Çiş kokan adliyeleri özlemek
Evveli de pek parlak sayılmazdı. Yüzeydeki ve derindeki devletin, muktedirin oluşturduğu resmi ideoloji kodları içinde muvafıka cezasızlık, muhalife düşman ceza hukuku uygulamaları -evvel ve ahir- eksik değildi. Ama muktedirlerin taraf olmadığı konularda Berlin köylüsü değirmencinin güveni kadar olmasa bile toplumda yargıya güven duygusu epeyce vardı.
Ali Güzel*
Kaymakamlık veya valilik binalarının alt katlarında, bodrumlarda veya kiralık binalarda adliyeler olurdu. Meslek büyüklerimizin boş portakal sandığının üstünde otururduk diye anlattıkları devirlere yetişmedim ama Devlet-i Alinin bütçesinde adliyeye düşen pay hep düşüktü. (Nedenlerine girsek uzun sürer.) Koridorlara taşan dosya dolapları yetmez; belediyeler, iktisadi devlet teşekkülleri, devlet bankaları gibi kurumlardan yenileme nedeniyle ıskartaya çıkartılan eski dolaplar getirtilirdi. Yine aynı kurumlardan zaman zaman birkaç top yazı kağıdı, kırık dökük daktilolar için karbon şeridi ve kağıdı gibi çeşitli kırtasiye malzemeleri temin edilirdi. Isınma, aydınlatma, temizlik v.s. işleri de ayrı mesele. Hurdalığa yakın piyasa taşıtları ile ve yer yer at, eşek sırtında gittiğiniz orman, mer’a, tarla keşiflerinden ter, toz, toprak içinde adliyeye döndüğünüzde mesaiye devam etmek üzere, temiz ortamda el yüz yıkamak bir hayal idi.
Demem o ki, evveli de pek parlak sayılmazdı. Yüzeydeki ve derindeki devletin, muktedirin oluşturduğu resmi ideoloji kodları içinde muvafıka cezasızlık, muhalife düşman ceza hukuku uygulamaları -evvel ve ahir- eksik değildi. Ama muktedirlerin taraf olmadığı konularda Berlin köylüsü değirmencinin güveni kadar olmasa bile toplumda yargıya güven duygusu epeyce vardı. İnsanımız, hakkın, adaletin, demokrasinin güvencesi olarak gördüğü belki de görmek istediği için mahkemeye, hakime savcıya saygı duyardı. O güven ve saygı nedeniyledir ki derme çatma binalarda bir tekmelik ömrü olan dolaplarda bulunan dava dosyaları güvendeydi. Saray veya halı yoktu, ancak itibar vardı.
Sonra ne oldu? Rahmetli Oktay Akbal’ın dediği gibi önce ekmekler bozuldu. Sonra özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra toplumda ve yargı dahil tüm bürokraside yozlaşma ivme kazandı. Güçlüye, hükmedene sadakat ön plana çıktı, liyakat çok gerilerde bir kriter olarak kaldı. Çıkarcılık ve ahlak erozyonu toplumu kuşattı. Akılcılık, sorgulayıcılık, objektiflik, bilimsellik kenarda köşede; cehalet bütün kompleksi ve intikamcılığıyla altın çağını yaşamakta.
27 Mayıs 1960 darbesinden üç beş yıl sonra yayımlanan bazı yüksek rütbeli subayların anıları ve söylemlerinde, ihtilali örgütleme, gerçekleştirme ‘onuru’ paylaşılamaz olmuş, o kadar ki mizaha da malzeme oluşturmuştu. Bir emekli albayın ‘Gölgedeki Adam’ başlığıyla anlattığı hatıralarına nazire olsa gerek, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yarattığı ‘Gölgenin Arkasındaki Adam Yedek Asteğmen Niyazi’ karakteri, ihtilali nasıl yaptık diye anlatıp sahiplenmişti. Kambersiz düğün olmayacağı cihetle Aziz Nesin de ‘Darbe’ öykü ve kitabıyla topa girmişti! Daha sonra 9 Mart 1971'de darbe örgütleyicilerinin tasfiyesini, 12 Mart 1971 muhtırasını ve 12 Eylül 1980 darbesini idrak ettik. 1980'li yılların galiba ortalarıydı, bir kısım emekli generallerin bu müdahalelere ilişkin anıları, açıklamaları, kim yaptı yapmadı, kim döndü, kim ihanet etti suçlama ve sitemleri hararetli bir tartışma halinde gazetelerde yayımlanıyordu. Aleni gerçekleşen bu polemiklerden rahatsız olan Cumhurbaşkanı Kenan Evren bu ’devlet sırlarının’ yayımlanmasının önlenmesi için yol ve yöntem bulunmasını istemişti. Zaman zaman şeffaflığa engel işlevi yüklenen devlet sırrı kavramına sığınılmak isteniyordu. Ancak yasal çerçevede yapılacak bir şey yoktu. Çünkü anlatılanlar devlet sırrı değil, suç itirafıydı! ‘Biz ülkenin ve devletin sahibiyiz, yasaklar, suçlar, cezalar bizim için değildir’ zihniyeti ve özgüveni içinde olan ve bu durumları toplum çoğunluğunca da kabullenilmiş bulunan bazı kişiler pervasız şekilde konuşuyor yazıyorlardı.
Sonra ülke ve devletin ‘sahipliği’ elden ele değişti. İlginç yargılamalar oluyordu, bugün suçlayan yarın suçlanan sandalyesine oturtulabiliyordu. -Uygulanan alelacele yargılama usulüne girmiyorum- müebbet veya on yıllarca hapisleri içeren ve Yargıtayca onanarak kesinleşen hükümlerin ömürleri fazla sürmüyor, aynı mahkemelerde yeniden yargılama yapılarak verilen beraat kararları yine Yargıtayca onanıyordu. Bu acıklı gülünç durumun aktörleri nerede yetişmişlerdi ? Cumhuriyet aydınlanması nerede kalmıştı ? Ahir ömrümüz böyle gelgitlerle mi geçecekti ?
Yine de merakıma engel olamıyorum; konfora ve konformizme itibar etmeyip ömürlerini adalet arayışına ve insan haklarına adayan fedailer, örneğin Şebnem Korur Fincancı ve onun gibiler, akademisyenler, gazeteciler, avukatlar neden tutuklandılar? Muktedirlerin safında yer tutup vatanseverlik iddia ederek toplumun bir kesiminin kanında banyo yapacağını pervasızca söylemenin ve silahlanma çağrısı yapmanın hiçbir yaptırımla karşılanmadığı ülkede barışa imza atan akademisyenlere idari, inzibati ve cezai yaptırımlar uygulayarak sorgusuz sualsiz işten çıkarmak, hapsetmek suretiyle, -Anayasa Mahkemesi'nin de zar zor ifade edebildiği üzere- ifade özgürlüklerinin ihlal edilmesini nereye koyacağız? Maişet kaygısını öteleyip, meslekî mesailerini adalet tecellisine, mağdurun, mazlumun, masumun hakkını aramaya vakfeden avukatlar (Faruk Bildirici’nin can ü gönülden katıldığım 22.7.2012 günlü Hürriyet Pazar’daki nitelemesiyle “şöhretsiz yıldız” 1968 kuşağının avukatlarından ve halen hasta yatağında olan Erşen Sansal’a selâm olsun.) neden sürekli itilip kakılırlar? Altı milyon seçmen yurttaşın güvenini kazanıp oyunu almış Halkların Demokratik Partisi’nin genel başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları ve mensupları; daha birçok yazan ve konuşanlar neden tutuklanırlar? Aylarca açlık grevi yapmakta olanları tutuklamakla ne amaçlanıyordu? Var ise, vicdanları ezip bitiren birçok faciadan biri olarak örneğin devletin savaş uçaklarından atılan bombalarla bir kısmı çocuk otuz dört yurttaşın parçalanıp öldürülmesinin hiçbir sorumlusu yok muydu? Takipsizlik kararındaki kaçınılmaz hata gerekçesinden tatmin olan var mıydı?
Yorum ve uygulamanın hayati önemi bir yana; kanun, kararname gibi düzenleyici metinlerin, çağdaş hukuk ve demokratik ilkeler gözetilerek, bilimsel araştırma ve tespitlere dayanılarak ve olabildiğince toplumsal mutabakatlar sağlanarak yapılması, topluma güven duygusunu ve insanların adalet ve barış içinde severek yaşama sevincini tahkim edecektir. Objektif tespitlere dayalı gerçek ihtiyaçlara karşılık gelecek çözüm yolları aranması konusunda yüz küsur yıl önce yürürlüğe koyulmuş bir yasama metni hatırlanmaya değer olmalıdır: İşaret etmek istediğim kurallarının ve ana fikrinin ne ölçüde uygulama alanı bulduğu tartışılabilir olmakla birlikte; 4.6.1911 tarihinde yürürlüğe girip -bazı değişikliklerle- yürürlükten kaldırıldığı 1983 yılına kadar (175 Sayılı KHK, RG: 14.12.1983 ve onun bazı değişikliklerle kabulüne ilişkin 2999 Sayılı Kanun, RG: 7.4.1984) Adalet Bakanlığının merkez teşkilatını düzenleyen ‘Adliye ve Mezahip Nezareti Nizamname-i Dahilisi’nin özellikle ‘Umur-u Cezaiye’, ‘Umur-u Hukukiye’ ve ‘Umur-u İhsaiyat ve Müdevvenat-ı Kanuniye’ (İstatistik ve Kanun Hazırlama) Müdürlüklerinin ve Encümen-i Islahat-ı Adliye’nin görevlerini belirleyen 4., 5.,9.,12'nci maddelerini anmak istiyorum. Bu maddelerde, bu birimlere ceza ve özel hukuk ve ticaret mevzuatını ve uygulamalarını sürekli olarak inceleyip, araştırıp, topladıkları bilgiler ışığında hukuk ve yargı dünyasında yapılması gerekli görülecek iyileştirme ve değişiklikler konusunda fikir üretmek ve bunu yaparken de gerek ilgili kamu görevlilerinden, gerekse ‘erbab-ı vukuf canibinden vaki olacak’ iyileştirme önerilerini değerlendirmek görevi verilmiştir. Hukuk sosyolojisinin pek bilinmediği, çoğulculuğun ve demokrasinin emeklediği dönemde yapılmış bu hukuki düzenlemeyi, ecdadımız, devlet geleneğimiz sözlerinin bolca edildiği ve torba/çorba kanun yönteminin revaçta olduğu devrimizde hatırlatmak istedim.
‘Yalnız ve güzel’ yurdumda hiç eksilmeyen hamasi söz ve davranışlar yanında, yaşadığımız dönemden iz bırakacağını düşündüğüm bazı söylemler oldu. Kimileri yetmez ama evet, dedi. Kimileri anayasaya aykırı ama kabul oyu vereceğiz, dedi. Kimileri aldatıldık rabbim af etsin dedi. Rabb af eder etmez bilmem ama aldatıldıklarını söyleyenler seçilmiş yöneticiler ise, en başta yapmaları gereken iş, sahneden çekilmektir. Siyaset, ülke ve devlet yönetmeye soyunmak iddialı bir iştir ve zoraki de değildir ve bu nedenle dünyevi afla telafisi mümkün olmasa gerektir. Yok eğer aldatılanlar seçenler ise, onların yerine başkalarını getirip koymak mümkün olmadığına göre, habire aldatılmalarını, hedeflerini şaşırmalarını önlemenin çaresine bakmak gerektir.
*Anayasa Mahkemesi Emekli Üyesi