Toplumsal çöküntü, Maltepe firarı ve devrimci dayanışma
Bir yanda Denizlerin idamı engellemek için kendi yaşamlarını dışarıda feda eden devrimciler, diğer yanda Mahirlerin firarı için yaşamlarını içeride feda etmeye hazır devrimciler... O zamandan bu zamana ne değişti? Ölü günlerde mi yaşıyoruz artık; yoksa çatlayan toprak, bir tutam tohum ve su mu bekliyor bizden?
Özay Göztepe*
15 Temmuz’un hemen sonrasında ilan edilen olağanüstü hâl ve bu durumun önce iki yıl uzatılması, sonra da kalıcılaştırılması, çok önemli hak ihlallerini de beraberinde getirdi. Bilindiği gibi bu ihlallerin en saldırgan örneklerinden biri de akademisyenlere uygulandı. Akademisyenler, Barış Bildirisi’ne imza attıkları için sadece linç girişimlerine, ceza davalarına, tutuklamalara, yurt dışına çıkış yasaklarına maruz kalmadılar; aynı zamanda işten çıkarılıp -ve bazen yeni iş bulması engellenip- sivil ölüme de mahkum edildiler. İlk kapsamlı ihracın üç yıl önce bugünlerde yaşandığı bu süreçte, çok az sayıda akademisyen emekli olmaya hak kazanırken, büyük çoğunluğu -bırakın niteliklerine uygun olmasını- herhangi bir iş bile bulamadı.
Elbette akademisyenlerin yaşadığı bu süreci, KHK ile ihraç edilen hemen herkes yaşadı; yaşamaya da devam ediyor. Ancak içinde yer aldığım için yakından gözlemleyebildiğim bu bilim insanları oldu. Ve gördüğüm kadarıyla akademisyenlerin en büyük kırgınlığı, ihraç edilerek işsiz bırakılmaları değil, daha düne kadar birlikte oldukları -bir kısmı “sosyalist”- meslektaşlarının büyük çoğunluğunun, bir telefon açmaktan bile imtina etmeleri, bir kısmının ise boşalan koltuklara çökebilmek için kendilerini paralamaları idi. Bu süreç, “biz”deki çözülmenin derinliğini ve kapsamını fazlasıyla gösteriyor olsa gerek...
Türkiye’de toplumsal muhalefetin ve devrimci mücadelenin tarihi, büyük dayanışma örnekleriyle doluyken nasıl oldu da hem bireysel hem de toplumsal bir ahlâki çöküntüye savrulduk? Bu sorunun yanıtını başka bir yazıya (daha doğrusu yazılara) bırakarak, geçmişteki bir dayanışma örneğini paylaşmak istiyorum sadece.
***
Kuşkusuz Türkiye’deki devrimci mücadelenin tarihindeki dayanışma örneklerinden en iz bırakanı, Mahirlerin Denizleri kurtarmak için kendilerini feda etmeleridir. THKP-C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz; THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna 29 Kasım 1971’de Maltepe Cezaevi’nden kaçtıktan sonra önlerine Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesini engelleyecek eylemler yapma hedefini koyarlar. Bu uğurda yaptıkları eylemden sonra da Kızıldere’de katledilirler. Fedakârlığın ve dayanışmanın bu yönü, genellikle bilinmektedir. Bunun kadar bilinmeyen kısım ise firardan sonra cezaevinde yaşananlardır.
Aslında plan, beşerli gruplar halinde üç seferde yapılacak 15 kişilik bir firardır. Ancak Mahir Çayan’ın Maltepe Cezaevi’ne getirilmesiyle güvenlik önlemleri yoğun bir şekilde arttırılmıştır. Nöbetçilere fark edilmeden tünelden çıkış, imkânsız görünmektedir. Umutlandıran haber, kadın tutsaklardan gelir. Firar için araştırma yapan kadınlar, gece ve gündüz sürelerinin değişiminden kaynaklı bir boşluk olduğunu fark ederler. Bu boşluk, firar edeceklere 20 dakika civarında bir süre tanımaktadır. Ancak bu durumda sadece beş kişinin kaçmasına yetecek kadar zaman -ki bu bile büyük risktir- vardır. Daha kalabalık firar etme imkânı olmadığından, nihayetinde tek seferde beş kişinin kaçmasına karar verilir.
“Dönüşü olmayan yol”a girmeden önce Mahir, evlilik yüzüğünü, kendisi gibi THKP-C davasından tutsak olan İlkay Alptekin Demir’e bırakır. Elbette yüzük, ilerleyen zamanlarda “uygun yollar”dan Gülten Çayan’a ulaştırılacaktır. Ancak Mahir’in yoldaşına bıraktığı tek şey, evlilik yüzüğü değildir; Necmi’yi de bırakır, firara dahil etmez. Zamanında, eşi hamile olan bir yoldaşlarını bazı eylemlere dahil etmedikleri gibi...
Gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Askerlerin akşam nöbeti değişimi sırasında beş devrimci firar ederken, Necati Sağır, tünelin çıkışını bir kapakla içeriden kapatır. Artık kalanlar için yapacak tek şey vardır: Firarı ve firar edenlerin kimliğini olabildiğince saklamak.
Ankara’da THKO davasından yargılananların yaptığı eyleme destek bahanesiyle harekete geçilir. Kapılara barikatlar kurulur, sayım verilmez, duruşmalara çıkılmaz... Ancak cezaevinin etrafında devriye gezen bir erin tesadüfen kapağın üzerine basmasıyla tünel anlaşılır. Artık isyan vakti!
Marşlar söylenmeye başlanır. Subaylar “teslim olun, yoksa ateş etme emri verildi” diye çağrılar yaparlar. Ama içeridekiler, firar edenlerin kimlikleri henüz tespit edilmediğinden arkadaşlarına zaman kazandırmaya kararlıdırlar.
Asıl etkili eylem ise kadınlar koğuşundan gelir. Koğuşta bir megafon yapan kadınlar, masaların üstüne çıkarak, askerlere ajitasyon çekmeye başlarlar: “Askerler, onlar sizin kardeşleriniz, ateş etmeyin! Silahlarınızı komutanlarınıza çevirin!”
Kadınları susturamayan cezaevi yönetimi, çareyi bando takımı getirmekte bulur. Kadınların sesini bastırmak için sürekli bando çalınır. Ancak bu da çare etmez, çünkü bando her sustuğunda, kadınlar tekrar ve tekrar başlarlar...
Sabah erken saatlerde başlayan direniş, öğlene kadar sürer. Firar eden arkadaşlarına zaman kazandırmak için kendi hayatlarını riske atan içerideki devrimciler, eylemlerini başarıyla tamamlarlar. Sıra moral üstünlüğün ilanına gelmiştir. Duruşmaya çıkması gerekenlerin isimleri okunduğunda, cezaevindeki tutsaklardan biri olan Metin Eşrefoğlu’nun verdiği yanıt, tarihe geçecek türdendir:
Asker: “Mahir Çayan!”
Metin Eşrefoğlu: “Uçtuuu!”
İsimler okundukça, diğer devrimciler de katılır bu “eğlence”ye:
“Ulaş Bardakçı”... “Uçtuuu!”
“Ziya Yılmaz”... “Uçtuuu!”
“Cihan Alptekin”... “Uçtuuu!”
“Ömer Ayna”... “Uçtuuu!”
Firarı duyan İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, telaşlı ve öfkelidir. Hemen Maltepe Cezaevi’ne gelir ve incelemelerde bulunur. Tünelden çıkan kabloları görünce büyük bir hışımla cezaevi yönetimini azarlar: “Ulan adamlar metro döşemiş, metro! Haberiniz yok!”
Elbette cezaevi yönetimine bir azar ile yetinen Faik Türün, devrimcilerden bunun intikamını almaya kararlıdır. Dışarıda büyük bir saldırı dalgası başlatırken, içeriden de bazı devrimcileri Harbiye Merkez Komutanlığı’nın hücrelerine gönderir. Nasıl ki Denizlerin idamı hakkında -Mendereslere istinaden- “üçe üç” denmişse, firar eden beş devrimci için de “beşe beş” uygulanacağı, Faik Türün’ün ağzından şöyle ilan edilir: “Onları yakalayamazsam beşinizi asacağım!”
Her ne kadar Faik Türün “beş” dese de aslında Harbiye hücrelerine altı devrimci götürülür: Necmi Demir, Kâmil Dede, Necati Sağır, Osman Bahadır, Abdullah Ceceloğlu ve Yüksel Erdoğan. Olayın trajik yönlerinden biri, okuldayken devrimcilere yardım eden, firarla ise hiçbir ilgisi bulunmayan Yüksel Erdoğan’ın da Harbiye’ye götürülmesidir. Talihsizlik, tünelde yer alan ekibin toprak taşımak için kullandığı berenin ona ait olması ve bu berenin firardan sonra cezaevi yönetimi tarafından bulunmasıdır.
Elindeki sınırsız yetkiyle “caka satma”yı pek seven Faik Türün, Harbiye’nin hücrelerine gelerek mazgal deliğinden devrimcileri tehdit etmeye başlar. Ancak “onları yakalayamazsam beşinizi asacağım” tehditlerinden umduğu heves, Kamil Dede’nin “hass...tir” lafıyla kursağında kalır ve oradan kaçar.
14 Aralık 1971 tarihli Cumhuriyet gazetesi, olaya dair şu haberi yapar:
“Tutukevinden kaçan Mahir Çayan ve arkadaşlarına zaman kazandırdıklarından, Necmi Demir, Kâmil Dede, Osman Bahadır, Yüksel Erdoğan, Necati Sağır, Abdullah Ceceloğlu hakkında 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından 20 gün ihtilâttan men kararı verilmiştir.”
Habere göre altı devrimci hakkında, 20 gün ihtilâttan men, yani (başkalarından ayırma) kararı verilmiştir. Ancak esir alınan devrimciler, Harbiye hücrelerinde 70 gün kalırlar. “Hayatımdaki en büyük manevi işkenceyi orada yaşadım, çünkü gidecekleri yerleri biliyordum” diyen Necmi Demir, savunmalarını da “bu arkadaşların kaçacağını bilmiyorduk, bilseydik biz de kaçardık” şeklinde yapmayı planladıklarını anlatır. Ancak yakalandıkları zaman olduğu gibi Sansaryan Han’a götürülüp işkence yapılmaz bu sefer. Kelimenin gerçek anlamıyla “esir” olarak tutulmaktadırlar; kaçanların yakalanamaması durumunda asılmak için. Her biri ayrı hücrede olan devrimciler için yapacak tek şey kalmıştır: Açlık grevi.
Maltepe’deki tutsaklar da -Harbiye’deki açlık grevinden haberleri olmadan- arkadaşlarının geri getirilmesi amacıyla açlık grevine başlarlar. Grev, 3-4 gün sürer, çünkü o esnada Nihat Erim’in teknokratlar hükümeti düşer ve kamuoyu oluşturma imkânı büyük oranda ortadan kalkmıştır. İlkay Demir, sembolik olarak greve devam eder.
O dönemdeki açlık grevlerinde su dışında hiçbir besin ya da vitamin alınmaz. Dolayısıyla eylemin etkileri, çok daha erken ve sert hissedilir bedenlerde. Belki de bu yüzden durumun düzeltileceği sözü verilmiştir Harbiye’deki devrimcilere. Onlar da grevlerini 13'üncü günde sonlandırırlar. Ama hücrelerde 68 gün geçmiştir ve değişen bir şey yoktur. Harbiye’dekiler bu sefer, “açlık ve susuzluk” grevine başlarlar. Bedenlerini doğrudan ölüme yatırmaktan başka çareleri kalmamıştır.
Bir hafta içinde öleceklerini düşündükleri eyleme başladıktan iki gün sonra, ilginç bir gelişme olur ve Harbiye’deki devrimciler, hücrelerden çıkarılırlar. Onlar, eylemlerinin etkili olduğunu düşünürken; asıl sebebin ikinci THKP-C tutuklamalarının başlaması olduğunu öğrenirler. Firar sonrası devlet öyle büyük bir saldırı düzenlemiştir ki insanları koyacak yer kalmadığından, Harbiye’deki hücreleri boşaltmak zorunda kalmıştır.
Yeniden cezaevine götürülen devrimciler, arkadaşlarına kavuşmanın mutluluğu içindedirler. Ulaş’ın katledilmesinin yarattığı burukluğu, Denizlerin kurtarılması umuduna tutunarak atlatmaya çalışırlar. Ta ki 30 Mart’ta tüm yoldaşlarının katledildiklerini öğrenene kadar...
***
Bir yanda Denizlerin idamı engellemek için kendi yaşamlarını dışarıda feda eden devrimciler, diğer yanda Mahirlerin firarı için yaşamlarını içeride feda etmeye hazır devrimciler...
O zamandan bu zamana ne değişti?
Ölü günlerde mi yaşıyoruz artık; yoksa çatlayan toprak, bir tutam tohum ve su mu bekliyor bizden?
Cezaevinden yoldaşlarını uçuran rüzgâr, artık neden içeri bir mektup bile uçuramıyor?
Yaşatmak için ölenlerin, ölümü göze alanların elleri hâlâ omuzlarımızda değil mi?
Yoksa çok mu geride kaldı?
Eğer geride kaldığını düşünüyorsanız, o dönem Sansaryan Han’ın acımasız işkencelerinden geçirilen, Mahirlerin firarı için kendini feda eden, Harbiye’deki hücrelerde esir tutulan, yargılandığı davadan idam cezası alan Necmi Demir’in şu anda, 70’ini geçtiği yaşta, Barış Akademisyenleri’ne destek verdiği için İstanbul 28'inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığını hatırlatmakla yetinelim...
(1) Haberin orijinaline ulaşamadım. Görseli edindiğim bağlantı şudur: http://www.gecmisgazete.com/haber/irfan-ucar-marksist-ve-leninist-im-dedi (Erişim Tarihi: 30 Ağustos 2019)
(2) Ayrıntılı haber ve görsel için bkz: https://www.mlsaturkey.com/tr/baris-akademisyenlerine-destek-veren-necmi-demirin-davasi-ertelendi/ (Erişim Tarihi: 30 Ağustos 2019)
*Dr.