Resmi dil; şiddetin dili

Hayatiyeti tartışılmaz olan ana dil meselesinin tarihine bakmak gerekiyor. 1930’larda Türkiye’de resmi dil kurulurken dünya konjonktürünün de belirleyici olduğu açık. Mayıs 1931’de toplanan CHP kurultayı parti için yeni bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirilebilir. O güne kadar net bir programı dahi olmayan CHP yeni kararlar alıyor.

Google Haberlere Abone ol

*Emel Aksaç

Çok değil kısa bir süre önce gazeteye bir haber düştü. Kayseri’de Batman Belediye Spor’un oyuncuları maç esnasında birbirleriyle Kürtçe konuştukları için hakaret üstüne hakarete uğruyorlar ve maça hükmeden hakemden bekledikleri müdahale gelmeyince gergin tartışmalara girişmek zorunda kalıyorlar. Takımın oyuncularından olan ve aynı zamanda milli takımın oyunculuğunu da yapan Zehra, federasyonu göreve çağırıyor ancak ses seda çıkmıyor.

18 yıllık hükümetin ‘dil politikası’nın, kendi iktidarına hizmet eden birkaç atılımdan öteye gidememesi nedeniyledir ki bu haberler adi vakalar olarak görülüyor.

Hayatiyeti tartışılmaz olan ana dil meselesinin tarihine bakmak gerekiyor. 1930’larda Türkiye’de resmi dil kurulurken dünya konjonktürünün de belirleyici olduğu açık. Mayıs 1931’de toplanan CHP kurultayı parti için yeni bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirilebilir. O güne kadar net bir programı dahi olmayan CHP yeni kararlar alıyor. Cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, milliyetçilik ilkelerinin yanına devletçilik ve inkılapçılık ilkelerini de ekliyorlar ve böylece altı ok tamamlanıyor. Bunlardan ilk dördü Fransız devriminin mirasıyken, devletçilik ve inkılapçılık ilkeleri Rus devriminden mülhem. Ve iktidar ideolojik olarak savunduğu bu ilkelere sağlam bir dayanak oluşturmak istiyor. İstiyor istemesine de bakın neler oluyor... Bir tarih tezi geliştiriyorlar ve Türklerle bir ilgisi olmayan uygarlıkların Türkler tarafından kurulduğunu anlatıyorlar. Kurultayın hemen öncesinde 1930’da Türk Ocakları Kongresi’nde Afet İnan, Latin medeniyetinin esasını kuranların Ertrüsk adı verilen Türkler olduğunu ileri sürüyor ve zaten öncesi olan ırkçı-şoven anlayış bir güzel pekiştiriliyor. Meşhur ‘güneş dil teorisi’ne kaynaklık eden bu tür gelişmeler, elbette ki milliyetçi-şoven anlayışın önünü açıyor.  Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden olan ve Atatürk’ün mânevi kızı olarak bildiğimiz Afet İnan, milletvekili bir babanın kızı ve Türk Tarih Kurumu’nun asbaşkanı. Milli hisleri sık sık rencide olduğu için çok çalışmaktan geri durmayan(!) biri Afet İnan.

Malumunuz 1930’lar,  Kemalist iktidarın felsefesine karşı çıkanlara baskı rejimi uygulayarak bir zabıta yönetimiyle geçiyor. Dünyada faşizm-ırkçılık anlayışı gelişirken Türkiye’de Türk ulusu ülküsü bütün değerlerin üzerine konuluyor. Tüm olumlu hasletler Türk olana, olmayanlar Türk olmayana yükleniyor. Toplumun tüm katmanlarına bir dışlama kültürü yerleştiriliyor. Cumhuriyetçi kadınlar ve erkekler, kendilerinin geldikleri yerlerden gelmeyenlerden, diğerinden mutlaka bir hâinlik beklemeye adeta karar veriyorlar. Türklerle Türk olmayanlar, Müslümanlığın resmi versiyonuyla Müslümanlar, Alevilerle Sünniler, Kemalist olanlarla olmayanlar arasındaki çatışmayla tezahür ediyor bu durum.

Dünyada 30’larda yükselen faşizm, ırkçılık dalgasıyla İkinci Dünya Savaşı'nı doğurmuştu ve özellikle 1941’de Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasından sonra, Türkiye’de de ırkçı-faşist akımlar coşuyorlar. Misal; Çınaraltı, Orkun, Tanrı Dağı, Bozkurt, Gökbörü gibi dergiler çıkmaya başlamış ve ırkçılarla solcular arasında polemikler devri başlıyor. 1943’te Gökbörü dergisindeki ‘’Irkçılığın Doğru Olduğunu İspat ediyorum’’ başlıklı yazı epey taraftar buluyor. Aynı 43’te sosyalistler faşist hareketi şiddetle eleştiren ‘’En Büyük Tehlike’’ adlı broşürü yayınlıyorlar. Bunun ardından ilk kez devlet yanlısı gazetelerde bu broşürün diline sahip çıkılıyor ve ırkçı-milliyetçi gruplara karşı devlet tarafından da bir tavır geliştirilmeye başlanıyor. Neden mi? Çünkü savaşta Nazi Almanyası’nın gücü gerilemeye başlamış artık.

İkinci savaş döneminde İnönü Hükümeti’nin bir tarafsızlık politikası olduğu söylenebilir. Hem sağcılar hem solcular kendi propagandalarını öyle ya da böyle yapabiliyorlar. Fakat ne zaman ki savaşın sonu belli olmaya, gücün kimin lehine döneceği belli olmaya başlıyor, işte o zaman bu tarafsızlık politikasından vazgeçiliyor. Yani; 43 itibarıyla ırkçı-faşist çevreler, devletin destek ve himayesinin çekilmesiyle bir parça yalnız kalıyorlar.

Nihal Atsız’ın En Sinsi Tehlike, Oğuz Türkkan’ın Solcular ve Kızıllar broşürleriyle başlatılan saldırıların ardı arkası kesilmeyecek. Şunu gözden kaçırmamak gerek; savaştan sonra faşist ülkücü çevreler, ırkçılık temalı propagandalarının ardından anti-komünizm propagandasına başlıyorlar. Nihal Atsız’ın devlet içinde yuvalanmış komünistlerden şikâyetlendiği mektubu dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na gidiyor. CHP’nin sağcı kanadından olan Saraçoğlu’na giden mektuplar bir iki tane değil. Atsız yazıyor da yazıyor ve bu mektuplar aynı zamanda yayınlanıyor da. İşte bu mektuplardan birinde Sabahattin Ali, Nihal Atsız’ın kendisine ‘vatan haini’ diyerek hakaret ettiği gerekçesiyle dava açınca Atsız, hapse mahkum ediliyor. Tabii bu sıralarda Sabahattin Ali faşist hareket taraftarlarınca defalarca saldırıya uğruyor, kitapları yakılıyor, komünistler için artık sıradanlaşmış olan birçok saldırıyla karşılaşıyor. Ancak Atsız’ın mahkûmiyetinin ardından faşist-ırkçı yayınlar teker teker durduruluyor. İnönü’nün ‘’Irkçılık prensibinin kesin olarak karşısındayız’’ diyerek yaptığı yüksek ritmli konuşmasıyla son işaret verilmiş oluyor ve 44 tevkifâtıyla 23 ülkücü sanık yargılanıyor. Ülkücüler korkunç bir zulüm olarak anlatacaklar sonradan 44 tevkifâtını, efsaneleştirecekler. Yargılananlar arasında Albay Alparslan Türkeş de var, sonradan başbuğ yapacakları Türkeş. Genelkurmay’da NATO sorumlusu, NATO Dairesi Başkanı Albay Türkeş. 23 sanık için yıllarca mahkumiyet kararı veriliyor, hemen ertesi yıl beraat ediyorlar. Mahkemenin 1945 tarihli beraat kararında şöyle yazıyor: ‘’Suç olmayan bir fikrin cemiyet haline girmesi de suç olamaz.’’ Elbette ki ve ki ve malumunuz ki hiçbir sosyalistin beraat kararında böyle bir şey yazmaz. Sağcıların tevkifatının kesin olarak beraatle sonuçlandığı yıl olan 1947’de Sabahattin Ali öldürülüyor. Yaşıtı olan Nihal Atsız bir yıl kadar cezaevinde kaldıktan sonra hayatına devam ediyor, 70 yaşında eceliyle ölen Atsız’a Allah uzun ömür veriyor.

Derken büyük tevkifâtın ve beraat kararlarının ardından faşist hareket yeniden toparlanmaya çalışmış ama devletten eskisi gibi destek bulamıyor. 1950’de kurulan DP iktidarı da kendilerini soğuk karşılıyor. Hatta 1950’lerin sonunda yayın organlarının tamamına yakını kapatılıyor. 1960’a geldiğimizde dağılmış bir faşist hareket var.

27 Mayıs 1960 darbesi, Latin Amerika ve Doğu Asya örneklerinde olduğu gibi rutin askeri darbelerden biri olarak kalmıyor Türkiye’de. Uyandırdığı güçler açısından Türkiye siyasi tarihinin müteakip 20 yılını belirliyor, bu 20 yıl hafızalara ayrıca kazınıyor.

Aralık 1954’te Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde sosyalistlerin kurduğu ilk Fikir Kulübü, üniversite gençliğini hareketlendirmeye başlamıştı.  1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), sosyalist ideolojinin meşrulaşması açısından önemli katkılar sağlıyor. 1944’te sosyalistler de tevkifata uğramıştı, ardından 51 tevkifatı da sosyalistler için 44 tevkifatı kadar büyüktü. Türkiyeli sosyalistler, tarihi Cumhuriyetin tarihinden eski olan Türkiye Komünist Partisi çatısı altında geçirdikleri soruşturmalar ve tutuklamaların ardından, 1960’a geldiğimizde ya hapishanelerde ya da sürgündeler… Sovyet geleneğine bağlılığını sürdüren Milli Demokratik Devrim Hareketi’nin (MDD) ve Yön Devrim Hareketi’nin yanında TİP, özgün bir stratejiye sahip yeni bir hareket olarak çıkıyor. MDD ve TİP arasında geçecek olan yoğun tartışmalar damga vuruyor 60’lara. MDD, sosyalist mücadelenin sınıfsal yaklaşım için koşulların yetersiz olduğunu savunup sosyalist devrimden önce milli demokratik bir devrime yöneliyor. Milli olanı, askeri, sivili, aydını göreve çağıran bir mücadele anlayışı var TİP’in muhaliflerinin. Komünterne bağlılıklarını sürdüren muhalifler tarafından karşı devrimci olarak görülen TİP’in başkanı Aybar ise parlamenterizmi savunuyor, seçimle iktidara gelecek bir işçi sınıfı partisi için çalışmaktan yana.

TİP 12 sendikacı eliyle kurulmuş bir parti. 1962’de aydınların partiye davet edilmeleriyle ve M. Ali Aybar, Behice Boran ve Sadun Aren gibi akademisyenlerin partiye katılımlarıyla parti zenginleşiyor ve başkanlığı M. Ali Aybar’a veriliyor. 1963 belediye seçimlerine katılan TİP, Türkiye radyolarında ezilen sınıflara sunum yapıyor, halka sınıflarıyla hitap ediyor; ‘’işçiler, köylüler, esnaf, ücretliler…’’ Türkiye’de resmi bir kürsü tarafından ilk kez yapılıyor bu. Yani; sosyalist hareket ilk defa kendine resmi bir kürsü edinmiş oluyor. TİP’in Cumhuriyet'in altı okunun bir versiyonundan öteye geçen bir program dili olmasa da TİP’in çağrısında sosyalist bir bildirinin dili var. Parti içindeki karşıtlıkların yanında tabii ki polis, gizli servisler ve sağcı yayın organları TİP’i ezilmesi gereken örtük bir komünist hareket olarak görüyorlar.

Önemli bir diğer husus da şu ki; 1960’larda Kürt toplumunun geleneksel yapısı da hızlı bir değişime uğruyor, din adamları da sosyalizme ilgi duymaya başlıyorlar ve halk, ‘’ırgatlar ve marabalar’’ diyerek çağrıda bulunan TİP’e kulak kabartmaya başlıyor. Kürt aydınlar da ilk kez kimliklerini gizlemeden var olabilecekleri bir partinin varlığından memnunlar. 1968 ve 69’da burjuva partilerinin erişemeyecekleri kadar büyük katılımlı mitinglerde Kürtçe sloganlar atılıyor, pankartlar açılıyor… Ancak hem işçi hareketini, hem aydınları, öğrencileri, hem Kürtleri bünyesinde toplayan TİP’in bu yapısı, sadece devlet güçlerini değil aynı zamanda sol içindeki odakları da rahatsız etmeye başlıyor. Sonradan Kürtlerin TİP içinde toplanmaya başlaması ve seslerini çıkarmaya başlamaları, 27 Mayıs Muhtırası'nın nedenlerini açıklayan genelkurmaylar tarafından altı çizilerek anlatılacak. 80 darbesinin ardından 70’lerde doğan çocuklar, akşam haberlerinden önce ‘’nınınını nıııııııııı’’  jeneriğinin ardından, üzerine kurşunlarla TC yazılmış olan masanın etrafına dizili ‘dişi ve erkek bölücüleri’ lanetleyen adamla büyüdüler.

Doğup büyüdüğüm Samsun’da TRT yayına başlarken okunan İstiklal Marşını kardeşlerimle esas duruşta karşılardık biz de. Tarihin tekerrürünün zorunlu olmadığını, Kırım’dan göçen dedemin ‘güzel Türkçe’ konuşmam için okuttuğu kitaplarla yetinmeyerek okuduklarımdan öğrenen ben, üniversite yıllarında İsmail Beşikçi’yle tanıştıktan sonra daha iyi bir insan olduğumdan eminim, onun gibilere müteşekkîrim.