Hukuksuzluk ekonomik krizi daha da derinleştiriyor
Konut harcamalarına ayrılan payın artması elektrik, doğal gaz ve sair vergilerin artışı sonucunda ilk sıraya gelmesi “gıdada tasarruf yapıp barınmaya çalışıyoruz” sonucunu çıkarıyor. Eğitim, sağlık, eğlence ve kültür harcamaları genel harcamalar içinde zaten hiçbir zaman yeterli olmamıştı. Yoksullaşan, cahilleşen, işsizleşen ve yaşlanan bir nüfus eğrisi tehlikesi ile karşı karşı bulunuyoruz.
Mustafa Paçal
Dikta merkezi tarafından sürekli OHAL koşulları altında tutulan Türkiye, her alanda zor günler geçiriyor.Öyle ki hukuksuzluğun boyutlarını, yürürlükte olan anayasa ve yasaları bile “yok sayma” durumuna getirdiler.
Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile meclisi bir kenara iten ve meclisin yetkilerinin tek elden kullanıldığı bir hukuksuzluk var.
Son olarak CB kararnamesiyle Hazine'nin yurt içi ve dışı şirketlere ortak olabileceği karar altına alındı.
Bunun altından pek çok şey çıkar ama en hafiften yapılan değerlendirmelerde hazine, siyasi iktidarın talimatıyla iflas etmesi muhtemel şirketlere ortak olacak ve bu müflis şirketleri ve onların yandaş patronlarını iflastan milletin parasıyla kurtarmış olacak.
Bu düzeyde bir konunun kararnameyle yürürlüğe girmiş olmasının bir boyutu bu, diğeri ise anayasal ve yasal boyutu…
Kamu maliyesini ilgilendiren ve kamu borçlanması özelliği taşıyan bu tür düzenlemelerin anayasa çerçevesi dahilinde bir yasa taslağı olarak meclise sevk edilmesi ve kabulü sonrası yürürlüğe girmesi gerekirken, bir kararname ile yürürlüğe sokulmuş olması hukuksuzluğun hangi boyutlara geldiğini göstermesi bakımından oldukça çarpıcı bir durum yaratıyor
Ekonomik krizin tüm etkilerinin sarsıcı bir şekilde ortaya çıkması sonucu alınan bu önlemlerin ne kadar işe yarayacağını bilmiyorum ama hukuk devletinden uzaklaştıkça bunun ekonomi üzerinde yaratacağı tahribatı kestirebiliyorum.
Ekonomide zor ve daha zor günlere doğru gidiliyor demek bir kehanet değil; bunun nedenleri biliniyor.
Her ekonomik krizde olduğu gibi bu krizde de “altta kalanın canı çıksın” kuralı hiç değişmiyor.
İşsizlik oranları tüm zamanların en yüksek seviyesine çıkarken, TÜİK istatistikleri bırakın bu gerçek durumu yansıtmayı gerçekleri gizleme özelliği taşıyor.
Kadınlar ve gençler arasında yüzde 30’ların üzerine çıkmış işsizlik oranları, ortalamada ise yüzde 20’lere dayanmış durumda bulunuyor.
Diğer yandan ise artan beyin göçü, teknik düzeyde işgücünün gerilemesi ve en önemlisi üretim teknolojilerindeki hızlı gelişme dikkate alındığında, bunun üretim verimliliğini olumsuz etkileyeceği bilinen gerçekler arasında.
Yoksullaşmanın daha da hızlandığının görüldüğü kriz dönemlerinde, çalışırken bile yoksullaşmanın yaşandığı zorlu koşullarda yoksullaşmanın yanı sıra aç nüfusun artışı hız kesmiyor.
Nüfusun yüzde 15’i yoksulluk sınırında, yüzde 5’i ise açlık sınırında yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
Eğitim sorununun ne kadar yüksek boyutlara tırmandığı son lise ve üniversite sınavlarında görüldü.
İşsizliğin azlatılması, yoksulluğun önlenmesi ve eğitim kalitesinin yükseltilmesinin bir bütün olarak ele alınması için çaba sarf etmenin hiçbir siyasi ve toplumsal zemininin bulunmadığı bu koşullarda, bu sorunların ağır bedelleri ve toplumsal tahribatları görülmeye devam edecektir.
Ekonomik krizlerin bir başka göstergesi de tüm mal ve hizmetlere yapılan fahiş zamlar…
Özellikle gıda ürünlerine son iki yıl içerisinde yapılan yüksek zamlar sonucunda hane halkı harcamalarında iki yıl önce yüzde 25 seviyelerinde olan gıda harcamaları, son ölçümlerde yüzde 20’ye kadar düşmüş görünüyor.
Konut harcamalarına ayrılan payın artması elektrik, doğal gaz ve sair vergilerin artışı sonucunda ilk sıraya gelmesi “gıdada tasarruf yapıp barınmaya çalışıyoruz” sonucunu çıkarıyor.
Eğitim, sağlık, eğlence ve kültür harcamaları genel harcamalar içinde zaten hiçbir zaman yeterli olmamıştı.
Yoksullaşan, cahilleşen, işsizleşen ve yaşlanan bir nüfus eğrisi tehlikesi ile karşı karşı bulunuyoruz.
Son olarak bu durumların yaratacağı toplumsal ve insani tahribata karşı sivil toplum örgütlenmesini yaygınlaştırarak bir mücadeleci muhalefet zemini yaratmak gerekiyor.
Diğer yandan 200 bin kamu işçisi adına hükümetle sürdürülen toplu sözleşme çıkmaza girmiş durumda. Türk-İş Başkanı Ergün Atalay “Hükümetin vermiş olduğu ilk altı ay için yüzde 6, ikinci altı ay için yüzde 4 ücret artışı, iki yıl önce verilen zammın bile gerisinde” diyerek "Bayrama kadar anlaşamazsak işçilerin yapacağı eylemlerin yanında olacağız ve gerekirse greve çıkacağız.” dedi.
Tabii Türk-İş ve Hak-İş için işin bir zorluk tarafı da bugüne kadar “gelene ağam, gidene paşam” eyvallahçılığının şimdi bir işe yaramadığının ortaya çıkmış olmasıdır.
Şimdi karşılarında TÜİK’in bile açıkladığı enflasyonu vermeyen ve üstelik kıdem tazminatlarına göz dikmiş bir iktidar ve arkalarında haklarımıza sahip çıkın diyen işçiler var.
Ya iktidarın dümen suyuna gitmeye devam edecekler ya da üyesi işçilerin isteklerine göre davranacaklar. İşleri zor bekleyip göreceğiz.
Sosyo-ekonomik tahribat değil sadece; yaşadığımız ülkenin gölünü, köyünü, ormanını, havasını, suyunu kirleten, tahrip eden ve yok eden, ranttan gözü dönmüş bir siyasi iktidara karşı da çevreci ve insani örgütlenmeler ve onların itirazı çok acil bir sorun olarak ortada duruyor.
Kaz Dağları, Salda Gölü, Şirince, Munzur Dağı ve daha niceleri ağır bir çevre saldırısı altında. Bunlar için verilen çevre mücadelesi çok hayati.
İnsan hakları ve özgürlükleri için de aynı mücadele değerli. Selahattin Demirtaş, Ahmet Altan, Osman Kavala gibi sembol olmuş insanlar dahil tüm tutukluların serbest bırakılması için ortak ve kararlı mücadele çok değerli…
Memleket bizim memleketimiz, insanlar bizim insanımız. Birlikte bir ortak yol bulmalıyız ve barış içinde birlikte ortak yaşam kurmalıyız.
En doğal olanı bu çünkü…