Göçmenlik sorununun kaynakları nelerdir ve sol politika nasıl olmalıdır?

Göçmenlik, emekçiler arasında büyüyen tepkiyi sisteme değil birbirine yönlendiren önemli bir politik enstrüman olarak kullanıldığına göre, sol politika emekçilerin birliğini sağlamayı esas alan ve tepkiyi sisteme yönlendirmeyi gözeten bir politika üretmek durumundadır.

Google Haberlere Abone ol

Mahmut Üstün

-Bir başlangıç tartışması-

Göçmenlik son dönemin en önemli ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel olgularından birisi. Dünya ekonomik temelli göçmen(işci)liğin ötesinde giderek artan ve vahşileşen savaşların yarattığı yıkımların ürünü olarak artan bir göçmenlik olgusuyla karşı karşıya.

Böylesine önemli -ve önemi giderek de artan- bir olgu karşısında alınan pozisyonlar, üretilen siyasetler ne yazık ki konunun önemiyle kıyaslanamaz sıradanlık, genellik ve yüzeysellikte… Özellikle sol açısından bu politika/perspektif yoksunluğu daha geçerli ve vahim… Sol ilkesel olanla pragmatik olan arasında iradesizce salınıp durmakta. Sınıf perspektifinin ölümcül bir uykuya yatırıldığı, kimlikçi ya da genel insan hakları perspektifinin tedavüle sokulduğu bu dönemde, bu politik aczin yarattığı kötümser ve statükocu politik dalgalanmalar hiç şaşırtıcı değil…

Bu durumda sol da evrensel insani kaygılarla ya da kimliksel duyarlılıklarla soruna tepki verme çıkmazı içine sürüklenmiş durumda… Soruna verilen tepkiler ırkçılık ya da ırkçılık karşıtlığı ekseninde düğümlenmiş vaziyette. Hal böyle olunca alınan pozisyonların kendi “küçük çıkarlarımızı” ya da “bireysel vicdanımızı” seslendirmek ve ancak bu kadarını korumaya çalışmaktan öte bir sonucu olmuyor. Bu tutumla, bu önemli olgudan ilerici, barışçı, kardeşleşmeci bir politik hedef ve kitle seferberliği üretmek başarılamadığı gibi, dahası ve aslında o küçük ve bireysel amaçlara (çıkar ya da vicdan rahatlığına) ulaşmak da imkânsız oluyor…

Ama biz ısrarla söylediklerimizin olumlu karşılık üretmeyeceğini bile bile ve/fakat aslında söylediklerimizin sadece bu konudaki mevcut hale (statüko) kan ve güç kattığını fark etmeden aynı sözleri tekrarlamaya devam ediyoruz. Öyleyse bu konuda ilkesel olanı ete kemiğe bürüyen, pratik sonuçlara yönelen bir politika inşası için kapsamlı bir tartışmaya ihtiyacımız var. Bu yazı bu açıdan bir başlangıç olma iddiası taşıyor.

GÖÇMENLİK TEPKİSİ VE IRKÇILIK...

Ben bu tartışmaya anlamlı bir başlangıç olabileceği düşüncesiyle şu temel soruyu ortaya atıyorum:

“Göçmenlik olgusunu tek ya da temelde ırkçılık/anti ırkçılık parantezi içine hapseden bir tartışma hem olgusal ve hem de yöntemsel anlamda ne kadar doğru, ön açıcı ve çözüm üreticidir?”Öncelikle bu sorunun göçmenlik olgusunun ırkçı yaklaşım için elverişli bir yatak olduğunu ihmal etmek anlamına gelmediğini en baştan belirterek tarihsel ve sosyal olgular üzerinden, somutun analizi yöntemiyle, sesli biçimde düşünmeye devam edelim.

Önce değinmemiş olmamak için işin tali ama ontolojik boyutuna da dikkat çekelim. “Yabancı korkusu” insan ve topluluk varlığına içkin bir durumdur. Yabancı, ilkel topluluklardan bu yana soru işaretleriyle dolu “şüpheli” bir varlıktır. Ama bu ontolojik etken göçmen karşıtlığının ancak küçük ve tali, geçici ve yüzeysel boyutu hakkında bize fikir verebilir.Yabancı korkusunun marazi, kronik bir hal alması, yabancının başlı başına tehdit ve “öteki” olarak algılanmaya başlanması zaman içinde ve belirli tarihsel/siyasal koşulların ürünüdür. Örneğin İbni Haldun’da medeni/bedevi, Batı dünyasında uygar/barbar olarak karşılık bulan ayrım bu marazileşmenin bir ifadesidir. Bu ikilemlerden bedevi ve barbar tanımı göçer/yarı göçer toplumları olduğu kadar olumsuzluk yüklü “yabancı” kavramına da denk kullanılır. “Yabancı eşittir barbar” halini alır. Yabancı yerleşik medeniyeti ekonomik, sosyal ve kültürel olarak yıkma niyetinde ve çabasında olan düşman bir güçle eş anlam kazanır. Vandalizm sözcüğünün de aynı tarihsel/siyasal konseptte ve eşanlamlı olarak ortaya çıktığını hatırlatmakta fayda var. Peki bu tarihsel olgu ile bugünün göçmenlik olgusu arasında açıklayıcı bir bağ var mıdır? Evet… Kısmen ama var… Göçmenlik de yerli halk tarafından sahip olunan ekonomik, sosyal, kültürel “medeniyete” yıkıcı bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu algının tümden yersiz bir vehim olduğu da söylenemez.

PEKİ FARK NEDİR?

Barbar/uygar ayrımında açık savaş eksenli bir saldırı vardır. Ve tehdit, içinde egemen sınıfları da kapsar biçimde tüm medeniyete yöneliktir. Oysa mülteci saldırgan değil mağdurdur ve mültecilik, neredeyse kural olarak mülteci akınının yaşandığı ülkelerin izlediği yıkıcı politikaların bir ürünü, diyetidir. Dahası mültecilik, mülteci akının olduğu ülke egemen sınıfları için amaca hizmet eder biçimde kontrollü olması şartıyla, bir tehdit değil çok yönlü bir tercih ve avantajdır.

MÜLTECİLİK VE SINIFLAR...

Zira mülteci ordusu sermaye için çoğunlukla kaçak çalıştırılan güvencesiz ucuz emek demektir. Pek çok durumda, mülteci emeği köle emeğinden hallicedir. Sermaye ve esnaf için mülteci emeği ballı börektir. Esnaf, mülteciye eğer yanında asgari ücretin bile çok altında çalıştırabileceği bir ücretliyse ya da kendisi için yağlı müşterilerse tepki duymaz ve fakat karşısına rakip bir esnaf olarak çıktığında homurdanmaya başlar. Ya o ülkenin işsiz ve istihdam edilmiş emekçileri? Mültecilik en çok onları tehdit eder. İş bulamama, işini kaybetme, düşük ücrete ve kötü koşullara rıza göstermek durumlarıyla yüz yüze kalacaktır çünkü. Mülteci karşıtlığı, çarpıtılmış bir sınıfsal tepkidir bu kesimlerde. Dikkat edilirse şu ana kadar ırkçılıktan hiç söz etmedik. Zira bu süreç ontolojik olarak ırkçılık temelli değildir ve/fakat ırkçılığa tahvil edilmeye çok müsait bir arazidir. Bu sürecin ırkçılık değil, geçim ve yaşam koşullarına yönelik tehditle beslenen bir yabancı korkusu olduğunu belirlemek çok önemlidir. Bu tavır ırkçılıktan çok, geçmiştekinden tepki hedefi değişik ve bu nedenle de ahlaki ve siyasi olarak çok daha lekeli bir ludizmi andırmaktadır.

Birkaç açıklayıcı somut olgusal örnek daha verelim.

Örneğin Türkiye’ye gelen göçmenler Suriyeli, Afgan vb değil de -ama aynı büyüklükte bir göçmen dalgasıyla- Uygur Türkleri olsaydı, bu durumda verilen tepki çok mu farklı olacaktı? Geçmişte ve üstelik çok daha dar hacimli Bulgar Türkleri göçünde toplumda aşağı yukarı bugünkü Suriyeli göçüne benzer tepkiler seslendirildiği hatırlardadır. Çok daha bariz olan örnek ise “duvar”ın yıkılmasını müteakip Batı'ya göçen Doğu Almanların yaşadıklarıdır. O dönemde Doğu Alman göçmenleri son derece dışlayıcı/aşağılayıcı bir tepkiyle karşılaşmışlardı. Dahası yeni göç dalgalarına karşı çıkanlar kural olarak yalnızca egemen etnik kimlik sahipleri değil, eskinin göçmenleri ve/ya ötekileştirilenleridir de. Doğu Alman göç dalgasına eskinin göçmenleri Türkler, Yunanlar, İtalyanlar da olumsuz anlamda tepkisel yaklaşmışlardı. Geçenlerde Torbalı’da yaşanan ve ufak çaplı çatışmaya da dönüşen toplumsal gerilimde, bir yanda Suriyeliler diğer tarafta ise Türkler, Kürtler ve Çingeneler vardı. Oysa benzer çatışmalar düne kadar Türklerle Kürtler onlarla Çingeneler arasında yaşanmaktaydı. Ve bölgeyi bilenler bu çatışmalarda ekmek/iş kaygısının başat neden olduğu konusunda hemfikirler…

Bir başka destekleyici verimiz tekil ya da cüzi göç dalgalarıyla hacimli göç dalgalarına verilen toplumsal tepkiler arasında ciddi farklılıkların varlığıdır. İlkinde içerme/benimseme, ikincisinde dışlama daha öne çıkmaktadır. Ve son olarak ekonomik genişleme ve kriz dönemlerinde verilen tepkilerde aynı istikametlerde farklılık göstermektedir. Kriz dönemleri, ötekileştirme/dışlama eğilimini güçlendirmektedir.

PEKİ YA IRKÇILIK?

Buraya kadar sıraladığımız olgusal gerçekler sanırım ve umarım mültecilik olgusunu temelde kültürel yaklaşımlarla ve ırkçılık ekseninde anlamanın ve açıklamanın ve soruna yönelik politik pozisyonu bu eksene oturtmanın neden hayli eksik ve yanlış olduğuna dair ikna edici nitelikte olmuştur. Bu tarlada kendiliğinden ırkçılık üremez ama eğer ekilirse ırkçılığın yeşermesine de oldukça uygundur. Mültecilere yönelik tepki, ırkçılığı aşan çok yönlülüktedir. Daha çok işini ve yaşamını müdafaa eksenli çarpık bir altsınıf/emekçi reaksiyonudur. Egemen sınıflar bu sınıfsal tepkinin bilinç kazanıp kendisine yönelmesini tarlaya ırkçılık ekerek önlerler. Irkçılık mülteci olgusuna yönelik alt sınıf tepkisinin doğal ve doğrusal sonucu değil, dışarıdan müdahaleyle üretilmiş zehirli meyvesidir.

EĞER BURAYA KADAR ANLAŞTIYSAK...

Bu bugüne kadar alınan pozisyonların yetersizliğini ve yanlışlığını gösterir. Hatta mültecilere yönelik toplumsal tepkiyi ırkçılıkla yaftalama tek yönlü kolaycılığının niyetlerin tam tersine egemen güçlerin politikalarına ve ırkçılığın toplumsal desteğini büyütmeye yaradığını anlamamızı mümkün hale getirir. Peki o zaman mülteci karşıtı söyleme, ırkçı yaklaşımlara hayırhah bir kayıtsızlık mı takınacağız? Elbette ve kesinlikle hayır. Odağına/hedefine sokaktaki insanı değil ırkçılığın kaynağı egemen sınıfları yerleştiren ve emekçi/mülteci ortaklaşmasını inşayı amaçlayan çok katmanlı bir pratik politikalar bütünü oluşturmamız gerektiğini gösterir. Anlattıklarımızdan çıkarılması gereken yegâne sonuç budur. Mültecilere sahip çıkmak, temelde mültecilere tepki gösteren sokaktaki insanı karşıya almaya dönüşürse, bu tutum de facto, egemen sınıfların mülteci politikasına, bu politikanın farklı ve kirli boyutlarına onaya, en hafifinden kayıtsızlığa dönüşür.

LİBERAL YAKLAŞIM, GÖÇMEN STATÜSÜ VE IRKÇILIK

Göçmen/mülteci sorununda iki temel yaklaşım olduğu söylenebilir. İlki sınıfsal, ikincisi ise kimliksel yaklaşım. Kimliksel yaklaşım ise soruna hak temelli yaklaşan liberal tutum ve soruna güvenlik eksenli yaklaşan dışlayıcı ırkçı/milliyetçi tutum olarak kendi içinde tasnif edilebilir. Bugün bu konuda cereyan eden tartışma (ve hatta çatışma) büyük ölçüde kimlikçi yaklaşım sınırlarında sürmektedir. Sınıfsal yaklaşım hemen tüm alanlarda olduğu gibi bu alanda da uykuya yatırılmış gözükmektedir. Sınıfsallığı önemsediğini beyan edenler bile konuyu, büyük ölçüde bu iki kimlikçi eksenden birine yanaşarak ele almaktalar. Elbette kimlikçi yaklaşımın iki ucunu aynılaştırıyor değiliz. İnsani ve siyasi bakımdan birbirleriyle sert bir çatışma yaşayacak denli farklılığı olan iki tutumdan söz ediyoruz. Ve fakat kategorik olarak ortak zemindeler. Kategorik ortaklık, sorunu kısır döngü içine hapsediyor; nihayetinde bu kısır döngü de ırkçılığı besleyen bir sonuç üretiyor.

Irkçı yaklaşımdan çok söz etmeye gerek yok. Bütün çirkinliği ve vahşeti ile apaçık ortada. Biz burada hak temelli liberal yaklaşımın neden sorunun çözümü olamayacağını, dahası eni sonu neden ırkçılığı besleyen bir yaklaşıma dönüştüğünü sergilemeye çalışacağız. Liberal hak temelli yaklaşım göçmenlerin varlık hakkından yana. Göçmenliği bir tehdit olarak güvenlik sorununa indirgeyen ırkçı yaklaşıma karşı liberal yaklaşım, göçmenliğin bir statü olarak hak temelli biçimde tanınmasını savunuyor. Sorunun çözümünü burada görüyor. Bizce bu yaklaşım sorunu askıda bırakıyor ve kronikleştiriyor. Sorunun çözümü için önerilen bu “iki arada bir derede” formülasyon, “göçmenlik” olgusunu ayrı bir statüye bağlayarak yumuşatılmış bir sorun “statü”sünde tutuyor. Statü olarak göçmenlik hali, göçmenlerin ikinci sınıf, alt statü, hatta en alt statü halini meşrulaştırıyor. Ayrımcı bakışı yumuşatarak kalıcılaştırıyor. Göçmenlere gemi batarken “ilk denize atılacaklar” listesinin başında olmak kaydıyla, gemide olma hakkı vermeye benziyor. Sorunu çözmüyor, bilakis sorunun sürekli yeniden üretilmesi sonucunu doğuruyor. Bu halin ise göçmen sorununda ırkçı yaklaşımının üzerinde yeşereceği toprağın sürekli beslenmesi anlamına geldiği sanırım açık olsa gerek.

RADİKAL DEMOKRASİ VE GÖÇMENLİK

Bir de radikal demokrasi taraftarları var. Bu kesimi liberalizmin en sol varyasyonu sayabiliriz. Onlar sorunun ve dolayısıyla çözümünün daha köklü olduğunun farkındalar. Fakat sorunu kimlikçi bir eksende ele alışlarıyla üstteki yaklaşımla ortaklaşmaktalar. Bu kesimler daha doğru bir yaklaşımla, ulus devlet ve yurttaşlık kavramını sorgulayarak, bunlar olduğu müddetçe göçmenliğin de hep güncel ve kanayan bir sorun olmaya devam edeceğini ileri sürüyorlar. Haklı biçimde ulus devletin yurttaşlık tanımının hem bütünleştirici hem dışlayıcı karakterine işaret ediyorlar. Göçmenliğin dışlanmış konumunun ulusal bütünlüğü besleyen bir faktör olarak, ulus devlet için önemini hep koruyacak araçsal önemine vurgu yapıyorlar. Dolayısıyla mevcut ulus devlet ve yurttaşlık paradigmasının bekası açısından göçmenlik sorunu aynı zamanda ve ağırlıklı olarak bilinçli bir tercihle “üretilen ve yeniden üretilen” bir sorun olarak varlığını koruyacaktır. Ta ki ulus devlet ve yurttaşlık paradigması yeni ve eşitlikçi bir paradigmayla aşılana kadar. Radikal demokrasi bu konunun bir boyutuna son derece önemli argümanlarla işaret etmek bakımından klasik liberal yaklaşımdan daha ileride ve değerli. Ve fakat klasik liberal yaklaşımla aynı ortak ve temel zaafa da sahip… Bu yaklaşımda da sınıflar ya hiç yok ya da çok tali, belirsiz… Hal böyle olunca ulus devleti aşmanın öznesi de kimlikselleştirilmiş oluyor; göçmenler+vicdanlı yerel yurttaşlar bir yanda, ırkçı milliyetçi blok diğer yanda… Bu stratejinin zaferi yerli yurttaşların empati yeteneğine kalmış gözükmektedir. Biraz abartırsak (ama çok az) "sorunun çözümü Allah’a havale edilmektedir" de diyebiliriz.

Daha da önemlisi, bu yaklaşımın, ulus devlet ve yurttaşlık yaklaşımıyla kapitalizm ve egemen sınıflar arasındaki dolaysız nedenselliği önemsizleştirerek, sorunun kaynağına dokunmadan sorunu çözmek gibi naif/ütopik/ hatta sorun kaynağını masumlaştıran temel bir yöntemsel zaafı var. Çok daha tehlikeli olanı ise, bu temel zaafın sorunu, kimliksel konulara yaklaşımda farklı pozisyona sahip vatandaşlar arasında bir soruna ve çözümü de kimlikler arenasındaki mücadeleye indirgemeye meyyal olmasıdır. Bu arenanın ise, amaçlanın tersine ırkçılığı meşrulaştırma ve toplumsallaştırma riski çok yüksektir.

KÜLTÜR EKSENLİ YAKLAŞIM VE KÜLTÜREL IRKÇILIK

Ulus devletin egemenlerinin ayrımcı yurttaşlık bakışıyla, iç konsolidasyonu sağlamak için göçmenliği ulusal bütüne/yurttaş kimliğine “dışsal” ya da “çeperde” konumlandırması, egemenlerin kendi çıkarları açısından anlaşılırdır. Ama doğrudan ya da dolaylı biçimde bu “dışsallığı” veri alarak, sorunu “dışsallaştırılan kimlikler” ve “içselleştirilen bütünsel ayrımcı kimlik” ekseninde bir karşıtlık üzerinden okuyan ve çözüm stratejisini de buradan üreten bir yaklaşımla eşitlikçi bir çözüm üretilemez. Bilakis egemen anlayışla aynı paradigmadan hareket edildiği için, bu yaklaşım sonuçta egemen paradigmaya ve onun üretimi olan ırkçılığa dolaylı bir desteğe dönüşür. Ve işin bir başka önemli boyutu da soruna kimlik eksenli bakış, biyolojik ırkçılığa olduğu kadar kültürel ırkçılığa da alan yaratır. Zira kültürlerin zorla asimile edilmeden, birbirinden etkilenerek barış içinde yaşaması/kaynaşması anlayışından, kültürlerin biricikliği/değişmezliği, hatta değişmesinin insani/toplumsal varoluşu tehdit edeceği eksenli kültüralist kimlikçi söyleme kayış, yabancı kültürün bir tehdit olarak algılanmasını ve yerli kültürden bir biçimde izolasyonunu, yani göçmen karşıtı ırkçı tutumu haklılaştıran bir ideolojik/söylemsel altlığa dönüşmektedir.

Son olarak ulus devlet ve yurttaşlık arasında kurulan çatışmasız/tümleşik ilişkisellik de sorunludur. Bunu bir entelektüel hassasiyet icabı olarak değil, göçmenlik sorununa ilişkin üretilecek eşitlikçi çözüm açısından önem arz ettiği için vurgulamak gereği hissediyorum. Sorun bizce sınıfsaldır ve ancak sınıfsal temelde bakıldığında net bir çözüm üretilebilir. Peki neden sınıfsaldır ve sınıfsal bakışla nasıl çözülür?

EMEK SÖMÜRÜSÜNÜN ENSTRÜMANI OLARAK GÖÇMENLİK SORUNU

Bu bölümde ırkçılık ve göçmenlik sorunun temel kaynaklarının sınıfsal olduğunu, daha özelde de kapitalizmin yayılmacı ve savaşçı rekabetinin (emperyalizm), kapitalizmin ucuz ve güvencesiz işgücü ihtiyacının, ulusal devlet ile verili ayrımcı/etnik merkezli devlet yurttaşlık anlayışının göçmenlik ve ırkçılık alanında yaşanan problemlerinin döl yatağı olduğu görüşünü temellendirmeye çalışacağım.

Wallerstein, Kapitalizmin İdeolojik Gerilimleri makalesinde ırkçılıkla ucuz emek ihtiyacı arasındaki ilişkiyi derinlikli ve çok yönlü olarak formüle etmiştir. “Yayılan bir kapitalist sistemin bulabildiği bütün emek gücüne ihtiyacı vardır. Zira daha çok sermayenin üretilmesini, paraya çevrilmesini ve biriktirilmesini sağlayan malları üreten bu emektir. Sistem dışına atmak anlamsızdır. Fakat eğer sermaye birikimini en üste çıkarmak isteniyorsa, aynı zamanda üretim maliyetlerini, bu yüzden de emek gücü maliyetlerini ve emekçi hareketin eylemlerine yol açan siyasal rahatsızlığının maliyetlerini en aza indirmek gereklidir. Irkçılık işte bu hedefleri azami ölçüde gerçekleştirmeyi sağlayan sihirli bir formüldür.

Göçmen sorunu tam da ırkçılığın bu işlevinin tastamam boy verdiği bir alandır. Göçmen statüsü tam da bu amaç için üretilmiştir. Bu statüdeki emek gücü ucuz, örgütsüz ve güvencesiz çalışmaya rıza göstermek mecburiyetinde olan ve aynı nedenle sınıfsal eylemlerin riskini göze alamadığı için sermaye için yaratacağı siyasal sıkıntıların en aza indirilmesi amacına uygun bir emek gücüdür. Dahası bir kriz anında kendisinden kurtulunması en kolay emek gücüdür de… (Aslında kadın işgücü ile göçmen işgücü bu açıdan birbirine çok benzer bir işleve ve kadere sahiptir.)

Göçmenlik statüsü bir emek statüsüdür ağırlıkla. Balibar’ın da haklı olarak işaret ettiği gibi Cezayirli bir emekçi gittiği diğer ülkede göçmen statüsünde görülürken Cezayirli bir sermayedar açısından aynı durum geçerli değildir. Malum olduğu üzere zaten bu gerçek nedeniyle sermaye hareketinin önündeki tüm ulusal sınırlar kalkmış durumdayken emek gücü hareketliliği için ulusal sınırlar hâlâ en yüksek biçimde mevcudiyetini korumaktadır. Göçmenlik statüsünün, emek gücünün kontrolü politikalarıyla ilgisi yalnızca göçmen işçiliğin mecburiyetler icabı ucuz ve uysal bir işgücü olmasından ibaret değildir. Aynı zamanda ve bir o kadar önemli olarak “yerli”, örgütlü ve güvenceli işçi sınıfının taleplerini minimize etmek, onları örgütsüz, düşük ücretli ve güvencesiz koşullarda çalışmaya mecbur bırakmak açısından da göçmen işgücünün varlığı çok işlevsel bir rol üstlenmektedir.

Sermayenin birikim ve pazar krizinin derinleşmesinin ve sınırlı pazarlarda artan rekabet gerçeğinin bir ürünü ve reçetesi olarak ortaya çıkan neoliberal birikim stratejisi döneminde, üretim maliyetlerini minimum seviyeye çekmek, emekçilerin sosyal refah ve güvence kazanımlarını tasfiye etmek açısından göçmen emeği çok daha önemli bir hale geldi. Birikim krizinin çevre ülkelerde artırdığı yoksulluk ve kızışan rekabetin türevi olarak yaygınlaşan bölgesel savaşlar ihtiyaç duyulan göçmen emek gücünün merkez ülkelere doğru akınını doğurdu. Böylece göçmen sorunu nicelik olarak büyüdü. Ama aynı zamanda en düşük ücret, en örgütsüz ve uzun çalışma koşullarının yaratılması için göçmen emeği iki yönlü kıskaca alındı. Birincisi 1951 yılında kabul edilen göçmenlik statüsünün göçmenlere tanıdığı haklar fiilen ve giderek hukuken de boşa çıkarılmaya başlanıldı. Ayrıca oluşturulan ırkçı atmosferle göçmenlerin seslerini yükseltme/itiraz etme koşulları tümden daraltıldı. Oluşturulan diyoruz zira bu ülkelerde göçmenlik eskisi gibi bir hak sorunu olarak değil bir güvenlik sorunu olarak ele alınmaya ve bu tema sürekli işlenmeye başlanıldı. Göçmenleri kültürel yozlaşmayla, terör riskiyle ve bedavacı yaşamla eşitleyen bir propaganda sağanağı hayata geçirildi. Ve yoğun göçmen dalgası sayesinde o ülke işçi sınıflarının ücret, çalışma, sosyal güvence ve örgütlenme haklarında da ciddi gerilemeler hayata geçirilebildi. Bu yaklaşımın bir diğer hedefi de kuşkusuz ki göçmen işgücünden gerektiğinde kolayca kurtulabilmek imkanını canlı tutmaktı.

BİR YÖNETİM ENSTRÜMANI OLARAK GÖÇMENLİK SORUNU

Kapitalist sistem açısında göçmenlik bir yönetme enstrümanıdır da… Ulus devlet süreğen ve güçlü bir dış tehdit algısını üreterek ve yeniden üreterek içte bir bağlayıcılık ve tabiiyet yaratır. Ama yalnızca dış tehdit değil aynı zamanda her an bu dış tehditlerle iş birliği içine girebilecek bir dizi iç tehdit algılaması da yaratır. İlki kendine bütünsel bir itaat yaratabilmeyi ikincisi de içte kendisine karşı bütünleşik bir halk muhalefetini paralize etmeyi amaçlar. İç tehditlerin ya da ayrışımların temel hedef unsurları ise azınlık etnik kimlikler, dinsel kimlikler ve cinsel kimliklerdir. Tüm bu kimlikler arasında ayrımcı hiyerarşik bir ilişki inşa edilir ve bu hiyerarşi duruma göre sürekli güncellenir. Göçmenlik ise bu politikanın en elverişli, etkili enstrümanlarından biridir. Aslında göçmen göçtükten sonra kural olarak göçtüğü yerde yerleşikleşendir. Yani kaderini ve geleceğini yerleştiği ülkede görmeye başlayandır. Göçmenlerin çok büyük bölümünün göçtükleri ülkede kalıcı olduğu artık bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. Ama bu gerçeğe ters bir biçimde göçmen en iyi durumda “uzun süreli bir misafir”, en kötü durumda bir an önce kurtulunması gereken bir “baş belası” olarak tartışılagelir. Bu hiç de nedensiz bir tercih değildir. Göçmenlik, hem dış hem iç tehdit algısını bünyesinde birleştiren bir pozisyondur. İçerideki dışsal tehdit konumuyla ulus devletin bütünleştirme ve paralize etme stratejisi açısından bulunmaz bir nimettir. Göçmen sorunu bu nedenle ve “sorun” başlığı altında bu ülkelerde süreğen bir tartışma konusudur. Göçmenlik statüsü de bu süreğen araçsallaştırma için en ideal statüdür. Ayrıca benzer hiyerarşikleştirme ve ayrımcılığın göçmenlerin kendi içinde de hayata geçirildiğini de eklemek gerekir. Hiyerarşinin en dibi olan göçmenler arasında bir ortak duygu ve eylemin oluşmaması için, göçmenler de kendi içinde dibin üstü ve dibin en altı olarak ayrıma uğramaktadır. Paris’in göçmen hiyerarşisinin en üstünde İspanyollar vardır. Ardı sıra Portekizler ve en altta Araplar ve siyahler yer alır. Almanya’da Türkler, Fransa’da Kuzey Afrikalılar, ABD’de Hispanikler ise göçmenlik statüsünün en sevilmezlerini oluştururlar.

İÇ HİYERARŞİYİ MEŞRULAŞTIRMANIN İDEOLOJİK/SÖYLEMSEL ALTLIĞI OLARAK GÖÇMENLİK SORUNU

Göçmenlere yönelik ırkçı hiyerarşik söylemin yalnızca göçmenlik sorunu çerçevesinde kalmadığını, içle de ilgili olduğunu, içerideki hiyerarşik sistemin meşrulaştırılması ve zihinsel yeniden üretimi açısından önemli bir işlev gördüğünü de vurgulamamız gerekir. Göçmenlere yönelik “kirli, tembel, cahil, kültürsüz, vasıfsız vb.” gibi bütün olumsuz sıfatlar aslında emekçilere, kadınlara, azınlık unsurlara yönelik “böyle olmayan” mesajını da taşır. Ve aynı zamanda göçmenlerin bu nedenle ikinci sınıf olduğu inancının yerleştirilmesi toplumda kötü yaşam koşullarına sahip olanların da aynı nedenlerle, yani “tembel, cahil, verimsiz, eğitimsiz, kültürsüz” vb. olmaları nedeniyle ikinci sınıf pozisyonuna sahip olduğu fikrini empoze eder. Toplumun eşitsiz ve hiyerarşik yapısı olağanlaştırılır ve meşrulaştırılır.

ULUS DEVLET VE DEVLET YURTTAŞLIĞI ANLAYIŞININ YENİDEN ÜRETİM ARACI OLARAK GÖÇMENLİK SORUNU

Burjuva devrimleri yurttaşlık ve yurttaşlar topluluğu devleti iddiasıyla yola çıktı ve/fakat bir müddet sonra ulus devlete ve etnik referanslı “devlet yurttaşlığı” anlayışına dümen kırdı. İlkinin burjuvazinin alt sınıflarla ittifak içinde yürüttüğü anti monarşik mücadeleyi, ikincisinin ise alt sınıflara karşı burjuvazinin monarşi artıklarıyla yeni düzeni kurma ve oturtma döneminin anlayışını temsil ettiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden ulus devlet ile yurttaşlık düşüncesi birbirini tamamlayan değil çelişen ideallerdir. Ulus devlet, doğuma bağlı kazanılan -yani etnik kimliğe referansı olmayan- bir yurttaşlıktan ve yurttaşların devleti belirlediği yurttaşlar devleti anlayışından döngeri edilmesinin bir ürünüdür. Bunu ise içinde her zaman ırkçı bir nüve taşıyan milliyetçi ideoloji aracılığıyla yapmıştır. Böylece devleti belirleyen yurttaşlıktan, devletçe belirlenen ve devlete sadakati en belirleyici özelliği olan etnik temelli bir “devlet yurttaşlığı” anlayışına geçilmiştir. Yurttaşlık ve yurtseverlik kavramlarının etnik ve devlet merkezli bu yaklaşımla içi boşaltılmıştır.

Her ulus devlet eni sonu etnik bir referansa gönderme yaparak ve yurttaşlığı ayrımcı ve hiyerarşik bir kategori haline getirerek hem bir içsel bütünleşme sağlar hem de içsel bir ayrışma yaratır. Göçmenlik de bunun tek değil bir dizi önemli enstrümanından biridir. İç ötekileştirmelerden farklı olarak (aslında kendisi de artık kesin bir içsel olgu haline gelmesine karşın) göçmenler bir dışsal tehdit faktörüymüş gibi gösterilerek bir içsel bütünleşme stratejisinin parçası olarak kullanılmaktadır.

Bir azınlık iktidarı olarak kapitalist (ulus) devletin iç toplumsal ayrışmalar olmadan, bu toplumsal ayrışmalar ekseninde çoğunluğu oluşturan etnik ve dinsel kimliği kendine sadık kılmadan varlığını idame ettirebilmesi olanaksızdır. Dolayısıyla göçmen sorunu, kapitalist sistemin kendini yeniden üretebilmesinin zorunlu siyasal biçimi olan “ulus devletle” ve “etnik referanslı devlet yurttaşlığı” anlayışı ile çatışan, bu yaşamsal sınırları zorlayan bir dinamiktir de. Bu nedenle de sistem tarafından bir sorun olarak tutulmak ve bir sorun olarak yeniden üretilmek durumundadır.

EN DOĞRU ÇÖZÜM YURTTAŞLIK HAKKIDIR!

Sol politikanın ana çizgilerini belirlemeden önce göçmenlik sorununun egemen sınıflar tarafından sınıfsal çıkarları ekseninde nasıl araçsallaştırıldığına ilişkin bir fikir açıklığına sahip olmak zorunludur.

Belirttiğimiz gibi egemenlerin göçmen politikası iki stratejik eksene dayalıdır. Tekrarlayacak olursak ve birincisi; Marx’ın deyimiyle göçmenler, “sermayenin hafif piyade güçleri” olarak kullanılmaktadır. Yani göçmenler en düşük ücrete, en kötü koşullarda, güvencesiz biçimde çalışmaya mecbur bırakılan ve aynı zamanda gerektiğinde en kolay işten ve hatta ülkeden çıkarılabilir bir emek gücünü oluşturmaktadır. Ve yine tekrarlayacak olursak göçmenlik ulus devletin ve devlet yurttaşlığının yeniden üretilmesi açısından önemli bir işlev görmektedir. İçerideki dış güç olarak göçmenliğin bu açıdan gördüğü işlev düşman dış güçler ve/ya düşmanla iş birliği potansiyeline sahip hain iç güçler söylemlerinden çok daha etkilidir. Ve yine bağlı olarak göçmenlik emekçilerin artan sorunlarından kaynaklı tepki ve öfkelerinin, sorunun asıl kaynağı olan sisteme ve egemen güçlere değil, bir başka ezilen kesime yönlendirilmesi açısından da kullanılır. Sistem bu aynı politikayı içerideki dinsel ve etnik farklılıkları kullanarak da uygular ama hem bu kadar etkili olmaz hem de ciddi risk potansiyeli de taşır. Ama göçmenler üzerinden uygulamak hem etkiyi artırır hem de riski azaltır; göçmen emeğinin varlığı bu politika açısından da egemen sınıflar için paha biçilmez değerdedir.

Bu stratejik amaçlara ulaşmak için uygulanan taktiklere gelince:

Birincisi, ırkçılık örtülü ya da açık biçimlerde ama sürekli olarak pompalanır. Emek güçleri en kötü koşullarda sömürülen göçmenler, tehlikeli, terörist, kültürsüz, pis vb. olarak iç kamuoyuna sunulur.

İkincisi, artan göçmen karşıtı ırkçılığın vatandaşlara ait bir duygu ve tavır olduğu öne sürülür. Devletin/egemen sınıfların bu konudaki belirleyici rolü gözlerden saklanmaya çalışılır. Böylece göçmen sorununun ırkçılık ve ırkçılık karşıtı yaklaşımlar üzerinden gündemde tutulması ve tartışılır olması sağlanır. Göçmen sorununun ırkçı vatandaşlar ve karşıtları arasında bir sorun olarak algılanması ve gündemleştirilmesi sadece bu konudaki asıl sorumlunun saklanmasına hizmet etmekle kalmaz, ırkçılığı güçlendiren bir söylemsel altlığa da dönüşür.

Üçüncüsü, ırkçı politikanın varlık alanı bulması için göçmen sorunu özellikle ülke ve yurttaşlık kavramları bakımından “dış”ta ya da “çeper”de yer alan bir sorun olarak takdim edilir ve dahası o şekilde kurumsallaştırılır.

En iyi durumda “göçmen statüsü” temelli bazı haklar verilir ama aslında böylece göçmenlerin o ülkeye ait olmadığı düşüncesi de resmi/yasal bir nitelik kazanmış olur. Bu iki arada bir derede statü zemininde de ırkçılık sürekli kendini üretecek bir verimli arazi bulur.

Dolayısıyla sol politika tüm bu stratejik ve taktik manevraları boşa çıkarmayı ve kardeşleşmeyi hedeflemelidir. Sistemin belirlediği platform içinden değil -teorik olarak sistemin sınırları içinde kalıyor görünse de- pratik olarak sistemin temel direklerini yerinden oynatan, sistemin dışına doğru yol açan politikalarla soruna müdahil olmak durumundadır.

Göçmenlik, emekçiler arasında büyüyen tepkiyi sisteme değil birbirine yönlendiren önemli bir politik enstrüman olarak kullanıldığına göre, sol politika emekçilerin birliğini sağlamayı esas alan ve tepkiyi sisteme yönlendirmeyi gözeten bir politika üretmek durumundadır.

Göçmen politikasındaki ayrımcı politikaların ve ırkçı tutumların yeşermesinde en önemli faktörlerden birinin de mevcut ulus devlet ve devlet yurttaşlığı anlayışı olduğunu vurgulamıştık. Öyleyse sol politika, etnik referanslı ulus devlet ve ayrımcı hiyerarşik devlet yurttaşlığı anlayışını aşan yeni bir eşitlikçi yurttaşlık ve yurtseverlik anlayışını seslendiren bir politikayla göçmen sorununda karşı bir pozisyon inşa edebilmelidir.

“Göçmenlik statüsü” talebinin ötesine taşan bir yaklaşım geliştirmek sol politikanın bir başka önemli unsuru olmak durumundadır. Göçmenlik sorununu, asıllar (imtiyazlı yurttaşlar) ve ötekiler ayrımı eksenine oturtulmasına karşı sorunu içsel/organik bir sorun olarak ele almak, kısacası içerideki ezilenler sorunun önemli bir parçası olarak görmek, sol politikanın bir diğer ayırıcı çizgisidir.

Kutuplaşmayı bugün yaygın biçimde rastlanıldığı şekliyle ırkçı ve ırkçılık karşıtı vatandaşlar ikileminden çıkarmak, ırkçılığı egemen sınıfın alt sınıfları bölme enstrümanı olarak gören ve ırkçılıkla bu eksen üzerinden mücadele eden bir mücadele hattı inşa etmek bir başka önemli ihtiyaçtır.

Bu konuda izlenecek tüm politikaların birleştiği ana talep ise, isteyen tüm göçmenlere yurttaşlık hakkının tanınmasıdır. Yurttaşlık hakkı politikası, egemen sınıfların ötekileştirici politikalarının boşa çıkarılmasını, ulus devlet ve devlet yurttaşlığı paradigmasının aşılmasını/aşındırılmasını, sorunun içsel ve ezilenlere ait bir soruna dönüştürülmesini, dolayısıyla ırkçılığın nesnel, kültürel zemininin altının oyulmasını vb; birlikte kesen ve imkanlı kılan tek ana taleptir. Dahası yurttaşlık hakkının göçmenlerin etnik ve dini kültürel kimliklerini koruma ve yaşama olanağı sunulmasıyla birlikte ele alınmalı ve savunulmalıdır. Bu savununun o toprakların kadim halkları ve inançları arasında bugün egemen olan ayrımcı/asimilasyoncu politikanın ortadan kaldırılması zeminini güçlendireceği de açıktır. Burada iki temel koşul olmalıdır; göçmen yurttaşların yurttaşlık hakkı talebinde bulunması ve yurttaşlığa alınacakların soykırım, taciz, tecavüz vb. gibi insanlık suçlarına karışmamış olmamasıdır.

Yurttaşlık hakkı tanıma sürecinde yalnızca iktidar partisinin değil, sendikalar başta olmak üzere konuyla ilgili tüm mesleki ve demokratik kuruluşların karar sürecine katılması, vurguladığımız amaçların realize edilmesi bakımından önemlidir. Göçmenlik statüsü ancak geçici bir süre geçerli olmalıdır. Süresi elbette göçmenlerle istişare içinde saptanmalıdır. Göçmenlik statüsünün geçici süreli bir statü olmasının, göçmenleri geldiği topraklardan zorla koparmak anlamına gelmemesi için “çifte vatandaşlık hakkı”nın varlığı savunulmalıdır.

Bu politikayı saptarken temel eksen onun bütünsel anlamda pratik olarak hemen/bir çırpıda gerçekleştirilebilir olması değil, teorik olarak gerçekleştirilebilir olması ve gerçek ve kalıcı çözümün yolunu açmasıdır. Bu temel politik eksen (yurttaşlık hakkı) elbette (mülteci emeğinin sendikalara üye olmak kaydıyla faal işgücüne dahil edilmesi; yurttaşlara sağlanan işsizlik ödeneği, konut, eğitim vb. alanındaki sosyal ve ekonomik haklardan gecikmeksizin ve eşit biçimde yararlandırılmaları gibi) alt başlıklarla ayrıntılandırılan bir taktik plana da sahip olacaktır.

AKP VE GÖÇMEN POLİTİKASI

Mülteci politikasına ilişkin ilkesel ve bu eksendeki politik programatik yaklaşımın ne olması gerektiğine ilişkin görüşlerimizi dillendirdik. Fakat bu ilkesel yaklaşımlar her somut durumda belli dolayım ve kayıtlarla da yüklüdürler. Bu koşullarda işin içine reel politika girmektedir. İlkesel olan adına reel politik yok sayılamayacağı gibi reel politikanın ilkesel olanı kadük hale getirmesi de bir başka yanlış tutum olacaktır.

Örneğin göçmenliğe ilişkin ilkesel tutumumuz AKP’nin göçmen politikası karşısında destekleyici bir pozisyonda olmamızı getirmez. Malum olduğu üzere AKP’nin aslında bir göçmen politikası bile yoktur. Türkiye’de Suriyeliler başta olmak üzere göçmenlerin hiçbir statüsü yoktur. Adeta üçer-beşer ay arayla sözleşmesi yenilenen işçilere benzemektedirler. Hiçbir güvenceleri söz konusu değildir. Göçmenden çok bir rehin durumundadırlar.

Bu durum onların en ucuz ve en güvencesiz şartlarda çalıştırılmasını kolaylaştırdığı gibi göçmenleri hem AKP’ye biate zorlamakta ve hem de onların AKP’nin iç ve dış politika gerekleri doğrultusunda araçsallaştırılmalarını kolaylaştırmaktadır. AKP göçmen nüfusu Avrupa ülkelerine karşı “bırakırız ülkelerinize akın akın gelirler” biçiminde bir şantaj unsuru olarak kullanmaktadır. Bunun karşılığında sadece AB’den para almakla kalmamakta iç ve dış politikadaki adımlarına karşı bu ülkeleri ses çıkarmamaya zorlamak açısından da göçmenler bir koz olarak kullanılmaktadır. Göçmenler aynı zamanda AKP’nin neo Osmanlıcı siyasetinin çok yönlü bir enstrümanı olarak kullanılmaktadır. İçeride laik, Alevi ve Kürt nüfusun etkisizleştirilmesi ve/ya asimilasyonu açısından kullanıldıkları gibi Suriye’deki savaşa müdahale konusunda da bir koz olarak elde tutulmak istenmektedir. Göçmen kitle arasında pek çok silahlı aktif İslami cihadistin de konuşlandığına ve göçmenliğin bu anlamda bir kamuflaj ve lojistik destek olarak kullanıldığına dair çok sayıda iddia bulunmaktadır.

İlkesel yaklaşımımız bütün bunlara sesiz kalmak ve bundan duyulan rahatsızlıkları da genel bir ırkçılık suçlaması torbası içine atarak dışlamak sonucu doğurmamalıdır. Bila kayd ü şart Suriyeli göçmenlere sahip çıkmak ile bila kayd ü şart “Suriyeliler gitsin!” yaklaşımları arasına sıkışmış bir göçmen tartışmasının bir çıkışsızlık üreteceği/ürettiği açıktır.

Bu açıdan ekonomik ve yaşamsal mağduriyetler nedeniyle Türkiye’ye gelmiş mültecilerle/göçmenlerle cihadist güçleri birbirinden ayıran bir tutum şarttır.

Çok daha önemlisi az yukarıda belirttiğimiz gibi sol bugün üçüncü bir yaklaşım olarak göçmen politikasının devletin/siyasal iktidarın tekelinde belirlenmesine karşı içinde insan hakları örgütleri, sendikalar, tüm siyasi parti temsilcileri vb.’nin yer aldığı özerk bir komisyonca ve şeffaflık ilkesi temelinde belirlenmesi gibi bir önerinin/ politikanın seslendiricisi olabilmelidir.