Yeni başlayanlar için altı adımda üniversite
Yurtların pırıl pırıl, yemekhanelerin zengin ve tatminkar olduğu düşünülebilir. Üniversite kütüphanelerinde aranılan her kitabın bulunduğu, nezih okuma ortamları hayal edilebilir. Ne yazık ki üniversite gerçeği bu hayallerden çok uzak.
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
Üniversitelere yerleştirme sonuçları açıklandı ve 750 binden fazla öğrenci bir önlisans veya lisans programına yerleştirilmiş oldu. Yerleştirme süreci kısmen sınav sonuçlarına bağlı olsa da belli programlara olan yoğun ilgi ve buna karşılık gelen kontenjan sınırlamaları bazı adayların alt sıralardaki tercihlerine yerleştirilmelerine yol açtı. Ama bu aşamadan sonra büyük bir çoğunluğun bir yıl beklemek ve sınava yeniden girmek yerine üniversitelere kayıt yaptıracağı göz önüne alınırsa, yeni öğrenciler için birkaç hatırlatma yapmakta fayda olacak.
1. Karşılaşacağınız üniversite hayallerinizdeki üniversite değil.
İdeal durumda üniversite özgür düşüncenin, sınırsız araştırma imkanlarının bulunduğu, akademik personelin öğrencilerine zaman ayırdığı, her zaman bilim konuşulan, derin sorgulamalar yapılan bir yer gibi düşünülür. İnşaat sektörünün bu kadar geliştiği bir ülkede üniversite kampüslerinin tüm imkanları en iyi biçimde içerdiği, yurtların pırıl pırıl, yemekhanelerin zengin ve tatminkar olduğu düşünülebilir. Üniversite kütüphanelerinde aranılan her kitabın bulunduğu, nezih okuma ortamları hayal edilebilir.
Ne yazık ki üniversite gerçeği bu hayallerden çok uzak. Düşünce özgürlüğünün olmadığı, bilim insanlarının araştırma bulgularını paylaşamadığı, düşündüklerini söyleyemediği bir durumda bilimsel gelişmeden söz etmek mümkün değil. Bugün üniversitelerde bilimsel etkinliklerden çok siyasi ve dini etkinlikler ağır basıyor. Özellikle devlet üniversitelerinde öğretim üyeleri rektörlere yaranmak, hükümete şirin görünmek adına bu siyasi ve dini söylemleri yeniden ve yeniden üretiyor. Vakıf üniversitelerinin yaklaşımı daha değişken olsa da bugün Türkiye’nin hiçbir üniversitesinde eleştirel yaklaşımlar kuram ya da uygulama biçiminde akademik çalışmalarda öne çıkmıyor.
Kampüslerin altyapı sorunları hâlâ çözümlenmiş değil. Türkiye’nin büyük şehirlerinde bile ulaşım ve yurt sorunu çözülmemiş üniversiteler var. Yeni açılmış taşra üniversitelerinde durum daha vahim; doğru düzgün havalandırması olmayan sınıflar, çalışma odası olmayan öğretim üyeleri, en basit düzeydeki sosyalleşme ortamından yoksun kampüs şantiyeleri bir üniversite mizanseni gibi görünüyor. Üstüne üstlük öğrencilerin yurt sıkıntısına ek olarak öğrenciye ev vermeyen ya da tam tersi fahiş fiyatta ev veren rantçılar öğrencilerin çaresizliğinden kendine fırsat yaratıyor. Her şehre bir üniversite kurup her öğrencinin de kendi şehrinde okumasını beklemek bu sınav sistemiyle bu altyapıyla tamamen gerçek dışı bir kurgu, neredeyse bilim kurgu.
2. Hocalar her şeyi bilmiyor.
Öğretim üyesi olmak için gerekli olan yüksek lisans aşaması ve doktora derecesi öğretim üyelerinin belli bir alanda uzmanlaşmasını sağlıyor. Bu uzmanlaşma özellikle tez yazım aşamasında belli bir konudaki özgün araştırmaya dayalı oluyor. Bu nedenle bir öğretim üyesi her zaman bir bilim dalının tüm alanlarına hakim olmuyor. Bu uzmanlaşma ne kadar odaklanmış olursa, öğretim üyesinin çalışmaları ne kadar dar bir alanda yoğunlaşırsa disipline dair bilgisi de o alanla sınırlanıyor. Lisansüstü eğitimde formasyon zorunluluğunun kaldırılması öğretim üyelerinin araştırma sürecinde olmasa da eğitim sürecindeki becerilerini biraz daha kısıtlıyor, böyle olunca hafife alınmayacak bir yeterlik sorunu ortaya çıkıyor.
Bu standart açıklamanın ötesinde asıl mesele bilmediğini bilenlerle her şeyi bildiğini sananlar arasındaki fark. Bilimle uğraşan bir insan öğrendikçe daha ne kadar çok şey öğrenmesi gerektiğini fark eder ve bu anlamda bildiklerinin aslında ne kadar sınırlı olduğunu, bilmediklerinin enginliğini görür; bilmediğini bilmenin erdemi budur. Diğer taraftan yalnızca yüksek lisans yaptığı için, doktora derecesi olduğu için, bir şeyler yazıp çizdiği için her şeyi bildiğini sananlar olacak. Bildiğini sanmanın yanılgısı, özellikle bilimle uğraşan insanı olmadığı bir şeye dönüştürüyor.
Gerçekte üniversitelerdeki ideolojik kadrolaşma, kafa kol ilişkilerine ve kayırmacılığa dayalı kadro tahsisi, bir kifayetsiz muhterisler ordusunun üniversiteleri işgal etmesine neden oldu. Daha açık söylemek gerekirse, her yerde bir amca, bir dayı bularak, araya adam sokarak ve hatta daha da kötüsü bin bir intihalle tez yazarak ve hatta yazdırarak hasbelkader bir doktora derecesine sahip olanlar yine aynı kayırmacılıkla üniversitelere yerleşince sapla saman birbirine karışıyor. Ne yazık ki bu sapla samanı birbirinden ayırma işi de öğrenciye kalıyor. Bu noktada gençlerin ne kadar bilinçli, özgür düşünceye, bilgiye ve sorgulamaya açık olduğu belirleyici oluyor.
3. Üniversite aldığınız dersler, yüksek notlar ve en sonunda diplomadan ibaret değil.
Öğrencilerin başarı düzeyinden ve aralarındaki rekabetten bağımsız olarak karşılaşılan en acayip durum üniversitenin derslerden ibaret olarak algılanması ve bu dört beş yıllık eğitim sürecine diplomaya giden yol olarak bakılması. Nihai hedef diploma olduğunda, öğrenci müfredatın nasıl kurgulandığıyla, derslerin içeriğiyle, ders içeriklerinin birbirini nasıl tamamladığıyla ilgilenmiyor. Öğretim üyelerinin artan iş yükü ölçme-değerlendirmenin çoğu zaman sınavla yapılmasına, dolayısıyla bilginin ve öğrenmenin çok da etkin olmayan bir biçimde değerlendirilmesiyle sonuçlanıyor. Böyle olunca ne öğrenci eğitimi ciddiye alıyor ne hoca meramını anlatabiliyor. “Bugün diplomanızı alın ve dört yıl okula uğramayın” dense okula bir daha uğramayacak öğrenciler var.
Bu kısır döngüyü kırmak için öğrencilerin üniversite eğitiminden ne beklediğini ifade edebilecekleri, öğretim üyelerinin de üniversite eğitimi hakkındaki fikirlerini sunabilecekleri demokratik iletişim imkanlarının yaratılması gerek. Tepeden inme modellerle katılımcı bir eğitim kurmak mümkün değil. Tam tersi, tepedekilerin alan açıp uzaklaşması ve üniversiteleri demokratikleştirmesi gerek. Bugün üniversitelerin düşünce evreninde böyle bir dönüşüm için ne kadar imkan olduğu ise belirsiz.
4. Üniversite derecesi her kapıyı açan sihirli bir anahtar değil.
Üniversite derecesi, üniversite mezunlarını toplumun geri kalanından ayıracak düzeyde bir nitelik farkı yarattığında ve mezunlara özel bir takım beceriler kazandırdığında değer taşır. Oysa bugün hemen herkes üniversite mezunu olabiliyor. Eskiden zanaat olarak tanımlanabilecek el işleri dahi bugün meslek yüksek okullarında iki yıllık eğitim programlarına dönüşmüş durumda. Bunun dışında, ülkedeki işsizlik rakamları ve özellikle genç işsizliğine dair rakamlar göz önüne alındığında üniversite derecesinin istihdam yaratma kapasitesi daha net bir biçimde ortaya çıkar.
Yeteri kadar sık olmasa da zaman zaman karşılaştığımız sorulardan biri, “Hocam ders dışında ne yapabilirim? Kendimi nasıl geliştirebilirim?” Üniversite eğitimiyle geçirilecek dört beş yıl, yetişkinliğe yeni adım atmış bireyler için aynı zamanda beşeri sermayelerini artırmaya yönelik en önemli dönem. Bu dönemde yeni bir dil öğrenmek, eğitim ya da meslek kollarıyla ilgili deneyim kazanmak, sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak çalışmak, özellikle Erasmus ve benzeri değişim programlarıyla yurt dışı deneyimi edinmek çok önemli. Bunun yanı sıra, özellikle üniversite eğitimi için şehir değiştirmiş öğrencilerin gittikleri yerleri tanımaları, buradaki hayatın içinde yer almaları da önemli. Sınıfta öğrenmenin ötesinde yaşayarak öğrenmek kişisel gelişimin en önemli bileşenlerinden biri.
5. Akademik kariyer dönemde ders verip kalan zamanınızda tatil yaptığınız bir iş değil.
Dördüncü sınıfa gelen öğrencilerin azımsanmayacak bir kısmı üniversitede kalmayı ve akademik kariyer yapmayı aklından geçiriyor. Ancak çoğu zaman bu öğrenciler akademinin dikenli yollarından habersiz oluyor. Aileler yüksek lisans ve doktora aşamasında öğrencilere destek olmaktan kaçınıyor. Sıklıkla “Bir iş bul çalış.”, “Yüksek lisans yapıp ne yapacaksın, devlete kapağı at.”, “Belediyede tanıdıklar var, seni oraya sokalım.” gibi söylemler öne çıkıyor. Lisansüstü öğrencileri çoğu zaman maddi zorluklarla karşılaşıyor; burs imkanları ve araştırma görevlisi kadrolarının sınırlı olması maddi baskıyı artırıyor. İşin maddi boyutu dışında, lisansüstü eğitim ve akademik kariyer toplum nazarında bir değer taşımıyor. “Tezin ne zaman bitecek?”, “Tezin neyle ilgili?” sorularının ardı arkası kesilmiyor, ama bir kişi de çıkıp o tezi okumak istemiyor. Uzun ve çok emek gerektiren sürecin sonunda üniversitelerdeki çalışma olanakları iş güvencesinden yoksun ve sömürü düzeyinde ders saatleri söz konusu. Ortalama on beş, yirmi yıllık bir çalışma sürecinin ve akademik birikimin sonunda profesör olunuyor, nedense öğrencilerin durduğu yerden sanki çok kolaymış gibi görünüyor. Ama üniversitelerdeki kadro baskısı, yayın yapma baskısı, performans kriterleri göz önüne alındığında akademik kariyer o kadar da sorunsuz bir yol gibi görünmüyor.
6. Hayatta aradığınız şey her neyse, ona giden yol sizin kararlılığınız ve disiplininize bağlı.
Akademik hayatın belki de en üzücü durumu, istemeye istemeye bir bölümü seçen, ailenin zorlamasıyla tıp ya da mühendislik okuyan, sevgilisi o şehirde olduğu için bir üniversiteyi tercih eden sonra da mutsuz olan öğrenci. “Ben sinema-televizyon istiyordum, babam ‘Hukuk yazmazsan para vermem!’ dedi.”, “Aslında işletme istiyordum, ama uluslararası ilişkileri kazandım.”, “Ablam bu şehirde diye ben de burayı yazmak zorunda kaldım.” gibi serzenişler, hayatlarının en önemli dönemeçlerinden birinde kaderini başkalarının isteklerine ya da tercihlerine bağlayanların sıkıntısını anlatıyor. Bu durumların çoğunda yeniden sınava girmek, bölüm değiştirmek ya da şehir değiştirmek mümkün olmuyor. Belki de yapılacak en doğru şey kişisel tercihlerimizde deneme yanılma yerine orta ve uzun vadedeki hedefleri erkenden belirleyerek zamanı etkin kullanmak ve bunlara yönelik çalışmalara erkenden başlamak. Bu durum özellikle sanatla uğraşmak isteyen gençler için sıkıntı yaratıyor, çünkü sanat eğitimi almak aileler tarafından boşa giden emek gibi görülüyor.
Üniversiteler ve üniversite eğitimi kapitalist sisteme yedek işçi ordusu hazırlayan fabrika gibi işleyeceğine bilgiyi yayan ve bireyleri geliştiren kurumlar haline geldiğinde bireylerin beşeri sermayesinin yanı sıra toplumsal değerlerin de anlam kazandığını, gerçek anlamda bir insani kalkınmanın mümkün olduğunu görebiliriz. Bunun için eğitimin her bir basamağında köklü bir vizyon değişikliği şart. Bu vizyon değişikliğinin en önemli unsurlarından biri de üniversite sınav sisteminin ölçme, değerlendirme ve yerleştirme amaçlarına en uygun biçimde düzenlenmesi, kontenjanların belirlenmesinde toplumsal dinamiklerin ve uzun dönem beklentilerin dikkate alınması, yığılma olan alanlar yerine çeşitlendirmeye yönelik çalışmalar yapılması önem taşıyor.
*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü