Barış imzacılarına yönelik şiddetin dayanılmaz cazibesi: Hakkın ihlali tazmin edilebilir mi?
Benim üç yıl boyunca öğrencilerime ders anlatamamış olmamı hangi mahkeme kararı telafi edebilir? Eşimin, ailemin bu süreçte yaşadığı üzüntü ve travmayı hangi mahkeme kararı giderebilir?
Tezcan Durna*
“Barış imzacısı” olmaktan hakkımda soruşturma açıldığında doçent unvanını taşıyordum ve atılmasaydım bir ay sonra profesörlük hakkını kazanmak için gerekli olan sürem doluyordu. Benimle aynı ana bilim dalında görevli olan ve benden altı ay önce doçentliğini alan Marks ve sol siyasal düşünce üzerine çalışan meslektaşım ihraçların fırtına hızına ulaştığı sıralarda profesörlüğünü tereyağından kıl çeker gibi kazandı. Elbette bu hakkını alacaktı, anasının ak sütü gibi helaldir, “zira özlük hakkı bir çalışanın en vazgeçilmez hakkıdır” diyerek bu bahsi kapatayım. Bu bahsi şu nedenle açtım. Anayasa Mahkemesi’nin 26 Temmuz’da barış imzacılarının aldıkları cezalarla ilgili verdiği “hak ihlali vardır” kararı gecikmiş ve neredeyse şaka gibi bir karardır. Yaklaşık üç yıldır (hakkımızda üniversite yönetiminin açtığı disiplin soruşturmalarını da sayarsak üç yılı çoktan aşmıştır) görevinden ihraç edilen barış imzacılarının görevine dönmek için çaldığı her kapı (AİHM dâhil) yüzüne kapatılmış, öncelikle birinci imzacılar olmak üzere pek çok kişiye TMK 7/2 ve TCK'nin 301'inci maddesinden davalar açılmıştır. Aralarında benim de olduğum pek çok imzacının açılan davaları sonuçlanmış, en az 15’er ay ceza alan pek çok imzacı vardır. Füsun Üstel’in de aralarında bulunduğu bazı imzacı hocalar hapse atılmıştır. Ancak bu arada “FETÖ'cü olduğu gerekçesiyle” hapis yatmış olmasına rağmen hapisten çıkmakla kalmayıp görevine iade edilen en az benim bildiğim birkaç kişi vardır. Bunun aksine barış imzacılarının arasından tek bir kişi görevine iade edilmemiştir. Yurt dışından burs kazanmış olan pek çok akademisyen pasaportlarında tahdit olduğu için yurt dışına çıkıp bu burslarını başlatamamışlar, ihraç edilmeden önce yurt dışına çıkış yapabilenler ise ülkelerine geri dönemiyorlar. Bütün bunların yanı sıra, ilk ihraçların başladığı sıralarda, her şeyden umudunu kesen Mehmet Fatih Traş gibi doktorasını yeni almış, akademik rüştünü hakkıyla ispatlamış nitelikli genç bir akademisyen canına kıymıştır. Emekliliği gelmiş pek çok hoca, mecburi emekliliğe ayrılmış, pek çoğumuzun danışmanlığını yaptığı tezler yazılamamış; zira pek çok tez öğrencimiz bizimle yazmayacaksa o tezlerin yazılmasına gerek olmadığını düşünerek yüksek lisanslarını, doktoralarını bırakmışlardır. Şimdi bu saydığım hak ihlalleri/mahrumiyetleri 8’e 8 oyla geçmiş bir Anayasa Mahkemesi kararıyla giderilebilir mi? Umudun sıfıra yaklaştığı, umut etmekten ölesiye korkulmaya başlandığı bir dönemde bu karar elbette bir başlangıçtır. Ben ihraç edildiğimden beri fütursuzca umut etmemeyi öğrenmek zorunda kaldım, zira her umut kolumuzu kanadımızı kırdı. Ama elbette yine de umutsuz yaşanmıyor.
Yukarıdaki ilk paragrafta yazdıklarım mecburi bir girizgahtı ve bu girizgahta yer alan hak ihlalleri barış imzacılarının yaşadığı ihlallerin belki de üçte biri bile değil. Bu ihlalleri insani bir skala ve çeteleye vuracak olsak saymak için sayfalar yetmez. Mesela benim üç yıl boyunca öğrencilerime ders anlatamamış olmamı hangi mahkeme kararı telafi edebilir? Eşimin, ailemin bu süreçte yaşadığı üzüntü ve travmayı hangi mahkeme kararı giderebilir? Neyse asıl mevzuya geçmek istiyorum. İmza metnini ilk yayınladığımızda Türkiye’de belki de hiç “olamamış” medya/basının imzayı, imzacıları, imzaya ve imzacılara tepki gösterenleri nasıl temsil ettiğine de odaklandığımız bir rapor hazırladık. Raporu aynı fakülteden KHK’daşım Bahar Şimşek ile kaleme almıştık. Bu nedenle onun da adını burada anmadan geçemem. Bu rapor, temelde medyada şiddet temsillerine odaklanıyordu. Genelde iletişim çalışmalarında medyadaki şiddet temsillerinin izleyende, okuyanda doğrudan şiddet eğilimi yarattığına dair harcıâlem kanaat hâkimdir. Aynı kanaat muhafazakâr sağduyuda LGBTİ temsillerinin de aynı etkiyi yarattığı yönündedir. Bu elbette ayrı bir mesele.
Bahsi geçen raporda medyadaki şiddet temsili örnekleri olarak ele aldığımız olaylardan birisi de Barış Akademisyenleri’nin imzaladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metniydi. İnsanın kendisini bir inceleme olayı olarak ele alması elbette bir hayli zor olmalıydı. Gerçekten de bizim için bir hayli zor oldu. Raporu yazdığımız sırada, bildirinin imzalanmasının ardından gelen tepkilerin üstünden üç yıl, ihraç edilişimizin üstünden iki yıl geçmişti. Elbette gazetelerde bu olayın nasıl ele alındığını incelerken, yaşadıklarımız, yaşatılanlar tekrar tekrar hafızalarımızda canlandı. Medyanın linç potansiyeli, şiddet kudreti ve hedef gösterme mahareti yeniden dank etti kafalarımıza. Bu hedef göstermeyi tek başına medya yapmamıştı. Dönemin cumhurbaşkanı imzacılar hakkında “karanlıklar ve terörün maşaları”, başbakanı “insanlıktan istifa etmeliler” şeklinde açıklamalar yaptılar. Medyanın ahlaklısı bu sözleri gazetenin ya da televizyonun sözü gibi vermeyenidir. Yani barış talep eden bir bildiriye onay veren insanlara karşı bu tür hedef gösteren, nefret kusan sözleri asgari gazetecilik etiğine riayet eden bir gazete ya da gazeteci, kendi sözleriymiş gibi duyurmaz. Asgari bir mesafe gerekir bu türde linç ve nefret içeren sözleri aktarmak ve duyurmak için. Eğer böyle yapılıyorsa, bunun adı gazetecilik değil, en hafif tabirle sokak kavgası yancılığıdır. Ancak bu tavır elbette bu dönemin gazeteciliğine has bir özellik değildir. Aynı yaklaşımı 30’lu yılların gazetecileri de yapmıştır, 90’lı yılların gazetecileri de. Bu yaklaşımın bu kadar tarih aşırı bir eğilim olmasının en önemli nedenlerinden birisi, Türkiye’de gazetecilik mesleğinin ve gazetecilerin hakkaniyetli bir etik kod oluşturma çabası içine girmemiş olmasıdır. Bu nedenle gazetecilik, böylesi krizli anlarda mesleğin itibarını ortadan kaldıracak, utanç verici habercilik örnekleriyle karşı karşıya kalmaktadır. 6-7 Eylül Olayları, 70’li yıllardaki sağ-sol çatışmalarının haberleştirilmesi, 80 darbesinin hemen ardından neredeyse bütün gazetelerin attıkları manşetlerle darbeyi alkışlaması, 90’lı yılların düşük yoğunluklu iç savaşını savaş çığırtkanlığı yaparcasına manşetlerine taşıyan dönemin amiral gemisi Hürriyet’in haberciliği hiç unutulur mu? Barış bildirisi kamuoyuyla paylaşıldıktan sonra atılan başlıklar da bu örneklerden hiç farklı olmadı: “İmzacılara öfke çığ gibi: Akademik bozguncu” (Türkiye, 14 Ocak 2016), “Karanlık aydınlara temizlik vakti” (Star, 14 Ocak 2016), “İhanet bildirisine imza atanların tam listesi” (Akit, 14 Ocak 2016), “Millet düşmanları” (Yeni Şafak, 15 Ocak 2016), “Bunlar terörün maşası (Tayyip Erdoğan’ın sözü)” (Star, 15 Ocak 2016). Bu manşet ve başlıklar AKP iktidarının bütün devlet kaynaklarını seferber ederek oluşturduğu yancı basından örneklerin sadece bazıları. Kuşkusuz bu dönemde barış bildirisi ve imzacılarını nispeten nötr temsil etmeye çalışan basın yayın organları da mevcuttur. Barış talebinin önemine ve savaşın bitirilmesi gereğine odaklanan Evrensel ve Birgün gibi gazeteler de vardır. Bunların arasında yer alan internet gazetelerini araştırma evrenine dâhil etmediğimiz için bunlardan bahsedemiyoruz. Ancak şu bir gerçek ki, belirli bir sermaye grubuna bağlı endüstrileşmiş haber medyasından daha etkili internet mecrası ve bireysel girişimler var artık. Bunu burada sadece not edip geçeyim.
26 Temmuz Cuma günü Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği “hak ihlali” kararının ardından atılan manşet ve başlıklarda bu malum medyanın tavrı barış imzasının ilk kamuoyuna duyurulma zamanında atılan başlıklardan çok da farklı değil. “Bu karar PKK’ya yarar” (Güneş, 28 Temmuz 2019), “Şehit ve gazi yakınları: AYM’nin kararı facia” (Türkiye, 29 Temmuz 2019), “AYM’nin akladığı kişiler: PKK’ya terör örgütü demedi” (Yeni Şafak, 30 Temmuz 2019). Yine bu başlıklar da uzatılabilir. Üstüne üstlük barış imzacıları hakkında AYM’nin aldığı gecikmeli de olsa bu karara yine ironik bir biçimde “ifade özgürlüğü” haklarını kullanarak 1071 “milli akademisyen” bir karşı bildiri hazırlayıp imzaya açtılar. İmza sürecinin nasıl işlediğine dair pek çok şaibenin ortada olduğu, pek çok akademisyenin rızası hilafına imza metninin altına adının konulduğu ve pek çok akademisyene (bunların çoğu genç akademisyen) işten atılma tehdidinde bulunularak neredeyse zorla imza attırıldığı şaibelerinin yer aldığı bir imza metniydi bu. Kısaca AYM’nin barış imzacıları hakkındaki “hak ihlali vardır” kararı yanlıştır, hak ihlaline devam edilmelidir” diyen bir metin. Yani bu “milli” akademisyenler”, barış imzacılarının haklarının ihlalinin milli bir tavır olduğu kanaatlerini taşıyorlardı.
Yıllarca akademisyenlikle gazetecilik arasında ciddi bir benzerlik olduğunu düşündüm ve iddia ettim. Gazeteci halkın bilmesi gereken gerçekleri araştırır ve bunları halka ulaştırır, yani kısaca hakikatin peşindedir ve bunu hiçbir çıkar peşinde koşmadan gerçekleştirir. Gazeteci eski Yunan’daki “Doğruyu söyleme oyunu”nun modern oyuncusudur aslında. Foucault’nun Türkçe’ye “Doğruyu Söylemek” adıyla çevrilen kitabında Antik Yunan’daki doğruyu söyleme (parrhesia) oyununun kriterlerinin dönem ve koşullar içinde nasıl geliştiğini anlatır. Benim aklımda kalan en belirgin kriter, “doğrunun senden daha güçlü konumda olan birisine karşı söylenmesidir”. Buna göre öğretmenin öğrencisine karşı gerçekleştirdiği eleştiri “doğruyu söylemek” yerine geçmez. Öğrenci haksızlık, saygısızlık ya da usulsüzlük yapan bir öğretmenine karşı onun haksızlığını dile getirebiliyorsa o “doğruyu söylemiş” kabul edilir. Yani doğruyu söyleyen kişi aynı zamanda söylediği doğru sonucunda bedel ödemeyi göze almalıdır. Bu bağlamda, akademisyen de bütün olanaklarından, koltuğundan, toplumsal statüsünden mahrum bırakılabileceğini göze alarak “doğruyu söylemek”le mesuldür. Eğer doğru kabul ettiğin şeyi söyledikten sonra muktedir konumdakiler sizi el üstünde tutup, muhtelif payelerle ödüllendiriyorsa sizin söylediğiniz doğruda en hafif deyimle bir gariplik vardır. AYM kararının ardından bildiri yayınlayan 1071-(1-2-3) akademisyenin bildiri içeriğinde söylediği şeylerin doğru ya da yanlışlığına bir de bu yönden bakmak gerekir.
Yıllarca medyadaki sorunların yapısal olduğunu iddia ettik, sermaye ve mülkiyetin tek el/ellerde birikmesinin medyadaki içeriklerin şekillenmesinde önemli bir etkisinin olduğunu dile getirdik. Ancak şu gelinen noktada sanırım medyadaki yapılanmanın bunun ötesinde bir boyutu var. Medya çalışanları (buna akademi çalışanlarını da eklemek gerekir) kuşkusuz iş güvencesiz, sendikasız çalışıyorlar. Her an işten atılma tehdidi altındalar. Ancak işten atılmanın, işsiz kalmanın çok da vahim olmadığını, onurlu yaşamanın işsiz kalmaya yeğ tutulabileceğini biz barış imzacıları yaşayarak öğrendik. Yıllarca mitinglerde şiddet uygulayan polislere “simit sat onurunla yaşa” sloganıyla seslenirdik. Bunun gerçekten de bir karşılığı var. Bakın sevgili yancı medya çalışanı arkadaşlar, bakın ey başını kuma gömüp, korkudan trol bildirilere imza vermek zorunda kalan meslektaşlarım!! Biz Barış Akademisyenleri KHK ile ihraç edildik. Elbette ilk başta zorluk yaşamadık değil. Taşra üniversitelerinde çalışan meslektaşlarımızın kapılarına çarpı atıldı. Ancak güçlü ve haklı olduğumuza inancımızı koruduğumuz sürece, ayakta kalmayı başardık. Sendikamız Eğitim Sen başlangıçta ve hâlâ ayakta kalacak kadar bizlere destek sağladı. Örgütlülüğün ne kadar önemli bir şey olduğunu da yaşayarak öğrendik. Yeni işler öğrendik. Rapor yazmayı öğrendik. Örneğin ben akademik editörlüğü her ne kadar biliyor olsam da yayınevi editörlüğünü öğrendim; “bir top kağıttan kaç sayfa kitap basılır, bir tabaka kartondan kaç kitap kapağı yapılır, tasarımcıyla, matbaa çalışanıyla nasıl diyalog kurulur” öğrendim. Eğer editörlük işine başlamasaydım, çiftçilik yapacaktım. Bu işi zaten ilk gençlik çağlarıma kadar babadan öğrendiğim için biraz biliyordum, biraz daha geliştirecektim. Bazı akademisyen arkadaşlarımız balkonda bostan yetiştirmeyi öğreniyor. Yani gerçekten de onurlu kalarak da yaşanabiliyor. Onuru olmayanın varlığı da kuşkulu hale geliyor. Bilginize…
*um:ag Yayın Yönetmeni, Serbest Akademisyen