Marko Paşa'nın reenkarnasyonu
Şu zaman diliminde, Marko Paşa yazarlarından birisi mevcut durumu nasıl karikatürize ederdi acaba? Uçaklara iktidarı, füzelere ana muhalefeti mi bindirirdi? Yoksa, tam tersi? Sonunda belki de birbirine şu soruyu sordururlardı: Tamam da biz şimdi kiminle savaşacağız?
Erdem Kaşıkçıoğlu*
Söz uçar yazı kalır derler.
Denir denmesine de kalması mı iyi gitmesi mi diye bazen insan düşünmeden de edemiyor doğrusu? Kutsalından en zırvasına kadar okuma, anlama, muhakeme etme, yargılama, ödüllendirme cezalandırma gibi telaşlar içinde bırakabiliyor insanı. Yine de bazı zamanlarda, yazının bulunması belki de, en berbat buluşlardan birisi olabileceği düşüncesini de zihnimden atamıyorum… Bir de yazılmış olan ya da yazılacak olan yazıların zamanlaması sorunuyla karşı karşıya kalabiliyorsunuz.
İşte, tam da şu anda okumaya çalıştığınız yazı-kalite sıralamasında zırva olarak kabul ederek okumanızı öneririm-zamanlama açısından bilerek gecikmiş bir yazı. Bilerek gecikmiş bir yazı, çünkü her şeyin güzel olacağı hayalini güzel bir ebru sanatını bozan birisi olmamak adına. Güzel bir gevşeme ve hafifleme duygusuyla seçimli demokrasiliklerde-iddia ediyorum ki; yeryüzündeki en çok tercih edilen rejim- bir başka amaç seçimin daha tamamlanmasını beklemek zırva bir yazı için yerinde olacaktı. İşin en Marko Paşalık tarafını söylemeden geçememek gerekir. Tebessüm ederek belirtmek gerekir ki; tam da bu dönemlerde güzelim ülkede en çok duyduğumuz sözlerde ve karalanmış yazılarda demokrasimizin yara alma ihtimal ve endişelerinin dile getirilmesi birçoklarımız için bir o kadar şaşırtıcı olmuştur. Diğer taraftan tam tersine şaşırmamanın can alıcı noktası ise; hangi demokrasi diye sorulmamasının zorunluluğu toplumun birçok kesimine fazlasıyla ilmik ilmik işlenmişti.
Bu arada, söz Marko Paşa'nın bahsinden geçmişken, üretim tarihimiz o ünü büyük paşanın dönemlerine denk gelmediği için, o dönemleri sadece yazılanlardan okuduk ve hayal ettik. Ama, ülkedeki zaman tüneli benzer yarı çaplarıyla birbirinin içine geçen tekrarlı bir akordeon gibi olduğundan, Marko Paşalar da bitmedi onlara ait mizah yazıları da. O yazıların en uzun soluklu temsilcisi de bildiğimiz üzere Aziz Nesin olmuştur. Bir tarafta ağıtlar içinde savrulup durmaya devam eden memleket mizah sanatçıları için de olabildiğince zengin bir besi yeri olma özelliğini sürdürmeye devam etmektedir. Eş zamanlı olamadığı bilinen gerçeğin, şaşkınlık verici, dejavu hissinin, neredeyse kopyalanmış gibi seyreden tarihsel bir gerçek olduğunu çoğu zaman fark edebilmekteyiz. Zaten sonrasında asıl sorunun gerçekler değil de farkında olmaktan kaynaklandığını ve bunun da ıstıraplı bir iç çekişmeye dönüştüğünü sıklıkla duyumsamaktayız. Farkında olmanın getirdiği o kocaman aldatılmışlık hissi bu sebeple birçoğumuza hiçbir zaman yabancı olmamıştır. Çünkü, çok görülen ve az bilinen gerçek; Marko Paşa hiç ölmedi ki!
Makro Paşa'dan öncesinden bu yazıda hiç bahsetmemek gerekir, çünkü öncesi ayrı bir muamma ve sis perdesi. Hepimizden yaklaşık bir asır süredir saklanmaya devem edilen o dönemlerdeki gerçekleri belki de bilmemek daha iyi. Ama, tarihin izi yeterince sürüldüğünde Makro Paşa'nın silueti en belirgin olarak, 40’lı yıllarda ortaya çıkmaktadır. İkinci Dünya Savaşı dönemlerindeki baskıcı rejimin dişlilerinin örselenip artık kısır kalan sistem için ilave bir döngüyü sağlayamadığı dönemde, istemeye istemeye tek partinin ikinci kolu olarak kurulan başka bir partiyle (adeta bir ihaleyi alabilmek adına bir şirket tarafından ilave olarak kurulan farklı isimde bir fason şirket gibi) gidilen 46 yılı ve sonrasındaki seçimler… Aslında, cumhuriyetin ilanından bu yana gelişen süreçte çok partili dizaynın, arzu edilen demokrasinin şekillenmesi amacından çok uzaktaydı. Cumhuriyet tarihimizin en çarpıcı örneği, çok partili sisteme geçmeden önce parti kurma çabası içine-kendisinin istememesine rağmen-girmesi zorlanılmaya çalışılan Mareşal Fevzi Çakmak’a bir süre sonra kasıtlı bir şekilde komünist damgası vurulmaya çalışılarak sistemin dışına itilmesidir. Sonrasında ise, tek partili sistemi bozmayacak olan feodal üyelerinden doğmuş diğer parti, ne ironiktir ki-değişmez bir paradoksla-; feodal sistemin köleleri olan çiftçilerin oylarının büyük katkısıyla iktidar olmuştur. Doğduğu anda partinin aynı reflekslerine sahip olan bu partinin de kaderi ne yazık ki; seçimli demokrasiliklerdeki benzer sonuçlardan farklı olmamıştır.
O zamandan bu zamanlara, toplum, adeta kurgulanmış bir şekilde demokrasinin fantom arazını yaşayıp durmakta. Amputasyon yani kol veya bacaklarından birisi bir şekilde kesilmiş olan bireylerdekine benzer bir şekilde; halklar, mevcutta olmayan demokrasiyi arayıp durmaktadır. Yıllardır topluma uygulanan tedavi yöntemi ise; olmadığı uzvunu varmış gibi hisseden bireylerdekine benzer bir şekilde- rehabilitasyonunda sağlam uzvuna ayna tutulur- yalancı bir ayna görüntüsüyle yarım asrı geçkin bir süredir aldatılmaktadır. Bu süreçte tutulan aynanın ise, demokrasilerde araç olması gerekirken amaç haline getirilmiş olan seçimlerdir. En yakın dönemdeki, 12 Eylül askeri darbesinden sonra demokrasinin tekrar hasılı için gidilen yasaklı parti ve kişilerle gidilen seçimleri hatırlayınız. Her dönemde aynı kişilerden kurulan ve birbirinin içinden doğan ve çoğunlukla birlikte iş takibi yapan partiler değişmedi. Daha doğrusu, yeterli değişme çabası gösterilmedi ve de estetik çizgileri değişmeyen sistem buna hiçbir dönemde müsaade etmedi. Her dönemde bu kısır döngünün kırılma halkası ana muhalefet partileri olması gerekirken, kısmi görev aldıkları dönemlerde partizan çıkar ve korkular dolayısıyla toplumu değiştirebilme cesareti gösteremediler. Tam tersine, toplum gerekliliklerinden uzak, seçim kaygısı dolayısıyla parti ideolojilerinden bütünüyle yoksunsuzluk içindeki bir ruh haliyle, çoğunlukla farkında olunarak, demokrasinin fantom arazının aldatmacasında azımsanmayacak rolleri ana muhalefetler oynamıştır. Teorik konuşmaları bir kenara bırakarak kısa bir geçmişe dönerek, şimdilik tüm seçimlerin bitmesine rağmen, bir delinin iç konuşması olarak kendi kendime aynı soruları sormaya devam etmekteyim: Gerçek demokrasilerde seçim nedir? Seçim sonuçlarını sonuna kadar sahiplenmek ve halkların hakkını sonuna kadar aramak mı? Hangi şekilde olursa olsun seçimin tekrarını kabullenmek mi? Yoksa seçimin sonucu ne olursa olsun seçimi iptal ettirebilecek güce sahip olmak mı?... Bütün bunlar, tam da unuttuğumuz anda aynı gerçeği, yüzlerimize tokat gibi vurmaya devam etmekte: Demokrasi ve gerekli argümanlarını iktidarlar hiçbir zaman tam oluşturmak istemezler, bu süreci bir heykeltıraşın göstereceği inat ve sabırla gerçek bir muhalefet tetikleyebilir ve geliştirebilir.
Ama, bütün bu yanıtlanması güç sorular bir tarafa, bence asıl düşündürücü olan nokta, her şey çok güzel olacak şeklindeki iktidar-muhalefet ortak sloganın karmaşasında, ülkemiz nur topu gibi emperyal füze ve uçaklarla doldu. Muhalefet partisinden de bir başka Marko Paşa çıkar mı sorusu ister istemez insanın aklına gelmiyor değil. Bu süreçte de; üzerine önemli görevler alması gereken, ana muhalefet partisi liderinin, sürekli kaybedilen seçim hengameleri sırasında daha fazla barışçıl çaba göstermek yerine savaş çığırtkanlığı yapanlara alkış tutmayı ihmal etmediğini de hatırlayarak, daha fazla fakirleşmiş yurdum insanlarının temel haklarını korumak yerine, emperyal bir ülkeden füze diğerinden uçak alınmasını erektil bir vatanperver gibi karşılayabiliyor olmasına da artık şaşırmamak gerekir. Şu zaman diliminde, Marko Paşa yazarlarından birisi mevcut durumu nasıl karikatürize ederdi acaba? Uçaklara iktidarı, füzelere ana muhalefeti mi bindirirdi? Yoksa, tam tersi? Sonunda belki de birbirine şu soruyu sordururlardı: Tamam da biz şimdi kiminle savaşacağız? Bütün bu seslerin uzağında, bir Anadolu köylüsünün bir Amerikalı turiste şaşkınlıkla sorduğu o sorunun ekosu sessizce yankılanır:
Sizin memlekette eşek yok mu?
*Prof. Dr.