Amerikan-İsrail planı: Filistin’in topyekûn Yahudileştirilmesi
Özellikle Arap ülkelerinin birbirlerine girdikleri; Suriye’de iç savaşın henüz durmadığı, Körfez ülkeleriyle İsrail arasında ilişkilerin büyük mesafe katettiği ve Filistin mücadelesinin uluslararası destekten alabildiğine yoksun kaldığı bir dönemde “Asrın Anlaşması”nın piyasaya sürülmesi dikkati çekiyor.
Faik Bulut
Anadolu Ajansı kaynaklı haber, 13 Haziran tarihli Evrensel gazetesinde “FKÖ: Bahreyn Çalıştayı’nı boykot edin” başlığıyla yayımlandı. Ayrıntılara bakalım: “Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Arap ülkelerini, ABD’nin desteğiyle Bahreyn’de düzenlenecek Filistin konulu ekonomi çalıştayını boykot etmeleri çağrısında bulundu. İşgal altındaki Batı Şeria’nın Ramallah kentinde toplanan FKÖ Yürütme Kurulu, 25-26 Haziran’da başkent Manama’da düzenlenecek ‘Refah İçin Barış’ başlıklı ekonomi çalıştayını görüştü. FKÖ, toplantı sonrasında yazılı açıklama yaptı: ‘Bu çalıştay, toprak karşılığında barış ilkesini, para karşılığında barış ilkesiyle değiştirmeyi hedefliyor! Filistin halkı adına pazarlık yapmak için kimseyi görevlendirmedik. Dolayısıyla bu çalıştayın sonuçları, bizim için yok hükmündedir. Ayrıca çalıştayın ne bir hak ne de bir yaptırımı olacaktır!” Aynı açıklamada, Manama’daki çalıştaya eş zamanlı olarak Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta Arap partilerinin katılımıyla ortak bir “Halk Konferansı” düzenlenmesi konusundaki çalışmaların sürdürülmesi gerektiği vurgulandı.
Beyaz Saray’dan Amerikan yönetiminin daha önce yaptığı duyuruda, çalıştayın amacı şöyle tanımlanmıştı: “Hükümet, sivil toplum ve iş dünyasındaki liderlerin fikir alışverişinde bulunması, stratejileri tartışması ve potansiyel ekonomik yatırımlara destek vermesi açısından çalıştay çok önemlidir. Refah İçin Barış, Filistin halkı ve bölgedeki müreffeh bir gelecek için daha istekli ve başarılabilir çalışmalara fırsat tanıyacaktır!” Çalıştayın, ABD’nin İsrail-Filistin meselesinin çözümü konusunda ne zaman açıklanacağı netlik kazanmayan “Yüzyılın Anlaşması” planı kapsamındaki ilk organizasyon olduğu ifade ediliyor. FKÖ’nün boykot çağrısına rağmen Arap ülkelerinden Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Katar, Ürdün, Mısır ve Fas’tan yetkililerin katılması bekleniyor. Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan konsolosluğunda katledilmesinden bu yana geçen sekiz ay boyunca basına demeç vermeyen Suudi Veliahtı Muhammed Bin Salman, ülkesinin amiral gemisi sayılan el Şark el Avsat gazetesiyle yaptığı kapsamlı söyleşide, “Asrın Anlaşması”nın gerçekleşmesine katkıda bulunacağını söyledi. Filistin menfaati için düzenlenen bu ekonomik organizasyonun, bazı Arap çevreleri tarafından niçin boykot edildiğini anlamadığını belirtti. Bin Salman’ın bu noktada ikili bir tutum içinde olduğu gözden kaçmadı: “Biz, Filistin meselesinin kendilerine ait bir devlet kurulmasıyla çözüleceği noktasında ısrarlıyız. Masa altında gizli işlerimiz olmaz” dedi. Bu arada, Türkiye’ye karşı gayet dikkatli bir dil kullanmakla birlikte, “Kaşıkçı cinayetini istismar edenlerin kendilerine somut kanıtlar getirmesi gerektiğini” ifade ederek AKP iktidarına dolaylı bir eleştiri yöneltti. Anılan gazetenin başka bir makalesinde, Filistin’deki HAMAS yönetiminin, “Türkiye ile Katar’ın ağzına bakarak siyaset yaptığı” ileri sürüldü. Arap Devletleri Birliği Genel Sekreteri Ahmet Ebu el Ğeyt ise, birkaç gün önce, “Filistin ve Arap dünyasının kabul etmeyeceği hiçbir anlaşmanın başarılı olamayacağını” vurgulayarak, bağımsız bir Filistin devletinin kurulması gereğine işaret etti.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir misali, ABD-İsrail yönetimi, Körfez ülkeleriyle işbirliği içinde “Asrın Anlaşması, Yüzyılın Barışı” isimli projeyi uzun zamandan beri pazarlamaya çalışıyor. Filistin’in siyasi kimliğini tümüyle imha etmeye yönelik bu uğursuz anlaşmanın ana hatları hakkında çokça yazılıp çizildi. Bir örneğini Mısırlı köşe yazarı Seyyid Qasım el Mısri’den alıntılıyoruz: “Kutlarım Bay Netanyahu, kutlarım! Emellerinin önündeki bütün kapılar açılmış vaziyette. Siyonizmin en fantastik düşlerinin gerçekleşmesine ramak kaldı. Zira ABD, doğu ve batı yakasıyla Kudüs şehrini sana peşkeş çekti. Golan Tepeleri de promosyon olarak verildi. (Bu arada Netanyahu, söz konusu tepeleri armağan eden ABD Başkanı'na jest yapmak istiyor. Trump Tepeleri ismini vermeyi düşünüyor gasp edilen Suriye topraklarına-F.B.) Kala kala Filistin topraklarındaki az buçuk Batı Şeria kalmıştı. Onu da Asrın Barışı sayesinde elde edeceksin Netanyahu Efendi! Bu durumda on yıllardır süren Filistin meselesinden elde olan ne var? Yurdundan tehcir edilmiş milyonlarca Filistinli mülteci sorunu, yeni bir tanımlamayla en düşük rakama indiriliyor. Bu tanıma göre mültecilerin sorunu on yıllardan beri çözülmediğinden dallanıp budaklanmıştır. Mesela göçüp giden ilk kuşak, sığındığı ülkelerde (Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır, Körfez ülkeleri vs) yurttaşlık hakkı almayı reddetmeye zorlanmıştır veya siyasi amaçlarla kendisi kabul etmemiştir. 1930’lardan bu yana üç kuşak geçmiştir. Evlatları da aynı konumda kalmışlar. Oysa evlatlar, mülteci konumunda sayılmamalıdır. Sadece ilk tertip giden kuşak, mülteci sayılabilir. Onların tazminatları da petrodolar zengini Arap ülkeleri tarafından karşılanmalıdır. Aslında İsrail yönetimi, işgal ettiği, yurdundan yuvasından kovduğu Filistinli mültecilere öteden beri tazminat ödemeyi hiç düşünmüyor. Konu her gündeme geldiğinde, Arap ülkelerinden İsrail’e giden veya kovulan Yahudilerin mülklerinin parasını istiyor. İsrail televizyonuna göre bu miktar, 250 milyar doları buluyormuş! Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilere gelince, onlar hakkındaki fermanı da Trump’ın damadı ve yardımcısı Jared Corey Kushner ile ABD Dışişleri Bakanı Michael Richard Pompeo tarafından verilmiştir: ‘Filistin meselesine daha gerçekçi yaklaşılmalıdır. Mantıklı ve uygulaması mümkün olabilecek çözümler şarttır. Doğru reçete şudur: Filistin halkının çektiği acılar ve karşılaştığı büyük problemler, ekonomik düzlemde çözülmelidir.” (20 Nisan 2019 tarihli El Şuruq gazetesi)
Pompeo, CNN kanalındaki bir söyleşisinde niyetini açıkça dışa vurmuştur: “İsrail’in (Filistinlilerin yaşadığı ve Filistin yönetiminin merkezinin bulunduğu) Batı Şeria üzerindeki egemenliği, meselenin çözümü için hazırlanan Amerikan Barış Planı’nı olumsuz etkilemez, Daha önce sunulan barış/çözüm modellerinden farklı bir planımız var. Çünkü eski çözüm planları, 40 yıldan bu yana gerçek amaca ulaşmamıştır. Biz, daha farklı ve belirgin bir çözüm peşindeyiz.” Malum, eski barış görüşmeleri veya planlarının anahtarı şöyleydi: Toprağa karşılık barış. Yani İsrail, 1967’de işgal ettiği Filistin topraklarından çekilecek; buna karşılık FKÖ ve Arap devletleri, onunla barış imzalayacaklar. ABD’nin yeni planının ana fikri daha farklıdır: Toprağa karşı barış yerine bolca para yerine barış.”
Sıkı bir Siyonist sayılan damat Kushner, haziranın ilk haftasında Washington Yakındoğu Araştırmaları Kurumu isimli bir Yahudi lobi kuruluşunda barış planını görücüye çıkardı. Bu kuruluşun sıradan bir lobi olmadığını belirtmek şart. Zira çok sayıda Arap yetkilisi ve şahsiyeti hem konuşmacı hem de konuk dinleyici/katılımcı sıfatıyla davet etmiştir. Bunlar arasında Tunus Ihvan (Müslüman Kardeşler) önderi Raşid Ğannuşi ile Lübnanlı Dürzi lider Velid Canbulat da bulunuyor. Kushner’in “Asrın Barışı”nı sunumu yahut pazarlaması ilginç ipuçları içeriyordu. Bir kere, Trump’ın damadı ve has adamı, Birleşmiş Milletler, uluslararası camia ve Arap devletlerinin Filistin meselesinde şimdiye kadar kullanageldikleri yerleşik temel kavramları değiştirmekle işe başlıyor. Mesela işgal altındaki topraklara 70 yıldan bu yana kurulmuş bulunan Yahudi yerleşim merkezlerini (ki bu da klasik iskan sömürgeciliği ve üstü örtülü işgal demektir-F.B.) üç ayrı kategoride sınıflandırıyor. 1948 yılında kurulanları, artık hesaba katmıyor. Filistinliler, bunun üstüne bir bardak su içsinler, demek isteniyor. 1967 ve sonrasında kurulmuş olanları da farklı biçimlerde tasnif etmek suretiyle, özünde bir toprak ve meselesi sayılan Filistin meselesini toptan sıfırlanmış yani yok hükmünde sayıyor. Keza muhtemel bir Filistin devletinin kurulması, Kushner’in planında yer almıyor. Aslına bakılırsa bu tür bir bakış açısı sadece Kushner ve Pompeo gibi İsrail yandaşı politikacılarla sınırlı değil. Zira Amerikan yöneticilerinin arasında Filistin-İsrail veya geniş anlamda Arap-İsrail çatışmasına yönelik iki farklı anlayış var. Birinci anlayış, mevcut haliyle bile olsa Filistin ‘özerk yönetimine’ hayırhah bir tutumla bakıyor. Deyim yerindeyse İsrail’in başat çıkarlarını kollamakla beraber Filistinlilere de bazı haklar tanınmasını tercih ediyor. Doğu Kudüs’ün Arap yurdu olarak kalmasını, Filistin topraklarına daha fazla Yahudi yerleşim yeri kurulmasının önlenmesini ve bu arada yurtdışındaki Filistinli mültecilerin dönüşünün sağlanması yolunda ciddi çaba gösterilmesini istiyor. Bağlantılı olarak Kudüs ile Golan Tepelerini İsrail yönetimine peşkeş çeken Trump politikasını yanış buluyor. Filistinlilere yapılan yardımları ve Doğu Kudüs’teki hastane dâhil benzer sağlık hizmetlerinin durdurulmasını ve 1990’ların başlarında ABD’de açılmış bulunan FKÖ bürosunun kapatılmasını da geleneksel Amerikan dış politikasına aykırı düştüğünü ifade ediyor. İkinci anlayış ise, bu itirazlara şöyle karşılık veriyor: Aslında Trump ve ekibi, klasik ABD dış politikasından bir sapma göstermemiştir. Tam tersine, uygulanagelen örtülü veya açık politikanın özünü sahaya aktarıp uygulamıştır. Söz gelimi Kudüs’ün İsrail’in başkenti sayılmasına ilişkin karar Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin ortak aldıkları bir kongre kararıydı ki, 1990lardan beri uygulama bekleyen bir kanun hükmüydü. Trump’ın yardım kesmesine yönelik karar da öyleydi. Amerikan Kongresi, kendisine gelen yıllık raporlar uyarınca Filistin yönetiminin faaliyet ve davranışlarını değerlendirdikten sonra gerekli yardımın yapılıp yapılmayacağını kararlaştırıyordu. Örneğin ABD’ye göre FKÖ, 1993 ve öncesinde istenen şartları yerine getirmediği zaman Beyaz Saray, Filistin temsilcisi örgütle irtibatını koparma hakkına sahipti. Keza işgal altındaki Filistinlilere, BM çerçevesinde (Birleşmiş Milletler Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı, UNRWA), sunulan çeşitli maddi yardımlar ve hizmetlere Amerikan katkısının sonlandırılması veya sürdürülmesi şartı da yeni bir politika değil. Trump ve damadı Kushner’in yaptıkları, eskiden beri alınmış bulunan kararları daha pervasızca ve hoyratça uygulamaktan ibarettir. Özellikle Arap ülkelerinin birbirlerine girdikleri; Suriye’de iç savaşın henüz durmadığı, Körfez ülkeleriyle İsrail arasında ilişkilerin büyük mesafe katettiği ve Filistin mücadelesinin uluslararası destekten alabildiğine yoksun kaldığı bir dönemde “Asrın Anlaşması”nın piyasaya sürülmesi dikkati çekiyor.
Peki, ne var bu ekonomik çözüm paketinin içinde? ABD yanlısı bazı Arap kaynaklardan sızdırılan haberlere inanılırsa, Filistinliler kendi anayurtları üzerinde bağımsız bir devlet kurmaktan ve toprağa dayalı egemenlik hakkından vazgeçerlerse, onlar ihya edilecekler. Trilyonlarla ifade edilen miktarda dolar Filistinlilere ikram edilecek, böylece hayatlarında görmeyecekleri kadar müreffeh bir hayat yaşayacaklar! Böylece Filistinliler, komşu ülkelerdeki kardeşlerinin ekonomik hayatlarını kurtaracak ilk meşalenin taşıyıcıları ve rehberleri olabilecekler. Gel de inan! Adnan Menderes’in Amerikan yardımıyla her mahallede bir milyoner yaratma/çıkarma sözüne ne kadar da benziyor!
Dolar karşılığı Filistin toprağını bedavaya kapacak olan Netanyahu’nun hedefini de iktidar yanlısı sağcı Yizrael Ha yom (Bugünkü İsrail) gazetesi formüle etmiş: “Böylece Filistin meselesi de halledilmiş olacak ve Batı Şeria toprakları da Yahudileştirilecektir. Çünkü kendisinden öncekilerinin başaramadığı ölçüde yoğun bir siyasi-diplomatik gayret gösteren Netanyahu, İsrail devletinin konumunu uluslararası haritanın mümtaz bir yerine konumlandırmasını bildi.” İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Tzipi Hotovely, “1993 Oslo Anlaşması çerçevesinde Filistinli yönetimine devredilen Batı Şeria’daki C bölgesi, bundan böyle İsrail egemenliği altına geçmelidir” diyerek, olaya resmiyet kazandırmış oldu. Malum, bu bölge, Batı Şeria’da Filistinlilerin elinde kalan toprakların yüzde 60’ına tekabül ediyor.
Öte yandan, İsrail ve çevresinin güvenliği konusunda iki önemli gelişmeyle karşı karşıyayız. İlkinden haberimiz var: Russian Today (Bugünkü Rusya) ajansının bir haberine bakılırsa İsrail Başbakanı Netanyahu, devletin kurucu önderi David Ben Gorion dönemindeki “milli güvenlik” konseptinde değişiklik yaparak “1930’ların güvenlik konsepti” başlıklı bir proje/plan hazırlayacak. İsrail tarihinde bir ilk olma niteliğindeki plan, ABD ve dünyada yaşanan dönüşümleri de göz önüne alarak köklü değişiklikler içerecek. Temel gerekçesi şöyleymiş: İsrail’in daha önce karşılaştığı tehditler, şimdiden sonra değişmeye başlamış ve zamanla gelişme kazanmıştır. İkinci gelişmenin sonuçları ise ABD, Rusya ve İsrail arasında bu ayın sonlarında yapılması tasarlanmış toplantıdır. Burada ele alınacak konular arasında Filistin, Lübnan, Suriye ülkelerindeki güvenlik sorunlarıdır. Gündeme bağlı olarak Hamas, Hizbullah, İran’ın bölgedeki faaliyetleri de görüşülecek. Vakti zamanı gelince, bu konuya da değinilmesi elzemdir.