Quo Vadis Türkiye 12: Post-Erdoğan döneminin başlangıcı olarak 31 Mart seçimleri ve İstanbul
Evet, 31 Mart sonrası artık post-Erdoğan dönemde yaşıyoruz. Bu cumhurbaşkanının koltuğunu, etkisini ve nüfuzunu hemen kaybettiği veya 23 Haziran ardından hemen kaybedeceği olarak okunmamalıdır. Buradaki kasıt bir kişi kültü olarak Erdoğan’ın erimesi ve artık hem kalabalıklar arasında coşku ve sadakat sağlayan, hem de blok içerisinde ayrık seslerin kakofonisini susturacak bir lider figürü olmaktan uzaklaşmasıdır. Erdoğan iktidar blokundaki güçlü seslerden bir ses haline gelmiştir, diğer sesleri yok etme marifetini kaybederek.
Yektan Türkyılmaz
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
A. İlhan
VERTİGO: KİŞİ KÜLTÜNÜN TÜKENİŞİNE UZANAN ZİKZAKLAR
31 Mart Pazar, saat 23:22, yer AKP İstanbul İl Başkanlığı. Seçim sonuçlarına dair endişeli belirsizlik hala devam ederken AKP adayı Yıldırım basın açıklaması için podyumda sanki nereye gittiğini hiç bilmiyormuşçasına adımlar atarak kürsüye ulaştı. Yüzlerce şaşkın ve tedirgin taraftarının kaygılı sessizliğini aralayan heyecansız bir tonda "Bu saat itibarıyla İstanbul’da seçim sayıları, gayri resmi sonuçları 31 bin 124 sandıkta tamamlanmış bulunuyor. Bu sonuca göre İstanbul'da seçimi kazandık," diyerek zaferini ilan etti. Açıklamanın ardından kalabalıktan tezahürat yükselse de hatibin belirgin gönülsüzlüğünden olsa gerek pek inanamaz görünen simalar seçiliyordu. Eğer sesi kapatıp ekrandaki görüntüyü izleseniz Binali Yıldırım’ın yenilgiyi kabul konuşması yaptığına daha fazla inanabilirdiniz. Binali Yıldırım’ın o anki haleti ruhiyesini anlamak zor olmasa gerek; eğer CV’sine hızlıca bakarsanız, en şaşırtıcı girdi, muhtemelen, siyasi kariyerinin en yüksek konumunun açıklamasında yazacaktı: düşük profilli. İşte diğer adayları bu özelliğiyle alt edip başbakan olmuş Yıldırım’ın AA’nın veri akışını kestiği, YSK’nın açıklama yapmaktan imtina ettiği bir karmaşa anında, rejimin kaderini belirleyecek bu kritik seçim hakkında ‘zorla’ olmasa da en azından ‘ikna’ edilmeden bir zafer ilanına cüret edebileceği Türkiye’nin son 4-5 yıllık siyasi tarihine azıcın aşina olan kimsenin inanabileceği bir kurgu olmasa gerek.
Bu sahneden tam bir saat kırk üç dakika sonra, Erdoğan, ‘gecikmiş’ balkon konuşması için Ankara’da partisinin genel merkezinde destekçilerinin karşısına çıktı. Aradaki 103 dakikada neler geçtiğini detaylarıyla bilmemiz mümkün değil. Ancak Cumhurbaşkanı üstü kapalı da olsa sabık başbakanını tekzip edecekti: ‘Halkımız büyükşehri belediye başkanı olarak verse dahi ilçeleri ne yapmış, yine AK Parti'ye vermiş’. Mesaj açıktı, Erdoğan hem Ankara hem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını muhalefetin kazandığını kabul ediyordu. Haliyle konuşmasının bu kısmı kalabalıktan pek coşkulu bir yankı bulmadı; ‘her olanda bir hayır vardır’ Kurani tesellisi de. Daha birkaç dakika öncesine kadar Mansur Yavaş’ın kazandığı artık belli olmasına rağmen ‘Ankara bizimdir, bizim kalacak’ diye ‘bir umut’ tempo tutan ve reyisin alıştıkları davudi ve semavi sesinde her zaman olduğu gibi huzur ve teskin arayan kalabalık arasından ancak usulen bir tezahürat duyuldu. Ancak kalabalığa dikkatli bakınca gözlerde ve yüzlerde inkardan sukutu hayale dönüşün ürkütücü acısını okumak mümkündü.
Ardından Gezi gösterilerinden, 7 Haziran’dan alışık olduğumuz bir suskunluk parantezi geldi. Bu defa 3 Nisan gecesi Çamlıca Cami çıkışında bozuldu sessizlik. Cep telefonuyla yapılmış bu kayıtta Erdoğan neredeyse endişe hezeyanı içerisindeki taraftarlarınca kuşatılmış durumda görülüyor. Kalabalık, reis payesini verdikleri her türden hengameden kendisini, onları ve ülkeyi ‘yenilgisiz’ çıkarabilmiş cumhurbaşkanını, umuda aç gözlerle sanki ölüm sınırındaki bir hastanın ameliyat odasından çıkmış bir cerraha veya en olmadık bir dermanı muştulayacak bir falcıya yakarır türden nidalarla dinliyor. Erdoğan destekçilerini hala iş başında olduklarını söyleyerek ve muhalefetin seçilmiş adaylarını Amerikan siyasetinden Türkçeye çevirdiği ‘topal ördek’e’ (lame duck) benzeterek teskin etmeye çalıştı. Kastettiği seçim sonuçlarını kabul edip merkezi bürokrasi ve belediye meclisleri yoluyla başkanları etkisizliğe ve başarısızlığa mahkûm etme stratejisiydi. Kayıt kısa olduğu için diyalogların nasıl nihayetlendiği görülmüyor ancak çoğu kadınlardan oluşan kalabalığın ‘inşallah’ dileklerine rağmen yatışmadıkları anlaşılıyor; örneğin, kadınlardan biri cevaben, ‘Eşim belediyede memur biz ona hizmet edemeyiz’, diye feryada devam ediyor. Erdoğan 5 Nisan’da Cuma namazı çıkışında da seçimin bittiğini, ülke genelinde galibin Cumhur İttifakı olduğunu, İstanbul’a dair ise itirazlarla ilgili yetkinin YSK’da olduğunu söyleyerek, siyaseten seçimlerin geride kaldığını söyleyecek ve itidal söylemini daha da ileri taşıyacaktı. Oldukça şaşırtıcı olan kriz, yenilgi anlarında sessizlik parantezi kapandığında alışıldık, maksimalist, yüksek perdeden konuşan taraftarlarını kaostan, şüpheden, belirsizlikten kurtarıp uğruna mücadele edilecek tek ve basit bir hedef gösteren lider gitmiş yenine sükûnet, sabır, şükür telkin eden bir lider gelmişti.
Ardından ikinci sessizlik parantezi geldi. Bu parantez 8 Nisan’da sert bir istikamet değişimiyle sonlandı. Erdoğan Rusya ziyareti öncesi gazetecilere yaptığı açıklamada İstanbul seçimlerini ‘neredeyse bütünü usulsüz’ ilan edecek, dahası ‘13-14 bin oy farkla seçimi bir kazandım havasına kimsenin hakkı yoktur’ diyerek oy fazlasının makama ulaşmak için yeter şart olmayabileceğini de açıkça söyledi. Bu açıklamayı Rusya dönüşü AKP’nin ‘şahin’ kalemşörleriyle bir fotoğrafı basına verildi. Beraberindeki açıklama da fotonun çağrışımlarına uygundu: ‘Aslında samimi bir davranış olsa, bu iptale götürür. Böylece seçimin yenilenmesi niyeti en üst düzey ağızdan ilk kez dillendirilmiş oldu. Belirgin bir şekilde suskun duran içişleri bakanı ve MHP başkanı da Erdoğan’ın bu açıklamalarıyla aynı anda seçimin şaibeli olduğu ve yenilenmesi gerektiğini savunan açıklamalar yaptılar.
Ardından gelen günler hiç alışık olmadığımız türden sessizlik parantezleriyle geçti. Suskunluk bozulduğu anlarda ise Erdoğan daha önceki ifadelerini ve tutumunu tekzip eden zikzaklar sergileyecekti. Cumhurbaşkanı 14 Nisan’da ‘çiftçilerle iftar etkinliğinde’ CHP’ye zeytin dalı uzatarak MHP’ye bağlılığını azaltmaya çalışıyor yorumlarıyla karşılanan Türkiye İttifakı çağrısını yaptı. Bu çağrı 18 Nisan’da cumhurbaşkanlığı resmi twitter hesabında da tekrar edildi; vurgu Erdoğan’ın kalan 4.5 yıllık dönemi, milli meseleler etrafında bütünlük ve beka üzerine idi. 18 Nisan’da Türkiye İttifakı çağrısını betimleyen ‘Dönem, kızgın demiri soğutma, musafahalaşma, kucaklaşma, birlik ve beraberliğimizi yeniden perçinleme dönemidir’ açıklaması geldi. Erdoğan’ın bu manevrasına muhalefet şüpheci yaklaşırken en sert tepki Antalya’da partililerine konuşan Devlet Bahçeli’den geldi: ‘Ülke bazlı siyasi bir ittifak olamaz. Bizim ittifakımız cumhurladır, bizim ittifakımız AKP’li kardeşlerimledir.’
Çarpıcı bir ‘tesadüf’ eseri aynı gün ilerleyen saatlerde Kılıçdaroğlu Ankara Çubuk’ta katıldığı asker cenazesinde saldırıya uğradı. 31 Mart sonrası cumhurbaşkanından gelen kafa karıştırıcı tepkilere bir örnek de bu saldırı oldu. Bahçeli ve Soylu peş peşe saldırıyla ilgili muhalefet partisinin liderini suçladılar. Erdoğan ise yine dikkat çekici bir sessizliğe büründü. ‘Cumhurbaşkanlığı makamından’ konuyla ilgili ilk açıklamayı sözcü Kalın ‘kendi adına’ yaptı: ‘Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan çirkin saldırıyı kınıyor, geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum’. Ertesi gün Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı ve yakın dönemde Erdoğan’ın çevresinde en sık görünen bir yüz haline gelen, Fahrettin Altun Sabah gazetesine yaptığı açıklamada ‘Bu tepkiyi alan bir siyasetçinin, kendi sorumluluğunu düşünmek dururken halka "marjinal bir grup" muamelesi yapması gerçekten hayrete şayan bir durumdur’ diyerek Bahçeli ve Soylu gibi saldırının müsebbibi olarak Kılıçdaroğlu’na işaret etti. 23 Nisan’da ise Erdoğan bu defa kendisi CHP genel başkanını sorumlu tuttu: ‘Burada bir şehit var ve bu şehidin kimler tarafından yapıldığı belli. PKK ile hangi siyasi örgüt el ele kol kola geziyor ve bunun yanında da Türkiye’de hangi siyasi partiler kol kola veriyorlar. Sonra oraya gidiyorlar. Burada artık bir gaz sıkışması var.’
İlerleyen günlerde yine araya suskunluklar girmekle beraber Erdoğan seçimin şaibeli olduğu ve yenilenmesi gerektiği yönündeki vurgularını yoğunlaştırdı. Bu esnada özellikle göze çarpan bir durum ise AKP içerisinde seçimin yenilenmesi konusundaki rakip görüşler ve kümeleşemlerdi. 15 Temmuzdan beri ilk kez Erdoğan kendi partisi içerisindeki akustik ahenksizliği dindiremiyordu. Dahası AKP içerisindeki kimi isimlerin ve grupların, Erdoğan’ı by-pass eder ve zorlar bir biçimde, Devlet Bahçeli ile oldukça harmonik bir ses perdesi tutturmalarıydı. Görünen o ki, parti içerisinde Erdoğan’ın seçim fiyaskosunun faturasını çıkaracağı beklenen kesimler, suskun durup geri çekilmek yerine oldukça enerjik biçimde İstanbul tartışmasıyla ilgili tavır göstermekten çekinmiyorlardı. Ayrıca, AKP’nin kamuoyunda sıkça yeni siyasi oluşum kuracakları söylentilerinin merkezindeki Gül, Davutoğlu ve Babacan gibi isimler tekrardan medyada görünürlük kazandılar. Öyle ki hem Gül hem Davutoğlu, 15 Temmuz sonrası pek rastlanmayan şekilde, AKP’nin ve Erdoğan’ın siyasi çizgisini ve seçimlerle ilgili tutumunu doğrudan hedef alan açıklamalarını kamuoyuna açıktan sunmakta beis görmediler. Dahası Davutoğlu yeni bir parti kurmak için Konya’dan, Diyarbakır’a büyük ilgi uyandıran toplantılar düzenledi. Erdoğan ve çevresinin sitemkâr ve hatta ihanetle suçlayan ifadelerinin bu defa pek etkisi olmadığı anlaşılıyordu. Davutoğlu ile Erdoğan’ın tartışmalı ve ‘karşılıklı’ suçlamalarla geçen bir telefon konuşması yaptıkları haberi basına düştü ve yalanlanmadı. Öte yandan eski kadrolar arasındaki fokurdamayı bastırmak için olsa gerek kimi ‘azledilmiş’ veya kızağa çekilmiş isimleri tekrardan toparlama çabası ortaya çıktı. Bülent Arınç Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare kurulu üyeliğine getirildi. İlginçtir, Arınç hükümetin ve hatta Erdoğan’ın geçmiş uygulamalarını tenkit eden bir dil ile basının karşısına çıkmaktan çekinmeyecekti. Daha da çarpıcı olanı ise İYİ Parti milletvekili Ümit Özdağ eski bakan Babacan bir sohbetini basına açıkladı ve bu görüşmede Babacan parti kurma yönündeki görüşmelerinin devam ettiğini teyit ettikten sonra Erdoğan’dan kendisine gelebilecek bir Ekonominin başına geçme çağrısına ilişkin ‘kesinlikle kabul etmem’ ifadesini kullanmaktan çekinmeyecekti.
Cumhurbaşkanı 2 Mayıs’ta, 7 Haziran seçimleri sonrasına gönderme yaparak, ‘Seçim tekrarlanırsa seçimleri kazanacağımıza yüzde yüz inanıyorum’ diyecekti. Tabii bu iddianın göz ardı ettiği iki nokta muhalefet blokunun özellikle referandum sonrası aldığı şekil ve çok daha önemlisi Erdoğan’nın kendisinin hem Parti içerisindeki kadro ve gruplarla, hem iktidar blokunun bileşenleriyle 31 Mart sonrası artık kurmadığı sorgulanamaz bağımlılık ilişkisiydi. Başka bir biçimde söylersem Erdoğan artık çalgıcıların kakofonisini susturan, teksesliliği ustaca ve özgüvenle tahkim eden bir orkestra şefi olmaktan hızla uzaklaşmaktaydı. Tam tersine, bu kesimlerle akort tutturmak için sürekli zikzaklara başvuran bir figüre dönüşüyordu. 6 Mayıs’ta seçimleri yenileme kararının hemen öncesinde AKP içerisindeki ‘şahinler’, Soylu ve en büyük ortak MHP’nin tutumuyla uyumlu şekilde doğrudan YSK’ya seçimlerin tekrarı kararı alması çağrısında bulunacaktı. Yazıyı uzatmamak için örnekleri çoğaltmayacağım ancak buradaki tartışma açısından önemli bir nokta ise yenileme kararı sonrasında Erdoğan’ın İstanbul’da otuz dokuz miting düzenleyeceği duyuruldu. Ancak kampanyanın başlamasıyla beraber cumhurbaşkanı sadece suskunluğa değil neredeyse görünmezliğe büründü. Bu dikkat çekici manevra kamuoyunda ve hatta kimi analistlerce ‘taktik’ bir geri çekilme ve hatta Yıldırım’ın muhtemel yenilgisinden zarar görmeme hamlesi olarak okundu. Birincisi özellikle 15 Temmuz sonrası iktidarın Kürt meselesi hariç hiçbir konuda stratejik, uzun vadeli öngörülü davranamayan bir beka rejimidir. Beka göndermesi ise araçsal, retorik değil rejimin en tepesinden başlayarak dehşetle hissedilen hakiki bir varlık-yokluk kaygısı olmaya devam ediyor. 31 Mart sonrası rejim içi sarsıntılar iktidar sahiplerinin bu kaygılarında ne denli haklı olduğunu gösteriyor. Kısacası Erdoğan’ın geri çekilmesini ince hesaplı bir manevradan çok yukarıda sıraladığım 31 Mart sonrası şaşkınlıklar matrisindeki yalpayan konum değişikliklerinden biridir. Burada esas ilginç nokta Erdoğan’ın nasıl olup da suskun kalmayı kabullenebildiğidir. Ayrıca seçime günler kala AKP adayının kaybedeceğine dair beklentilerin en yükseldiği bir anda cumhurbaşkanının, hem de panik halinde, sahne alması geri çekilmenin taktiksel, seçim sonrasına dair bir hesaptan çok blok içerisinde azalan manevra imkanlarının ve rejimin en tepesinin hızlıca eriyen özgüveninin bir delilidir. Erdoğan’nın telaşlı taarruzu seçimleri kazanacak son dakika müdahaleleri yapmaktan çok ve onunla beraber iktidar blokuna kendi konumunu, kuvvetini ispat endişesinin izlerini taşıyor.
REJİMDEKİ KIRILMAYI ANLAMAK
2016 Kasımından beri üzerinde kafa yorduğum Quo Vadis Türkiye? yazı dizisinde 15 Temmuz sonrası Türkiye’deki gelişmeleri ve muhtemel yönelimleri inceledim. Başka türlü ifade edersem kendi kaosunu ve imhasını üreten iktidar mekanizmalarının nasıl ortaya çıkıp, nasıl işlediğini tartıştım. Yazı dizisinin ilk bölümünde darbe girişimi sonrası tablonun ülkenin 150 yıllık siyasi tarihinden üç unsurun bir araya gelmesiyle bir kopuşa işaret ettiğini belirtmiştim: 1) Kişi kültü denetimindeki bir ‘devrimci’ perspektifli iktidar, (2) paranoyak bir siyasal ve toplumsal psikoloji ve (3) devletin iç-savaşı. Bu durumun bir doğrudan sonucu devlet kurum ve geleneklerinin yine bizatihi devletin en tepesi tarafından berhava edilmesini beraberinde getirdi. Kısacası, kişi-kültünün devlet mekanizmalarına güvensizliği ve varoluşsal kaygıları (beka) sebebiyle bürokratik yapıları tasfiye ederek doğrudan alt-düzey kadrolar ve destekçi kalabalıklarla ulaşmaya girişmesi her geçen gün büyüyen bir kafa ve onun ağırlığına ve ani manevralarına tolere etmekte zorlanan bir vücut ortaya çıkardı. Ne var ki, bu durum endişelere derman üretmekten çok krizden kaosa koşan, ve ancak yıkım enerjisiyle ayakta kalabilen bir durumla karşı karşıya bıraktı ülkeyi. Okuyucuya garip gelse de kriz ve kaos kişi kültü için hem blok bileşenleri ile ittifakı hem de kalabalıklar arasındaki coşkun taraftarlığı mümkün kılan, canlı tutan dinamiklerdi. Kişi kültünün aslında hala erimeyen popülerliğinin kaynaklarını, tarihsel ve sosyolojik arkaplan ve psikolojik boyutlarıyla başka bir yazıda incelemiştim. Bu yazıda eklemek bu simbiyoza eklemek istediğim çok önemli bir boyut ise kişi kültü ile kalabalıklar arasındaki (kitlesel) narsistik ilişkidir. Geldiğimiz nokta itibariyle Türkiye’yi tepeden aşağı zehirleyen (kitlesel) narsisizmi hesaba katmadan ne mevcut rejim retoriğinin kuruluş ve işleyişini, ne kalabalıkların saldırgan, sorgusuz ve sadâkatli pekişmesini, ne de kişi kültünün oluşumunu yeterince anlayamayacağımızı düşünüyorum.
Son beş yıl içerisinde hegemonik iktidardan despotizme evrilen rejim için memleketin kadim narsistik yaraları paha biçilmez bir kaynak sundu. Her geçen gün artarak habis (malignant) ve patetik bir hal alan kitlesel narsisizm hem milletliğin sınır ve tanımının yeniden şekillenmesini kolaylaştırdı hem de ‘düşmanlara’ karşı girişilecek her tür kötücül eylemi kabullenecek bir kolektif vicdan inşasında temel yapı taşı oldu. Dahası, özellikle 15 Temmuz sonrası giderek ‘kudretsizleşen’ otoritenin ‘kuvvete’ dayanarak hayata tutunabilmesinde kişi kültü ile kalabalıklar arasındaki narsistik bağ tabiri caizse şok beton vazifesi gördü.
İlk başta iktidar blokunu bir kenara bırakıp, Heinz Kohut, Shozo Fujita, Erich Fromm ve Jerrold Post gibi (siyaset) psikologları(nı)n kolektif narsizm ve otoriter rejimlerin oluşumu üzerine yazdıklarından faydalanarak kısaca ilişkinin kabalıklar kısmına değineceğim. Siyasi kişi kültlerinin ortaya çıkışı için kriz ve kaos neredeyse olmazsa olmaz şarttır. Belirsizliğin, endişenin kol gezdiği sosyo-politik iklimlerde kişi kültü kalabalıkları huzura, istikrara hipnotize edebilmek marifetiyle öne çıkar. Bu koşullarda ‘ideale aç’ (ideal hungry) kalabalıklar huzur ve coşkuyu ancak kendilerini özdeşleştirebilecekleri bir kadir-i mutlak (omnipotent) liderde bulacaklardır. Öyle ki bu karizmatik lider kalabalıkları bütün belirsizliklerin, belaların, tehlikelerin üstesinden kendinden menkul meziyetleri ve sarsılmaz özgüveniyle çıkaracak bir kılavuzdur. Kişi kültü, doğrudan ve basit mesajlarıyla sorunu tarif edecek, aynı berraklıkla sorunun kaynağını, başka bir deyişle mutlak ‘bizi’ ve düşman(lar)ı amansızca isimlendirecek ve kati ve nihai kurtuluşun müstakbel istikametini gösterecek bir figür olur kalabalıklar için; dolayısıyla insan üstü neredeyse ilahi vasıflara sahiptir. Bu özellikleriyle bir sihirbaz edasıyla kaostan, krizden mana, dava ve deva üretir. Kitle-hipnozunun diğer ucundaki kişi kültü ise meziyetlerinin, kudretinin ve mükemmeliyetinin tasdikine ihtiyaç duyar. Kadir-i mutlaklığının yansımasına, tasdikine susamış, başak deyişle, aynaya aç (mirror hungry) liderin benliğine kalabalıkların sualsiz itaatı ve coşkulu tezahüratı bir name gibi gelir. Kısacası bu karşılıklı narsistik zehirlenmenin olmazsa olmaz dinamikleri liderin pervasız ve tereddütsüz postürü, ve karşılığında kalabalıkların hayranca, ve sorgusuz onayıdır. Ayrıca eklemek gerekecektir ki, kalabalıkların lideri idealize etmeleri aynı zamanda hayal kırıklığı nüvelerini de barındırır. Yani yüceltme bu ilişkinin ilk aşaması ise, inkar, kabullenememe ve en nihayetinde hüsran / sukutu hayal ve öfke gayet beklenebilir ardıl süreçlerdir.
POST-ERDOĞAN SİYASET ÜZERİNE
Tartışmayı fazlaca detaylandırmadan ifade edersem, Erdoğan’ın yazının girişinde tarif etmeye çalıştığım 31 Mart sonrası performansı gösteriyor ki kaos ve endişe içerisindeki kalabalıklara ve daha da önemlisi iktidar blokuna mana, dava ve deva üretmek özelliklerinden hızla uzaklaşmış durumda. Kekelemek, özgüvensizlik ve ikirciklilik bir kişi kültünün eridiğinin, narsistik bağın koptuğunun en bariz işaretleridir. Artık çok açıktır ki 31 Mart sonrası siyaset sahnesinin en büyük kaybedeni Erdoğan oldu. Büyük ustalıkla kalabalıkları hayran eden lider artık geçmişte kalan puslu bir hatıraya dönüşüyor. Bunun yapısal açıklamaları ve yakın tarihe ilişkin sebepleri şüphesiz var. Ancak altı çizilmesi gereken bir nokta Erdoğan’ın tek adam konumunu tahkim etmek için son dört yıldır attığı kimi kritik adımların artık tam tersi etki yaparak kişi kültünün erimesinin zemini hazırladığıdır. İttifaklar siyasetinden, Kürt meselesine ilişkin tercihleri gibi. Ancak bunların hepsinin ötesinde cumhurbaşkanının 31 Mart sonrası süreci kötü yönetmesinin bu sonuçta çok etkili olduğunu düşünüyorum. Erdoğan eğer 31 Mart gecesi saat 23:22’de bir biçimde bir plan belirleyebilmiş olsaydı muhtemelen bugün kendi siyasi geleceğine daha iyimser bakabilecek bir noktada olurdu.
Çünkü, her şeye rağmen 31 Mart seçimlerinde AKP’nin taban desteğini büyük ölçüde koruduğunu hatırlamak gerekecektir. Bir başka deyişle, 31 Mart’ta Erdoğan bir sandık hezimeti yaşamadı, sosyolog Sinem Adar ile yazdığımız değerlendirmede belirttiğimiz gibi bu ittifak siyasetinin ortaya çıkardığı bir fiyaskoydu. Son altı haftada Erdoğan’ın aldığı siyasi hasarın telafisinin imkânsız değilse bile ancak çok olağanüstü gelişmelerle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Geldiğimiz nokta itibariyle AKP tabanının inkâr ve kabullenememeden sukutu hayale ve dağılmaya artık çok yakın olduğunu görmek mümkün. Bu dağılmanın iktidar blokunda şimdiye kadar birikmiş ve ertelenmiş hesapların görüleceği sürecin ve olası seçim yenilgisiyle daha da derinleşeceği muhtemel tektonik hareketlerin ardından hızlanacağını düşünüyorum. Yani, tabandaki dağılma hem Erdoğan’ın tek adam imajının erimesinin hem de bununla beraber iktidar bloku içerisinde harlanması olası çatışmaların bir sonucu gelişiyor. Bu noktada 31 Mart sonrası süreçte blokun ortaklarından MHP’nin Erdoğan’ı by-pass ederek AKP içerisinde, kimisi cumhurbaşkanının yakın çevresinden, ittifaklar geliştirebildiğini hesaba katmak gerekir. Kısacası olası bir çatırdama beklenenden çok daha karmaşık ve şiddetli gerçekleşme potansiyeline sahip.
Evet, 31 Mart sonrası artık post-Erdoğan dönemde yaşıyoruz. Bu cumhurbaşkanının koltuğunu, etkisini ve nüfuzunu hemen kaybettiği veya 23 Haziran ardından hemen kaybedeceği olarak okunmamalıdır. Buradaki kasıt bir kişi kültü olarak Erdoğan’ın erimesi ve artık hem kalabalıklar arasında coşku ve sadakat sağlayan, hem de blok içerisinde ayrık seslerin kakofonisini susturacak bir lider figürü olmaktan uzaklaşmasıdır. Erdoğan iktidar blokundaki güçlü seslerden bir ses haline gelmiştir, diğer sesleri yok etme marifetini kaybederek. Bu tespiti önümüzdeki seçim sonucundan bağımsız yapıyorum. 23 Haziran’da İstanbul’da kurulacak sandıklar siyasal temsiliyetin teşhisine yaramayacak, çünkü ülkede seçim o işlevinden hızla uzaklaşmış durumda; ancak çok daha önemlisi blok içerisindeki hesaplaşmaların, yeniden şekillenmenin veya dağılmanın biçim ve şiddetini belirleyecek gibi görünüyor. Önümüzdeki döneme dair fikriyatımı yansıtan önceki bir yazıdan alıntıyla bitirmek istiyorum:
‘Kısacası korku mekanizmasının başında oturan hükümdar da şüphelerinin, kaygılarının kölesidir artık. Her geçen gün aklını ve ruhunu daha da harlayan endişe atakları, merkezden etrafa yayılan ardı-arkası gelmez deprem dalgaları olarak karşılık bulacaktır; iktidarın merkez üssüne yakınlaştıkça tahripkarlaşan sarsıntılar devlet siyasetinin Sünni-Hanefi geleneğindeki rizomatik kadim damarlarını toprak üstüne çıkaracaktır: Seyis, kaşağısını bir yana bırakıp eline kasap bıçağını geçirmiştir; siyaset sadakat ile ihanet, yaşam ile ölüm, varlık ile yokluk arasındaki muhayyel, dehşetli ve tuzaklı bir çizgiden ibarettir artık. Bir siyaset meydanı olarak devlet ise şer’i hükümlerin, usullerin askıya alındığı ibretlik bir mahkeme, hesaplaşma ve idam sahnesidir.’
Son olarak oya inanmayın oysuz kalmayın derim. Daha çok barış, daha çok özgürlük dileklerimle.
Quo vadis Türkiye - 11: HDP neden 24 Haziran'dan zaferle çıktı?
Quo vadis Türkiye - 9: Bir beka aracı olarak Rus ruleti
Quo vadis Türkiye - 8: Ölümün ızdıraplı gölgesi altında
Quo vadis Türkiye – 7: Kalabalıkların dinamiği, kalabalıkların statiği
Quo vadis Türkiye – 6: 'Kaos'un dayanılmaz cazibesi
Quo vadis Türkiye - 5: Demokrasi müsameresinden korkunun krallığına
Quo vadis Türkiye – 4: Coşkun kötücüllük: Büroların, sokakların ayinsel gayretkeşliği
Quo vadis Türkiye – 3: ‘Devrimci’ hezeyanın hüsranı: ‘Hiçbir yere uzanan ayak izleri’
Quo vadis Türkiye – 2: Şefin hesaplı hezeyanı ve ouroboroslaşan devlet
Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa