimine çok paylaştırılacaktır. Yeri gelecek bunun ardına saklanacak yeri gelecek arsızca görünecek ve birilerine haddini bildirecektir. Ve on yedi yıl boyunca AKP, Erdoğan’ın yüzüyle kâh görünür oldu kâh görünmezleşti. Bununla birlikte her şey göz önündeydi: 5 Haziran Ahmed-Diyarbakır Katliamı, Pirsûs-Suruç Katliamı, Ankara Garı Katliamı, Cizîr-Cizre bodrumlarında canlı canlı yakılan yurttaşlar, “Kanun Hükmünde Kararnameler” (KHK) ile işlerinden çıkarılan ve hakları gasp edilen on binlerce yurttaş, Afrin’in işgali, açlık grevi ve ölüm orucu, gözaltına alınan yurttaşlara yaygın bir biçimde yapılan korkunç işkence türleri ve kötü muamele... Her şeyi ama her şeyi egemen kaydetti.
Kayıt filminden her kaçma denemesinden sonra nasıl oluyorsa kendimizi her daim seyirci olarak buluyorduk. Tek gözün karşısında birleşen kendimize bakarak, hayatta kalacağımız inancıyla korkunç bir sona doğru gidişimizi izliyorduk. “İnsan kendisine ağlar mı” diye soruyor geçmişten bir şair. İnsan, insanlık kendisine ağladı.
İnsanın o şaşaalı uygarlıklar yaratan narin hayatı, bir gözün içine sığarken ve sahiciliğini yitirirken; suç, acınası ve dirençli bedenlerimiz üzerinde diriliyordu. Bu diriliş, insanı aşan, boğan bir yapıya dönüşerek geçmiş ve gelecek bütün mümkünlükleri hükmü altına alıyordu. Denilebilir ki insan gerek toplumla gerek devlet ile olan ilişkisinde ya suça doğru gitmekte ya da suçtan kaçmaktadır. Bununla beraber insan, tarihle çarpılmış ve sosyo-ekonomik ilişki ağlarıyla her yere yayılan suçla karşılaştığında “şaşkınlık” duygusuyla kendisini suçtan gizlerken onu da peçelediğinin farkında değildi. Tıpkı suçun tek sahibi olarak algılandığının farkında olmadığı gibi... Oysa esas mesele suçun sürekliliğini sağlayan egemenin o beyaz yüzünün aşındırılmasıdır. Yani doksanların ortalarından bu yana devletin her türlü şiddetine maruz kalmalarına rağmen “Cumartesi Anneleri”nin gözaltında kaybedilen yakınlarının fotoğraflarıyla failleri görünür kılma mücadelesindekine benzer bir çabayla görünüşlerdeki “BİZ”i açığa çıkarmak gerekir.
Sonuç olarak, sıradan hayatlardaki “görünenin ardındaki görünmeyen”i yakalama gayreti, suç yoluyla hapsetme ve köleleştirmek manasına gelirken; kaybettiklerimizden, acılarımızdan yansıyan egemenin görünmez yüzünü çizgiye ve renge kavuşturmak ise hakikat arayışına ve özgürleşmeye karşılık gelecektir. Bunun yanında unutulmamalıdır ki yaşamdaki her durum, insan tarafından üretilen her duygu ve düşünce onu aşan bir olaya kolaylıkla bürünebilir. İnsan bir taraftan bir peçeyi kaldırırken, diğer taraftan başka bir şekilde peçele(n)mektedir. O halde neyle ve nasıl peçelendiğimizi en azından seçerek başlangıçlarımızı belirlemeliyiz. Suça, korkuya ve kaygıya boğulmadan yaşamın bütün kuvveti ve özgürlüğüyle “Barış Akademisyenleri”nin vurguladığı gibi “Bu suç(l)a(ra) ortak olmayacağız” diyebiliriz.