Avokado kokulu ofisler
Sağlıklı ve bir o kadar pahalı salatalarımızı yerken bir sepet ekmek istemeyi ihmal etmedik. Ekmeklerin kepekli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Ödemeyi yaptığım yemek kartımın tek haneli rakamlara düştüğünü görünce anlık gözlerim karardı ama neyse ki avokadonun saymakla bitmez faydaları arasında gözler olduğunu hatırlayıp rahatladım.
Pınar Soytek
Yemek kartı olanlar bilirler. Avokadolu salata, ızgara köftelerle başlayan öğle yemeği menüleri ay sonuna doğru yerini bir tas mercimek çorbası ve bol ekmeğe bırakır. Ay sonunun geldiğini banka hesabımdaki ve yemek kartımdaki çift haneli rakamlardan anlıyor, kalan günlerimi ay başındaki tatlı ve mutlu günlerimi anarak geçiriyorum. Ucu sivri beyaz yakalarımızla yoğun mesai altında ezildiğimiz günlerden bir gün, iş arkadaşımın öğle yemeği davetine “evet” deme gafletinde bulundum. Yemek kartlarımızın bize verdiği özgüvenle plaza mabedi semtte şık görünümlü bir restorana oturduk. Menü sağlıklı olduğu kadar pahalı seçeneklerle dolu bir şekilde bize göz kırpıyordu. Çift hanelerden ibaret yemek kartımla pilav üstü nohutun hayalini kurarken kinoalı, çiya tohumlu, avokadolu salataların havada uçuştuğu yemek listesi arasında geziniyordum. İş arkadaşımın avokadonun faydaları başlıklı kısa nutkundan sonra kararımı verdim.
Yazın kendini hissettirmeye başladığı andan itibaren bir diyet dalgasına tutunup sürüklendiğimiz şu günlerde salatadan gayrı bir seçenek olamazdı elbette. Arkadaşım kesenin ağzını açıp somon ızgaralı salata siparişi verince aramızdaki maaş farkı da ortaya çıktı. Çalışanlar birbirine zikretmekten hoşlanmadığı maaşlarının böyle anlarda kendini belli ettiğini bilseler, çoğu soluğu çorbacıda alır. Sağlıklı ve bir o kadar pahalı salatalarımızı yerken bir sepet ekmek istemeyi ihmal etmedik. Ekmeklerin kepekli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Ödemeyi yaptığım yemek kartımın tek haneli rakamlara düştüğünü görünce anlık gözlerim karardı ama neyse ki avokadonun saymakla bitmez faydaları arasında gözler olduğunu hatırlayıp, rahatladım.
Ertesi gün ofise tedarikli gittim. Açık ofisin uğultusunda seçilen avokado, salata, ızgara kelimelerinden öğle saatinin yaklaştığını anladım. İş arkadaşlarımın yemek davetini nezaketle geri çevirip evden getirdiğim çorbayı yarım kepek ekmeğiyle bir güzel mideye indirdim. Karnım tok, banka hesabım boş, yapılacak işler çoktu.
Hangi işten başlayacağıma karar vermekte zorlandığım için biraz hava almak için dışarı çıktım. Bekar kadınların, çocuklu kadınlarla karşılaşma ve ansızın bir aile muhabbeti içinde kendilerini bulma anları her zaman zorludur. Ne kadar empati yaparsanız yapın, bazı ulvi şeylere vakıf olamayacağınızı baştan kabul ederek muhabbete dahil olursanız, o kadar az hasarlı şekilde oradan ayrılmayı başarabilirsiniz. Cahit Sıtkı'nın meşhur şiirinde tanımladığı yaşa kadar bu tavrım işe yaradı, sonrasını bilemem. Sabahtan akşama kadar ofislerde dirsek çürüten kadınların, akşam eve gittiklerinde görünmeyen ev içi mesailerini büyük bir kabulle anlatmaları, ilk başlarda garip gelse de zamanla sıradanlaştı. Yapacak çok bir şey yoktu neticede. Eğer onlar ilgilenmezse evi bok götürür, çocukları sersefil olurdu. Çoğunun hayatlarında görünmez eşleri vardı ve söz konusu çocuk bakımı ve ev işleri olduğunda herhangi bir filmdeki yardımcı karakterden daha fazlası değildi. Dolayısıyla tüm ev işlerinin yanı sıra çocuğun nasıl sağlıklı besleneceğinin tüm yükü de yakaları çamaşır suyuna batırılmışçasına beyaz kadınların göreviydi. Anadolu’unun ücra köşelerindeki çiftliklerden online sipariş edilebilen türlü organik gıda mevcuttu. Doğum yaptıktan sonra çoğu kadının organik gıda uzmanı gibi ortaklıkta dolanması zamanımızın bir laneti adeta. Kendimiz için ya da herkes için talep edemediğimiz şeyleri en azından çocuğumuz için istemek… Açlıkla sınanmayanların ulaşabildiği organik gıdaların tüm bilgisi, hava almak için çıktığım alanda liste halinde önümdeydi. İnternetten portakaldan marula, fasulyeden domatese kadar envai çeşit organik gıdaya ulaşabilirdim. İstanbul’un zaten az olan tarım alanlarını yutarak büyüyen bir şehir olması, gıda endüstrisinin yerel üretici ile tüketicinin buluşma alanlarını kısıtlaması, büyük şirketlerin ne yiyeceğimize karar vermesi gibi cevapları ağır soruları, bir tık ile geçebileceğimiz güzel ve küresel bir dünyada yaşıyorduk.
Şiddetle tavsiye edilen siteleri, hâlihazırda organik gıda pazarıyla meşhur bir semtte yaşamanın rahatlığıyla hiç açmadım. Gözleme yemek için uğradığım pazarda beyaz yakalılığıma yenik düşüp hunharca alışveriş etmişliğim var elbette. Ama sağlıklı gıdaya erişimin herkes için bir hak olduğu düşüncesinden ziyade bir trend olarak yaşanması ve bunun genelde çocuğu için en iyisini düşünen anneler üzerinden yürümesi asıl sorun olan. Kafamda bunlar dolanırken, iş arkadaşımın internetten sipariş ettiği içi organik meyve dolu bir koli ofise ulaştı. İkram ettiği elmanın tadı organikliğinden midir yoksa açlığımdan mı bilemiyorum ama pek güzeldi. Bu trende kapılmak için çocuk sahibi olmayı beklemeye karar vererek masamın başına döndüm.
Elma, açlık, organiklik mevzusu kafamda dönerken yarın ne yiyeceğimi düşünmeye başladım. Evdeki dolabımda zavallı bir yoğurt, fiyatı dövize endeksliymişçesine uçan peynirden birkaç dilim, ne zamandan kalma olduğunu hatırlayamadığım yumurtalar vardı. “Yarın ola hayrola” diyerek özümdeki gamsızlığa sığındım, aç kalacak değildik ya! Nitekim de öyle oldu. Ertesi gün arkadaşım öğle yemeğine davet ettiğinde ağzımdaki baklayı çıkardım. İçinde “ne demek, olur mu, ayıpsın” kelimelerinin geçtiği kısa bir sohbet sonrası yine bir yemek masasında buluştuk. Hesabı onun ödeyecek olması nedeniyle yapılacak her türlü organik gıda muhabbetine razıydım. Hafta sonu seçimlerin olması daha önce kısıtlı olan konu başlıklarımızı da çeşitlendirmişti. Sadece bizim değil, plaza mabedi semtin de gündemi seçim odaklıydı. Oturduğumuz masanın yanından, arkasından, ötesinden, berisinden İmamoğlu ve Yıldırım kelimeleri duyuluyordu. İmamoğlu kelimesini her duyduğumda sağa sola bakınıyor, göz göze geldiğim kişiyle, sanki gizli bir örgütün üyesiymişiz de tesadüfen karşılaşmışçasına karşılıklı gülümsüyorduk. Yüzümde aptal bir ifadeyle içinden sağlık fışkıran salatamı afiyetle yedim. Hesabı ödeyecek arkadaşımın çay teklifini de büyük bir memnuniyetle kabul ettim. İstanbul’un kalbine saplanmış hançerlerden farksız olan ve her baktığımda grinin elli tonuna boyanmış gibi görünen plazalar bile daha renkliydi sanki. Anlık saadetimin elbette bir bedeli olacaktı. Bilerek ve isteyerek korkunç bir zil tonu seçtiğim iş telefonumun çalmasıyla, uzaklaştığım dünyaya ışık hızıyla geri döndüm. İş çağırıyordu ve o iş, o an yapılmazsa dünyanın sonu gelecek hatta belki uzaylılar dünyamızı istila edecekti. Beyaz yakalarımın altına gizlediğim süper kahraman kostümümü yoklayıp ofise geri döndüm. Telefon ve mail trafiğiyle geçen saatler sonunda mesaiyi, süper kahramana yakışır bir vakurlukla tamamladım. Neyse ki, süper kahraman kimliğim deşifre olmamıştı ve dünyanın sonu gelmemişti.
Ama ofislerin ve hatta ülkenin süper kahramanlara olan ihtiyacı bitmek bilmiyordu. Pazar gününü, İstanbul’un bilmediğim bir okulunun, beş yaşındaki çocukların popolarına göre ayarlanmış sandalyelerinde oy peşinde geçirdim. Hatta etrafta benden başka süper kahramanlar olduğunu görünce önce haset sonra da büyük bir rahatlama yaşadım. Kendimi tek ve bulunmaz sanıyordum, ne mutlu bana, değilmişim. Dünya yeniden tehlikeye girer de iş telefonum acı acı çalarsa, telefonumu uzatabileceğim birkaç kahramanı da gözüme kestirdim. Sabahın erken saatinde başlayan mesaimizin 6’da bitmemesi ilk başta can sıkıcı olsa da günün sonunda, her şey bir şekilde çok güzele bağlandı. Ertesi gün, seçimin gazıyla önüme gelene sarılma isteğiyle ofise vardım. Hakkın, adaletin, sevginin hakim olduğu ofisleri inşa etme aşkıyla dolup taşıyordum. Pazartesi sabahlarının huysuzluğuna inat pozitif enerji ve sinerjinin kol gezdiği ofiste, avokado kokulu bir devrimin şartları olgunlaşmış olabilirdi. Ancak öğle yemeği saatinin yaklaşmasıyla etrafımızı saran sinerji yerini, karın gurultularına bıraktı. Yemek siparişi için internet siteleri açıldı, restoranların yolu tutuldu.
Bazılarımız için bir türlü gelmek bilmeyen ay sonunu hesaplarken, birlik olursak aslında zam isteyebiliriz düşüncesi, kafamda Zeki Müren edasıyla adeta bir güneş gibi parladı. Bu sırada kuşkonmazın vücudu toksinlerden nasıl arındırdığını büyük bir iştahla anlatan arkadaşıma kulak kesildim. Diğeri de pancarın C vitamini yönünden zenginliğine atıfta bulunarak muhabbete katıldı. Bir yerinden dahil olmak istediğim bol vitaminli sohbete birkaç kere denediğim avokado hakkındaki kıt bilgimle eklendim. Ne de olsa sindirim sistemim düzenli, vücudumdaki potasyum tamdı. Amacım, konuya seçimlerden girip avokadodan çıkıp birlik olmaya bağlamaktı ama olmadı. Kamboçya çayı ile demlenen sohbet türlü şakalarla son buldu. Aslında narı denemeliydim. “Pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane” türlü mesajlar içeriyor. Teklikten çokluğun anlam ve önemine atıf yapmaya daha müsait bir meyve. Belki bir dahaki sefere diyerek, önümdeki bilgisayara gömüldüm.