‘Müslümanlık Sözleşmesi’, Öcalan ve ‘toplumsal sözleşme’
“Müslümanlık/Türklük Sözleşmesi”ni bilebildiğince ve olabildiğince ihlale yatkın siyasi/ideolojik tavırla toplumsal muhalefet içinde yer almaya özenen biri olarak, Öcalan’ın hem 2013 hem de 2019’da vurguladığı ‘İslam bayrağı altında, kardeşlik ve dayanışma hukuku ile örülü’ tarihsel/toplumsal ortaklığı —devlete makul aklı telkin etmek üzere— hatırlatışında beni rahatsız eden şeyler olmalı; ne?
Halûk Sunat
Abdullah Öcalan’ın avukatları, 7 Ağustos 2019’da Öcalan’la gerçekleştirdikleri görüşmenin notlarını Mezopotamya Ajansı ile paylaştılar. Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye yönelik müdahale heves ve iştahını, “Türk-Kürt savaşı olarak bir tuzak kurul[ması]”na bağlayan Öcalan’ın, devletin söz konusu tuzağa düşmemesi gerektiğinin, çözümün savaş ve çatışma ile olamayacağının, makul bir devlet aklına ihtiyaç olduğunun altını çizdiğini; ve, “Türk-Kürt kardeşliği denildiği halde bin yıllık Türk-Kürt kardeşliğinin hiçbir gereğinin de yapılmadığını” vurguladığını öğrendik avukatların paylaşımından. Demek, Kürt siyasi hareketinin önderi, devleti, bir yandan makul akla, diğer yandan da “Türk-Kürt kardeşliği”nin gereğini yapmaya davet etmekteydi. Zira, anılan kardeşliğin tarihsel kökleri ve dayanakları vardı. Misak-ı Milli Türk-Kürt birlikteliğinin bir yansımasıydı, Kürtler olmasaydı Türkiye diye bir yerin olması mümkün değildi, Malazgirt Savaşı’nı Türklere kazandıranlar Kürtlerdi, 1921 Anayasası da anılan kardeşliği teslim etmekteydi, vs. Avukatları, nihai olarak şunu naklediyordu: “[Öcalan,] bu çerçevede, ‘Olağanüstü çabayla devlet aklını çözümlemeye çalışıyorum, Kürtlere yer açmaya çalışıyorum. Bir haftada çatışma durumunu/ihtimalini ortadan kaldırırım. Önüm açılsın bir haftada çözecek gücü yaratabilirim. Çözüm için hazır olduğumu söylemiştim. Devlet de devlet aklının gereğini yapmalı. Kendime çok net güveniyorum, bunu bir tek ben çözüp engelleyebilirim’ demiştir”.
Daha önce benzer vurgulara Öcalan’ın 21 Mart 2013’te Diyarbakır’da Newroz münasebetiyle okunan mektubuyla da tanık olmuştuk. Orada da, Öcalan, “Türk halkı”na seslenirken, “Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır” ifadesiyle devletle hangi tarihsel uzlaşı zemininde yol alma imkânı olduğunu hatırlatmaktaydı: ‘İslam bayrağı’ altında bin yıllık kardeşlik ve dayanışma hukuku ile örülü ortak yaşam! Ekliyordu: “Çanakkale’de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler, Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmışlar, 1920 Meclisi’ni birlikte açmışlardır”. Yakın tarihte “Misak-ı Milli çerçevesinde [birlikte gerçekleştirdikleri] Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşa[yan]”, geçmişleri ortak olan Türkler ve Kürtlerin geleceklerini de birlikte kurmaları gerekmekteydi. Herkesin özgür, eşit ve kardeşçe yaşayacağı çağdaş demokratik düzen ancak böylesi bir ortaklaşma ile mümkündü.
“Müslümanlık/Türklük Sözleşmesi”ni bilebildiğince ve olabildiğince ihlale yatkın siyasi/ideolojik tavırla toplumsal muhalefet içinde yer almaya özenen biri olarak, Öcalan’ın hem 2013 hem de 2019’da vurguladığı ‘İslam bayrağı altında, kardeşlik ve dayanışma hukuku ile örülü’ tarihsel/toplumsal ortaklığı —devlete makul aklı telkin etmek üzere— hatırlatışında beni rahatsız eden şeyler olmalı; ne? Çok şey; ama her şeyden önce, “kapitalist modernite”nin —nasibimize düşen ölçüleri dahilinde— eseri olan bugünü ıslah ve ihya edip “demokratik modernite”ye yol alması arzulanan toplum, bin yıla dayandığı söylenen ‘İslam’ bayrağı altında yaşanan kardeşlikten mi ilham alacaktır? Ortaklıklar olmuşsa, hangisi ne kadar İslam kardeşliği iştiyakı ile gerçekleşmiştir? Demokratik modernite ile kastedilen, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve barışın inşa ettiği bir toplumsallıksa; gayri Müslimlere elbirliği ile yaşatılanlarla yüzleşilip hesaplaşılmadan İslam bayrağı altındaki kardeşliğe atıfla demokratik modernite nasıl inşa edilecektir? Kürt siyasi hareketi, ‘Türklük Sözleşmesi’ne dahil olanları önemli ölçüde ‘Türklük krizi’ne sokmuşken (ya da, o ehliyetle yol alırken), “ben”in (‘benden başkası olmaz’ın) altının bu denli ısrarla çizilmesi, hareketin sivil/toplumsal boyutunu itibarsızlaştırmaz mı? Tarihteki ortaklıklar (yan yana gelişler) hükümran aklın (hükmetme iradesini elde tutmanın) eseri; bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt’ün yerinin Mahmut Esat Bozkurt’un biçtiği yer oluşu kurucu devlet maneviyatının marifeti ise, iyiden güzelden yana ‘Devlet’e telkinde bulunmanın hükmü ya da hikmeti ne ola?
*
Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi / ‘Oluşumu, İşleyişi ve Krizi’ (1) isimli eserini, ‘siyah’ karşısında ‘Beyaz Üzerine Düşünmek’ faslı ile başlatır. ‘Beyazlık Çalışmaları’nı önemli ölçüde etkileyen Charles W. Mills, The Racial Contract adlı kitabında, Beyaz olmak suretiyle yaşanan ayrıcalıkların temelinde beyazların kendi aralarında (‘formel’ ya da ‘enformel’) kurdukları mutabakatlar bütününün (“Irksal Sözleşme”nin) yattığını söyler. (Mills’in kavramsal olarak esinlendiği Carole Pateman’ın kitabının adı da The Sexual Contract’tır. Ünlü şöyle nakleder Pateman’ın bakış açısını: “Pateman’a göre, toplumsal sözleşmelerle kurulduğu söylenen modern sivil toplum aynı zamanda kadınların bedeni üzerinde erkeklere hak ve iktidar veren bir patriyarkal düzendir; bu anlamda toplumsal sözleşme sadece erkeklerin bir araya gelip ‘imzaladığı’ cinsel bir sözleşmedir”. (2) Nihayetinde; bir aidiyetin (beyaz olmak ya da erkek) hegemonik baskınlığının (tahakkümün/ ‘dominans’ın) nesnel (sınıfsal, vb.) belirleyenlerin de ötesinde, bilinç katından ziyade bilinçdışı derinlikte işleyen (bilgilerin ve bilgisizliklerin, ilgilerin ve ilgisizliklerin, duyguların ve duygusuzlukların, hegemonik olanın gölgesinde; farkında olunmaksızın, “suda balık misali” yaşanan) bir gerçeklik olduğunu teslim ederiz (bilvesile; makul akla çağrılan devletin başını çekegeldiği ‘Müslümanlık/Türklük’ sözleşmelerinin hangi derinlikte akmakta olduğunu da).
O minvalde Ünlü, ‘Beyaz Üzerine Düşünmek’ faslından sonra, ’Osmanlılık Sözleşmesi’nin kifayet etmediği (gayri Müslimlerin eşit muhataplar olarak alınmalarının —mutasavver bütünlük açısından— gayri kabili telif olduğu kabulünün öne çıktığı) noktadan itibaren inşa edilen ‘Müslümanlık Sözleşmesi’ ve onun kurucu harç olarak aktığı ‘Türklük Sözleşmesi’ni ele alacaktır. Kısaca gözden geçirdiğimizde; çözülme ve yıkım sürecine girmiş Osmanlı’nın Batı’nın karşısında düştüğü zaafı (III. Selim’le başlasa da II. Mahmut döneminde yoğunluk kazanan) askeri, diplomatik, idari, hukuki, tedrisi, mali ve iktisadi alanlarda yaptığı “modernleşme ve merkezileşme” reformları ile telafiye soyunduğunu fark ederiz ilkin. Ünlü; II. Mahmut’un Osmanlı tebaası arasında din ve dil farkı gözetmeme, modern eşit vatandaş ve bir nebze laiklik eğilimini; Abdülmecit zamanında [1839] ilan edilen Tanzimat Fermanı’nı ile Müslüman ve gayri Müslim milletlere devlet ve yasa önünde —askerlik, vergi, vbg.— eşitlik tanınmasını; Islahat Fermanı’nı (1856), Mithat Paşa başta olmak üzere Meşrutiyetçi Osmanlı aydın ve bürokratlarının baskısıyla Kanun-i Esasi’nin kabulünü (1876, I. Meşrutiyet) “Osmanlılık Sözleşmesi” dönemi (1839-1876) olarak adlandırabileceğimizi söyler. Lakin, “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur” (Kanun-i Esasi, madde 8) denmiş ve ilk Osmanlı parlamentosunda gayri Müslimler geniş bir temsil imkânı bulmuşsa da Osmanlılık Sözleşmesi (19'uncu yy’nin ruhuyla mütenasip ‘liberal’ sözleşme) kalıcı bir ‘toplumsal sözleşme’ hüviyeti kazanamamış; 1860’larda ortaya çıkan “Yeni Osmanlı” temsilcilerinin (Şinasi, Ziya Paşa, Ali Suavi ve Namık Kemal gibi) fikriyatı dahilinde Müslümanlık Sözleşmesi’ne doğru yol alınmış (“Yeni Osmanlılar 19'uncu yüzyılda Batı’nın temsil ettiği düşünülen modernleşme, ilerleme ve hürriyet fikirlerini sahipleniyorlar fakat aynı zamanda bunlara İslami bir renk katıyorlar, kavramları İslamileştiriyorlar, İslam’a dayalı modern, meşruti bir monarşi ve düzen talep ediyorlardı” (3).), asıl vurgu Müslümanlığa olmakla birlikte yer yer “Türklük” de öne çıkmaya başlamıştır.
‘Osmanlılık’ın elvermediği, giderek ‘Müslümanlık Sözleşmesi’ne yönelindiği müteakip sürece dair vurgularım da, —Öcalan’ın seçtiği tabirle— İslam bayrağı altındaki kardeşliğin müstakilen ve münhasıran belirleyici olmadığını; söz konusu kardeşliğin (o münasebetle ‘Kürtle kardeşliğin’ de), ancak, devletin mukavemet ve bekası adına tasarruf edildiğini bize açıklıkla gösterecektir. Anayasa’nın mimarı Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilmesi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın bahane edilerek meclisin kapatılıp anayasanın askıya alınması ile başlayan süreçtir söz konusu olan. Balkanlar ve Kafkaslar’da büyük toprak kayıpları ile Osmanlıcılığın iyiden iyiye gözden düştüğü, kaybedilen topraklardan Anadolu’ya Müslüman göçünün gerçekleştiği, Anadolu’da Hıristiyanlara karşı öfke ve hıncın biriktiği, Kürtlerin (de) binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda Ermeni tehdidi algıladıkları, o algıyı devletin bekası adına tasarruf etmek (olası Rus saldırısına karşı düzenli ordu bulundurmak, Ermeni kalkışmalarını bastırmak ve ama Kürdistan’da muhtemel Kürt ayrılıkçılığını önlemek) üzere yaklaşık altmış alaydan mürekkep (sadece Sünni Kürtlerden oluşan —Alevilerin dışarıda tutulduğu) ‘Hamidiye Alayları’nın kurulduğu (1890), İslam bayrağı altındaki kardeşlikle 1895-1896 Ermeni katliamlarının gerçekleştirildiği (4), Meşrutiyet karşıtı ve İslamcı 31 Mart ayaklanması ile birlikte Adana’da (1909) yirmi binden fazla Ermeni’nin öldürüldüğü, ’İttihat Terakki’ marifetiyle gerçekleştirilen —merkez-taşra Müslüman mutabakatının (ve Müslüman Kürt katılımının (5) ) eseri— 1915 Ermeni Soykırımı’nın yaşandığı bir süreçtir bu - (6-7) . Nihayetinde, İttihatçı geleneğe yaslanıp İslami dille örülen, Türk olmayan Müslümanların ve elbet Kürt Müslüman kardeşliğinin yedeklendiği İstiklal Savaşı (8) ve 1923’te —Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte— sonlanan ‘Müslümanlık Sözleşmesi’ni (9) takiben “Türklük Sözleşmesi”ne geçiş! Mutlak ‘Türklük Sözleşmesi’ dahilinde bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananlarsa herhalde Kürtler için harcıâlem malumat olmalı (10).
*
Toparlarsam; şu kısacık tarih gezisi, bize, Osmanlı-Cumhuriyet hattında, ‘din’in/İslam’ın, doğrudan kurucu bir değer değil; hâkim sınıfın hâkimiyetini tesis ve muhafaza eden ‘devlet aygıtı’nın ihtiyacı toplumsal tâbiyet, sahiplenme, destek, rıza ve meşruiyetin tedarikçisi olduğunu gösterir. O anlamda, İslam, kendisini belli bir kimlikle (‘Müslümanlık-Türklük’) tanımlayan devletin; bir başka deyişle, devleti —hukuksal/ideolojik katta— ‘belli bir kimliğin’ değil, kimsenin devleti kılmak isteyenlere —örtük ya da açık— şiddetle mukabele edenlerin müttefiki olmuştur. Dolayısıyla; demokratik/sivil siyasi muhalefeti, itirazı, direnişi örgütleyen; demokratik bir cumhuriyetin ivmesini kurmaya çalışan Türkiye demokrasi güçlerinin ve Kürt siyasi hareketinin, ‘İslam bayrağı’ altında bir kardeşliğe/‘kardeşlik telkini’ne; gayri Müslimlere ve Kürtlere tarihsel maliyeti açık sözleşmelerin ‘ortak vatan’ talebi üzerinden yeniden menkıbeleştirilip meşrulaştırılmasına hiç ihtiyacı olmadığı açıktır. Dahası ve asıl önemlisi; toplumsal/tarihsel (ve bilinçdışı kökleriyle ‘Türklük Sözleşmesi’nin mahsulü) ‘Kürt Sorunu’nu, “Ben çözerim, bir haftada çözerim” vurgularıyla ‘Ben’de çözmeye davet edişiyle, ihsas (ve temsil ettiği) gücü (silahlı mücadele unsurunu) asal muhatap olarak işaret edişiyle, Öcalan’ın tavrı, anılan sivil-siyasi-toplumsal mücadele alanını daraltıp itibarsızlaştırmaktadır da. Bugün, gelinen noktada, Halkların Demokratik Partisi’nin ve müttefiki demokrasi güçlerinin hassasiyet ve mücadele azminin, tarihin çöplüğüne atılması gereken mahut sözleşmelere atıfla malum kardeşliğe tutunmaya değil; demokratik, eşit yurttaşlık ve ‘adem-i merkeziyetçi’ yönetimsellilk ilkesine dayalı (ve dolayısıyla, özgürlükçü ve barışçıl) bir ‘Toplumsal Sözleşme’ye yol alışa hasredilmesi kaçınılmazdır. (11-12-13)
(1) Dipnot Y., 2018.
(2) Agy., s. 55.
(3) Ayg., s. 89.
(4) Taşranın ötesinde, 1896 yılında Osmanlı Bankası işgali sonrası Taşnak mensubu eylemciler affedilirken binlerce Ermeni İstanbul sokaklarında öldürülmüş ve devlet, Müslüman halkın pogromunu seyretmiş, hatta kimi güçlü iddialara göre teşvik de etmiştir (agy., s. 98).
(5) İlgili bir yazı için bkz. “Ah!’lar Cumhuriyeti’, Varlık dergisi, Ağustos 2015; “Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması’ndan Kürtlerin yoksanışına ‘çözündürme’ dersleri, kuyerel.org, 26 Şubat 2016.
(6) İlgili bir yazı için, bkz. ‘Barışı Iskalamak’, Birikim Güncel, 29 Ekim 2015.
(7) Devasa bir servet gasbının ötesinde, 1915’te, Anadolu nüfusunun en az yüzde 10’unu oluşturan Ermenilerin yok edildiğini söylemeliyiz.
(8) “Bu yıllarda sürekli kullanılan milli ve millet kavramları da, Türk milletini değil İslam milletini işaret eder. Dolayısıyla Mustafa Kemal yerel kongreleri milli bir kongre ve meclis altında toplarken ve birçok yazılı metinde Müslümanların eşitliği ve hakları vurgulanırken, yapılan aslında yerel Müslümanlık Sözleşmelerinin milli ve genel bir Müslümanlık Sözleşmesi altında birleştirilmesiydi” (agy., s. 149). Ünlü, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde (28 Ocak 1920’de) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin etkisiyle kabul edilen ‘Misak-ı Milli’nin (Milli Sözleşme, Milli Yemin) de, Müslüman çoğunluğun bölünmez bütünlüğüne dair bir nevi ant olduğunu hatırlatır (agy., s. 151). Eklemeli; kongrelerde de, Birinci Meclis’te de —elbet— gayri Müslim temsilci yoktur. Öte yandan, Öcalan’ın Kürt vilayetlerine tanınan özerklikle hatırlattığı 20 Ocak 1921’de kabul edilen anayasanın ilgili maddelerinin de —kardeşliğin kullanım ömrü tamamlandığında— 1924 Anayasası’nda buharlaştığını da biz hatırlatmış olalım.
(9) Osmanlı’da 1914 yılında gayri Müslim nüfus oranı yüzde 30 iken, 1924’te oran yüzde 3 dolayına ve zamanla yüzde 0.1 civarına düşmüştür.
(10) İlgili bir yazı için, bkz. ‘Şu Kürtler ne istiyor kuzum?’, kuyerel.org, 22 Ocak 2016. Yayımlanmış tüm yazılarım için ayrıca bkz. haluksunat.com .
(11) Bu yazıyı okuma lütfunda bulunanların Mücahit Bilici’nin artıgerçek’te Jinda Zekioğlu’na verdiği mülakatı (23 Ağustos 2019) okumalarını da tavsiye ederim. Bilici, “Kürtler, Türkiye içinde silahlı şiddetten mutlak boşanıp sivillikte radikalizme geçerlerse o zaman Türk devleti ve Türkiye toplumunun gafil kısmı hakikatle yüzleşmek ve bedel ödemek zorunda kalacaktır” derken haklıdır. Şunları söylerken de: “Türkiye’de Kürtlerin İslam ümmetinin parçası oldukları hukuki olarak bir yalandır. Çünkü Türkiye’de yurttaşlığın resmi ismi Türklüktür, İslam değil. Türkiye’de hukuki olarak Kürtler Türk’tür, ama Müslüman değildir. (…) Kürtlerin Türklük ümmetine değil, gayri etnik bir demokratik ümmete mensup olmaları gerekir.”
(12) Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde/‘Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu’ isimli çalışmasında (Metis Y., Mayıs 2019), ilkin, Osmanlı’nın bir büyük devlet olmaya evrilişindeki belirleyici dinamikleri değerlendirir. ‘Bizans Bitinyası’nın kuzeybatısında konuşlanmış Osmanlı Beyliği’nin —diğer beylikleri geride bırakıp— imparatorluğa kadar uzanan yola nasıl çıktığına dair tezlere değinir. Paul Wittek’e göre ilk dönem Osmanlı fatihlerinin ateşini harlayan İslam adına ‘Kutsal Savaş’ ideolojisi demek olan ‘gaza’dır. Mehmet Fuat Köprülü ise, “Anadolu’daki Türk toplumunun maddî ve kültürel dinamiklerinin Osmanlılar gibi bir devletin ortaya çıkmasını sağlayacak denli gelişkin ol[maklığına]” (agy., s. 79) yorar söz konusu başarıyı. Wittek, bir araya gelmiş olan Türk-Müslüman unsurların şecere ortaklığı olmadığını söylerken, Köprülü, ortak bir aşiretten köken alış tezine bağlıdır. Wittek, ‘gaza’ tezini ileri sürerken, Köprülü ‘Türklüğü’ sahiplenmektedir. (Hatırlatalım; Köprülü, Ziya Gökalp’in tilmizi, Halil İnalcık da Köprülü’nün öğrencisidir.) Tam tersine, Gibbons ve Arnakis ise, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda özü itibarıyla gayri İslami ve gayri Türk unsurların katkılarını vurgulamışlardır. Altını çizmek istediğim şu; hangi teze bakılırsa bakılsın, din dahil ideolojilerin (bizzat kendileri olarak murat edilmekten, mutlak ideal kılınmaktan öte) devletin hizmetinde oldukları açık değil midir? Kafadar’ın kitabına kondurduğu son cümle her şeyi özetler gibidir: “Osmanlı Devleti tıpkı emsalleri gibi yalnızca hakikatte değil, aynı zamanda —kısmen tarihçiler sayesinde— insanların muhayyelelerinde de kurulmuştu”. Demek, farklı tarih okumaları ile, tarih (ve devletler) de muhayyilede —ihtiyaca göre— kurulabilmektedir!
(13) Faik Bulut, ‘Malazgirt Savaşı ve Kürtlerin tartışmalı rolü’ başlıklı geniş ve zengin yazısını (22 Ağustos 2019, Gazete Duvar) şöyle sonlandırıyordu: “Kanımca, Kürtlerin varlığı önemliymiş ama Kürt kesiminin iddia ettiği kadar tayin edici, belirleyici değilmiş. Daha önemlisi var: Malazgirt’te Kürt beyleri, gönüllülük temelinde savaşa girmiş değillerdi.” Meselede esas olanın İslam kardeşliği değil, güç ilişkilerinin (Kürt beylerinin daha üst kademede bulunan Selçuklu sultanlarına bağlanışları, vergi ve savaş zamanında asker verme yükümlülükleri gibi) idari/siyasi düzenlenişi olduğunu görmek icap eder. Son cümle: “Yani din kardeşliği işin süslü vitriniydi”. Demek, Öcalan, o vitrine yerleştirilen tahayyülle yol almak istemektedir.