Şeyma sadece Şeyma değil
Şeyma Subaşı ile ilgili eleştirilerin çoğu yazdıklarından çok yazmaya cüret etmiş olmasıyla ilgili. Yanlış olan eleştirmek değil, yanlış olan kadının kimliğinden, yaşam tarzından yola çıkarak bu sonuca varmak. Böyle bakarsak edebiyat tarihindeki tüm yazarların çok mükemmel insanlar oldukları; kişiliklerinde, kimliklerinde, yaşamlarında bizi rahatsız edecek hiçbir gösterge bulunmadığı sonucuna ulaşırız. Velhasıl, yazdıklarını eleştireceğiz, yerden yere vuracağız, güleceğiz, makarasını yapacağız ama ‘kitap yazmak onun ne haddine’ diye bir şey yok.
Ulaş Altuner
90’ların sonunda Ankara’da bulunanlar hatırlayacaktır. Bir ayaklı şairimiz vardı. Kızılırmak Sokak’ın Büklüm Sokak’la buluştuğu köşede siyah takımıyla dikilir, kendi imkânlarıyla ve az sayıda bastırdığı, 25-30 sayfalık şiir kitaplarını satardı. İsmini çok net hatırlıyorum ama şimdi lazım değil. Bu yazıda adı Emre olsun.
Rekor frekansta kitap basan Emre’nin her ay en az üç yeni kitabı olurdu ve mütevazı öğrenci evimizde kendisinin bütün külliyatı mevcuttu. Bazı kitaplarını hem ben alırdım hem de ev arkadaşım. Paylaşamadığımız, itişip kakıştığımız olurdu çünkü.
Kapış kapış aldığımız bu kitapları evimizde, (çok affedersiniz) tuvaletimizde bulunan mini kitaplığımızda tutardık. Bir solukta okuduğumuz Leman’lar, Lombak’lar, Öküz’ler falan tükenince, Emre’nin iş yerindeki müdürüne, mahallenin veresiye vermeyen bakkalına, Gençlerbirliği Başkanına, Tarım Bakanlığının binasına, Yüksel Caddesi’ndeki heykele falan atfettiği tuhaf şiirlerini okur, katıla katıla, gözümüzden yaş gele gele güler, dalgamızı geçerdik.
Şiirleri o kadar berbattı ki bugün Posta Gazetesi’nin malum sayfasına gönderse ‘yok artık o kadar da değil’ der, yayınlamazlar. Biraz acımasızca geldiğinin farkındayım ama öylesi bir özensizliğin karşısına ciddi bir eleştiriyle çıkılamıyor. Biz onu yapmak yerine yazdıklarının absürtlüğünden istifade edip o son derece değersiz metinlere bir şekilde anlam ve işlev kazandırdığımızı düşünüyorduk.
Zarif, hoş bir adamdı aslında. Kötü şiir yazması dışında kimse bir kötülüğünü görmüş değildi. Ama berbat yazıyordu be kardeşim. Sırf iyi insan diye böyle bir şeyi sineye çekmezsin. Hele bir de kendince yazmaya çizmeye hevesli ve bunu doğru düzgün yapmaya gayretli biriysen ayar oluyordun bu tiplere.
Halen hayatımın en kötü günleri sıralamasında ilk beş içinde yer vereceğim bir gün, Emre yolumu kesip yeni kitabını uzattı. Her zamanki gibi şıktı, nazikti, güler yüzlüydü. Belki de o güne kadar kimseye bakmadığım küstahlıkla bakıp biraz zorlasa babam olacak yaştaki adama “Sen şiir yazmaya mecbur musun, dansa mansa yazılsan, bir de öyle denesen” demiş bulundum.
Gerçekten pişmanım. İçimde yaradır. O kötü günün halet-i ruhiyesi midir yoksa kendince mütevazı olmaya çalışan genç bir okur-yazarın, her gün karşılaştığı o temelsiz ve ayarsız özgüven karşısında içinde büyütüp büyütüp patlattığı gaz sıkışması mıdır bilmiyorum. Ağzımdan çıktı gitti işte. Keşke çıkmasaydı. Keşke o kendinden fazlasıyla razı, gözünün içi gülen adama öyle davranmasaydım.
O günkü fikrim, ‘birinin bunu ona söylemesi gerekiyordu’ şeklindeydi. Bugünkü düşüncem ise “çok gereksizmiş, ayıp etmişim adama” şeklinde. Emre’nin şiir yazmasının, hem de çok çok kötü şiir yazmasının ne sakıncası var? Sahip olmadığı bir yeteneği olduğunu sanmasının, durumun hiç farkında olmamasının, buna tutunup varlığını bunla anlamlandırmasının kime ne zararı var? Ne olur yani? İkinci Yeniler mi gücenir? Can Yücel’e, Nâzım Hikmet’e ayıp mı olur?
Emre’nin yazdıklarıyla ilgili algımızda, onu değerlendirme biçimimizde ve onlarla kafa bulmamızda hala bir sorun görmüyorum. Zerre kadar değeri olmayan metinler karşısında duruşumuz bu netlikte ve sertlikte olmalı. Ancak Emre’ye, Emrelere, yaptıkları işin onların harcı/haddi olmadığını söylemediğimizde asıl haddini aşan biz oluyormuşuz gibi geliyor.
Neden anlattım kötü şiirlerin efendisi Emre’yi? Ülkede gündemin girdabına nereden yakalanacağımız hiç belli olmuyor. Birkaç ay önce Nilgün Bodur ve yazarlığı hakkında benzer bir tartışma gündemdeyken aklıma düşmüştü bizimki. Bu hafta Şeyma Subaşı ve kitabı ile ilgili konuşulanları görünce yine andım kendisini. Onu mu yazayım, şunu mu diye gündem maddeleri arasında gezinirken birdenbire Sadece Şeyma’yı elimde tutarken buldum kendimi.
İtiraf edeyim, o kitabı almak hiç kolay değildi. Mavi hap almak için gittiği eczanede ha bire raftaki vitaminleri, pomatları kurcalayan amcalar gibi bir süre yörüngesinde tur attım kitabın. Sonunda kasanın nispeten boş olduğu bir ana denk getirip iki vitaminin arasına sıkıştırdığım pembiş kitabı kasiyere uzattım.
Sadece Şeyma’yı başından sonuna okumadım ama varaklamanın bir tık ötesinde kurcaladım. Fikir sahibi olmaya ve gözlerimi kanatmaya yetecek kadar okudum diyelim. Ferhan Şensoy’u bile kıskandıracak devasalıkta puntolarla, hem de kısacık cümlelerle yazılmış. Okuma fişi gibi. Hiç zorluk çekmiyorsun.
Kitap kimi pop şarkılarına ilham verecek sakillikte ama bir bakış açısına göre de gerçekten ‘orijinal’ bir sürü laf ve lafçığın yanı sıra Şeyma Hanım’ın son derece enteresan, başarılarla dolu yaşamından ve kariyerinden kesitler, öneriler, ipuçları sunuyor. Gerçi o öneriler arasında “yüzünüze hidrolik (aslında hidroklorik) asit sürün” türünden çok sağlıklı görünmeyenler de var. Olsun. Kendi yüzünü kezzaplayan birkaç okur çıkarsa, o zaman gerçekten literatüre girebilir bu çalışma.
Bir de dümdüz bir hayat akışının biteviye bir dram sarmalı gibi yansıtılması dikkat çekiyor. Yokluk, yoksunluk vurgusu öne çıkan pasajlar var ama o bizim bildiğimiz yoksunluk eşiği değil. Biraz değişik bir mahrum kalma biçimi. Bazı bölümlerde “yarabbi ne acılar var” diye iç geçirdiğim oldu.
Memleketimizde edebiyat ya da fikir hayatının içinde bulunanlar ve okur kimliğiyle bu alana ve temsilcilerine sahip çıkanlar, konuyla alakasız insanların bu bölgeye her nevi sızma girişimi karşısında tarlasına dana girmiş köylü gibi huysuzlanırlar. Bir defans hattı ve sahiplenme zinciri oluşur. O barikatın arkasında, o hiçbir başarı şansı bulunmayan misafir sanatçıya karşı çok sert tepkiler görürüz. Gülünüp geçilemez. Yok addedilemez. Konuya genellikle had-hudut bilmeme ve cahil cesareti noktasından yaklaşılır. Bir feryat feveran, aman yarabbi heyelan… Halbuki gerek yok bu kadar gerginliğe.
Kısacası yukarıda aktardığım türde bir paniğe, barikat kurmaya, karşı ateş açmaya hiç mahal yok. Şeyma Subaşı ve kitabı edebiyatımızın cennet bahçesine girmeye ve oraya post sermeye aday değil. Böyle bir iddiayı da yansıtmıyor. Yani Şeyma Hanım bu kitabı yazdı ve (iddiaya göre) 40 bin adet sattı diye Orhan Pamuk öfkeyle Nobel’i duvara fırlatmamış, Adalet Ağaoğlu sinirden camı çerçeveyi indirmemiş, Yaşar Kemal mezarında ters dönmemiştir. Müsterih olunuz. Belki Montaigne’in biraz gücüne gitmiştir. Bu cilt bakımı ve uyku meselesi benim neden aklıma gelmedi diye hayıflanmış olabilir.
Aslına bakarsanız bu mızıldanmalar tam da edebiyata mütecaviz bu girişimlerin ekmeğine yağ sürer. Öyle hiçbir yaraya merhem olmayan bir metni ortaya koyup kerli ferli insanları bunun hakkında bu ölçekte konuşturmak az iş değildir.
Beyaz yakamı takıp araya şunu da sıkıştırayım yeri gelmişken. Kendi alanını domine eden bir markaya danışmanlık yapıyorsak, daha cılız rakiplerinden birinden sataşma geldiğinde, ‘cevap vermeyin’ deriz. Çünkü güçlü markanın vereceği yanıt ne olursa olsun güçsüzün itibarını besler. Böyle hallerde ‘ölü taklidi’ en iyisidir.
Emre’nin gönlünü kırdığım günden bu tarafa bu tür meselelere bakışım çok net. Kim canı ne istiyorsa yapsın. Bana ne, bize ne, kime ne… Türkücüler film çeksin, moda ikonları roman yazsın, basketbolcular heykel çalışsın, berberler ışıkla boyama yapsın… Yapılan değersizse değersiz kalmaya mahkûm zaten. 10 sene sonra birdenbire prim yapmıyor. İnanmayan gitsin sahaflarda “1 TL” etiketli sepetleri karıştırsın. Orada bir gizli işsizlik külliyatı var. Barda Kadınları Etkileme Sanatı diye tuğla gibi kitap var mesela. Eşyalarla Konuşma Rehberi gördüm geçenlerde. Allah ıslah etsin. Adını sanını kimsenin bilmediği, kerameti kendinden menkul bir adamcağız ‘Hatıratım’ diye kitap yazmış. Şöyle bir göz attım, hatıralar fıs.
Şeyma Subaşı ile ilgili eleştirilerin çoğu yazdıklarından çok yazmaya cüret etmiş olmasıyla ilgili. Yanlış olan eleştirmek değil, yanlış olan kadının kimliğinden, yaşam tarzından yola çıkarak bu sonuca varmak. Böyle bakarsak edebiyat tarihindeki tüm yazarların çok mükemmel insanlar oldukları; kişiliklerinde, kimliklerinde, yaşamlarında bizi rahatsız edecek hiçbir gösterge bulunmadığı sonucuna ulaşırız.
Velhasıl, yazdıklarını eleştireceğiz, yerden yere vuracağız, güleceğiz, makarasını yapacağız ama ‘kitap yazmak onun ne haddine’ diye bir şey yok. Kim olduğu, nasıl yaşadığı, dünyaya nasıl baktığı bizi alakadar etmiyor. Anlatacak bir hikâyesi olduğunu düşünen herkes canı istiyorsa, mürekkebi de yetiyorsa yazar kitabını. Yazılan kitap tümüyle ağaç katlidir, vakit israfıdır, tuvalet kağıdıdır, o başka mesele. Ama her vakada yeniden alevlenen bu ‘hadsizlik’ serzenişi artık bir son bulsa çok iyi olur.
Burada pırıl pırıl, mis gibi bir proje var. Ortada bir kitap falan yok. Ortada Şeyma Subaşı bir şey satsın, biz de ne olduğuna bakmadan alalım diye bekleyen hazır ve çok geniş bir müşteri kitlesi var. O kitap, işte bu kitlenin parasına karşılık gelen ürün. Bu kadar. Daha ötesi yok. Konuya böyle baktığımız zaman da zaten kuduracak, veryansın edecek bir durum kalmıyor.
Gelgelelim Sadece Şeyma’yı bir ürün değil de esermiş gibi karşımıza alıp yazın dünyamıza bir hakaret gibi görmek ne kadar anlamsızsa, kitabı ve Şeyma Subaşı’nın yazdıklarını eleştirme biçimleri üzerinden süregiden tartışma da o kadar anlamsız. Kimse olmadığı gibi Şeyma Subaşı da eleştiriden muaf değil. Eleştirilerin tonunun, şeklinin, kitabın sunduğu fikirlerle doğru orantılı şekilde acımasız olması da şaşırtıcı ya da anlaşılmaz değil.
Her paragrafından sapır sapır basitlik dökülen bir kitabı önümüze alıp ciddi ciddi analiz edecek halimiz yok. Tabii ki gülünç bulduğumuz şeylere güleceğiz ki bunlardan epey var. Tabii ki caps’ler alıp internete boca edeceğiz. Okumaktan dert sahibi olmuşlar olarak o sakilliğin karşısında kale gibi duracağız. Tabii ki ‘kitabını yazdın amenna, ama buradan öteye geçemezsin kardeş’ diyeceğiz. Kitabı yazanın morali bozulurmuş, koşa koşa kitabevine gidip kitabı satın alan bilmem kaç bin insanın (biri de ben oluyorum) gönlü kırılırmış, orası bizi ırgalamaz.
Çünkü Şeyma sadece Şeyma değil. Çoğu çok genç, yüzbinlerce insanın idealinin vücut bulmuş hali. Bunu besleyecek naiflikte olmaya taraftar değilim. Ömründe kitap görmemiş insanların kitapla ilk tanışmasının ve kitaba dair algısının buraya yerleşmesinden rahatsız olmadığını söyleyebilecek biri var mı? O yüzden bu tür proje kitapların yazarlarını mercek altına alırken, kişiliğini, yaşam tarzını değil ama yazdıklarını hedefe koyan bir sertliğe, alaycılığa hatta küçümsemeye itiraz edemeyeceğim.
Öbür türlüsü bu tarz projelerin normalleşmesine ve yaygınlaşmasına çanak tutmak olur. Instagram’da takipçi sayısı 1 milyonu aşan herkesin ‘bu işlerde ekmek varmış’ diyerek buna benzer birer kitap yazdığını bir düşünün. Tövbeler olsun. Ben bunu hiç söylememiş olayım.
Belli ölçüde bir caydırıcılığa ihtiyaç var. Yıllarını, birikimini, ciğerini verip roman yazan insanların bile ağzını burnu kırılıyorsa bu alemde, bu işlere meyleden misafir sanatçılara da girdikleri suyun ne kadar soğuk olduğunu hissettirmek lazım. Çünkü maksadımız ne olursa olsun vasıfsızlığın önünde durup göğsümüzü ona siper ettiğimizde mermiyi sırtımıza yeme riskimiz oldukça yüksektir.