Cahiliye Devri'nin altın çocukları
Eskiden her mahallede, her okulda birkaç kereste olurdu. Edebiyatla, müzikle, siyasetle ilgilendiğini; okuyup yazdığını bildikleri insanları akıllarınca küçümser, laf atarlardı. "N'apıyon la entel, kütüphaneye mi gidiyon" minvalinde tacizler olurdu. Acınacak durumdaydılar ama bunun son derece farkındaydılar.
Ulaş Altuner*
Gün geçmiyor ki erik çekirdeği beyinli bir sosyal medya ünlüsü kendini rezil rüsva edip bizi oturduğumuz yerde yerin dibine sokmasın. Bu dijital çağda, dünya bu kadar evimizin ve gözümüzün içindeyken ‘başkası adına utanma’ rahatsızlığımızı bir şekilde sağaltmak durumundayız. Yoksa derdimizden delirmesek bile verem oluruz. Gördüğümüz her içerik bize ‘bundan daha sakili, daha çirkini mümkün değil’ dedirtiyor ama arkasından gelenler çapsızlığın sınırlarının bizim hayal gücümüzü aştığını kanıtlıyor.
O gün ışığı görmemiş akıllarıyla mizah yapıyorum diye sokakta, operada, restoranlarda insanları taciz ediyor; sanatçılara, müzisyenlere kendilerince hakaret ediyorlar. Başka bir tanesi Şampiyonlar Ligi finalinde sahaya dalıp saçma sapan hareketler yapıyor. Beriki kitap yazmaya kalkıp ‘muhteşem birikimiyle’ yıllarını bu işe vermiş yayıncısına ayar vermeye kalkıyor. Bunların köşe yazanı var, televizyonda ‘fikir önderi’ diye konuşanı var, devlette danışman olanı, parlamentoya gireni bile var. Yeni Cahiliye Devri'nin bu altın çocukları bir bakıma devlet-i aliyyemizin uzunca bir süredir dünyaya sergilediği Türkiye portresinin altını tertemiz dolduruyorlar.
Bu birkaç ayarsızın varlığı o kadar mühim değil. ‘Bunları ciddiye almayın, prim yaptırmayın’ diyenler oluyor. O kadar basit değil o iş. 20-30 yıl önce olsa ‘mahallenin delisi’ deyip geçeceğin bu tipleri takip edenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Milyonlar diyorum. Operada story çeken, tekbir getiren, operaya alternatif olarak Erik Dalı’nı öneren kadını çoluk çocuk 1 milyon kişi takip ediyor. Nerede ediyor? OECD verilerine göre kendi lisanında okuduğunu anlama sıralamasında son sırada yer alan ülkede…
Bunların durumuma sırf cehalet diyemeyiz. Akılsızlıkla marine edilmiş çok katmanlı bir izansızlık diyebiliriz. Tuzu kuruluk da diyebiliriz. İnanılmaz bir kafa rahatlığı var hepsinde. Özgüvenin falan ötesinde bir müdanasızlık, had hudut bilmezlik var. ‘Canımız ne isterse yaparız, bize hiçbir şey olmaz’ rahatlığı var. Onun da nereden beslendiğini biliyoruz.
Sadece cahil diyemeyiz çünkü cehalet geçişken, esnek bir tanım. Nereye, kime yakışacağı hiç belli olmuyor. "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün" dediğimiz bir sürü durum yaşıyoruz. Adamın teki saçma sapan konuşuyor mesela. Unvanına bakıyorsun, profesör. Türkçeyi bile doğru düzgün konuşup yazamıyor. Diyorsun ki ‘cehalet çok büyük bir illet’. Sonra bir çevre eylemine denk geliyorsun, hayatında mektep, kitap görmemiş 80 yaşında bir köylü kadın çıkıp meseleyi bütün körlüklerden uzak; öyle saf, öyle bilgece anlatıyor ki bu sefer "cahillik o kadar da kötü bir şey değil galiba" diyorsun.
Şu var ki bu ağır kelimenin üzerine cuk oturduğu insanı ancak görünce şak diye tanıyorsun. Aldığı eğitimden, sosyal statüsünden, mesleğindeki konumundan falan bağımsız, kabak gibi belli ediyor kendini. Ben bu konuda kafa karışıklığını önlemek için bir tek ölçüte bel bağlıyorum. Öz farkındalık. Kendi durumunun farkında olmamayı gönül rahatlığıyla cehalet olarak tanımlayabiliyoruz.
Nedir, nasıl ayrıştırılır bu öz farkındalık? Başıma bir şey gelmeyecekse, opera bana da pek hitap etmez. Toplasan 10 kere gitmişimdir, dokuzu metazori. Fakat bunun suçlusunun operanın kendisi olduğunu düşünmüyorum. ‘Benim zevklerim o kadar keskinleşmemiş, bundan keyif alacak kalibreye gelememişim’ diyorum. Operadan keyif almamak başka; orada ve sahne arkasında olan bitene hayranlık ve saygı duyamamak başka şey… Biri yetersizlik, diğeri kör cehalet…
Eskiden her mahallede, her okulda birkaç kereste olurdu. Edebiyatla, müzikle, siyasetle ilgilendiğini; okuyup yazdığını bildikleri insanları akıllarınca küçümser, laf atarlardı. "N'apıyon la entel, kütüphaneye mi gidiyon" minvalinde tacizler olurdu. Acınacak durumdaydılar ama bunun son derece farkındaydılar. Öyle bir imkân sunulsa, o dalga geçtikleri insanın bildiklerini bilmek, hayattan aldığı keyfi alabilmek, onunla aynı sosyal çevreyi paylaşabilmek için bir kollarını düşünmeden feda edebilirlerdi.
Devrimizin hâkim söylemi bu farkındalığı azar azar ve nihayet tümüyle öldürmeyi başardı. Onun yerine cahil ve sıradan olmanın haklı gururu gelip yerleşti. Cehaletin alenen yüceltildiği ve kutsandığı başka bir devir yaşandıysa da ben görmedim ya da duyduklarımda, okuduklarımda denk gelmedim. Adlarını bir türlü hafızama kaydedemediğim Yeni Türkiye üniversitelerinden birinin rektör yardımcısı şöyle bir laf etmişti: “Cahil ve okumamış kesimin ferasetine güveniyorum. Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır”. Haklılık payı var. Böyle bir halk ülkeyi gerçekten ayakta tutabilir. Ülke diye nitelenenin nasıl tahayyül edildiğine ve ayakta kalmanın neye karşılık geldiğine dikkat etmek gerekiyor. Örneğin İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’sını böyle bir halk ayakta tutmuştur. İhtiyaç buysa, hocanın önerdiği çözüm gayet yerli yerinde.
Cehaleti ve cahil kalmayı ‘sıradan vatandaş olma’ romantizmine eşleyen, diğer taraftan cehaleti yenme çabasında olan insanları cahil değil ama gafil ve hatta sapkın ve dahi hain olarak yaftalayan egemen beyler, toplum önünde bu insanları ‘sözde aydın’, ‘sözde akademisyen’, ‘sözüm ona sanatçı’ gibi tanımlamalarla hedef haline getirip gitgide genişleyen saflarını sıklaştırıyorlar. ‘Bunların çok okumaktan kafası karışmış’ gibi bir alt metni var kitleye verdikleri mesajın.
Hayalini kurdukları toplumu inşa etmek için bayrağı eline tutuşturup ön saflara yolladıkları Cahiliye Devri'nin starları da etraflarındaki kalabalıktan aldıkları güçle coştukça coşuyorlar. ‘Haklıyız, çünkü kalabalığız’ diyorlar. Bilimse, bilgiyse bizde de var! “Dünya düzdür, evrim yalandır, aşı zararlıdır… Adem çamurdan yaratılmış, Havva onun kaburgasından promosyon olarak çıkarılmıştır… Eşcinsellik sapıklıktır, Kürtçe diye bir dil yoktur, 12 Adaları İsmet İnönü kaybetmiştir, devlet baba her zaman haklıdır… Bakın bunlar da hep bilgi. Kim diyebilir ki değil. Hem de pek çok durumda kendini bizden farklı ve üstün görenlerin de dâhil olduğu çok büyük kalabalıkların paylaştığı, savunduğu bilgiler…”
Bu tabloya şöyle bir bakınca görüyorsunuz ki ‘ülkeyi ayakta tutacak’ halkın teşekkülü o kadar zor ve uzak değil. Yine OECD verilerine göre, 25-34 yaş arası nüfusun yarısından fazlası lise eğitimi almamış. Devlete güveni tam ve medyadan işittiklerinin çoğunu gerçek addediyor. Gençlerin yarısına yakını okur-yazarlıkta en düşük seviyelerde. Yüzde 38’i ise bilgisayar kullanamıyor. Böyle olunca kalabalığa dâhil olmak ve kalabalığın fikirlerini paylaşmak güvende hissettiriyor.
Bir dönem futbolla, magazinle falan uyuşturuluyorduk. “Ne güzel zamanlarmış” diyen çok oluyor. Değildi aslında. O günün medyası, özellikle televizyonları çok daha geniş bir özgürlük alanında hareket ediyor olsa da bu yeni cahiliye devrinin fitilini ateşledi. 12 Eylül’ün kimlik bunalımından ha çıktı ha çıkacak denen Türkiye’nin üzerine damper damper yozlaşma döktüler. Dizisinden Televole’sine; BBG evinden reality show’larına, magazininden sporuna her tarafı vıcık vıcık ettiler. Cehaletin cesareti o dönemde palazlandı, bugün tepemizde oturuyor. O zihinsel katliamın baş failleri de bugün oturdukları yerden pişkin pişkin medyadaki yozlaşmayı eleştiriyorlar. Kafamı pencerelerinden içeri sokup “hepiniz oradaydınız ulan” diye bağırmak istiyorum.
Devran döner, dönmez onu bilemeyiz ama dönse bile bu nesil ve müteakip nesil artık gitti gider. Açıkça görülüyor ki bunlar eğitilmezdir. Cahil kalmanın, bundan gurur duymanın ve bu sebeple takdir görmenin tadını aldılar. Sonrasını görme şansımız da bulunmadığına göre bize düşen bu Cahiliye Devri'nde, devrin tetikçilerinin ölümcül içeriklerine maruz kalmaktan kaçınmak, mümkün olduğunca gözümüzü kulağımızı kapalı tutmak. Viyana’da, Kiev’de sokaktaki insanları cayır cayır taciz eden fenomenlerin bunu yaşadığımız mahallede ‘Batı'nın ahlaksızı’ olduğumuz gerekçesiyle bize de yapmaları yakındır.
Ne yapılabileceğini ben de bilmiyorum. Kendinizi kediye köpeğe verin. Sık sık seyahat edip tiyatroya gidin. Sosyal medyada takip ettiğiniz kişi ve konuları ayıklayın, timeline’ınız rafine olsun. Açın eski Türk filmlerini izleyin. 90’lar Türkçe pop takılın. Siyah beyaz fotoğraflara bakın. Ölmeme günü düzenleyin. Eşinizle dostunuzla, kırda bayırda izole olup sanki bir Ortadoğu ülkesinde yaşamıyormuş gibi piknik yapın. Yapın bir şeyler kafanıza göre.
*İletişim Uzmanı