Akademinin fotoğrafını çekmek: Akademide en çok hangi engellerle karşılaştınız?
Akademik çalışmanın ne olduğuna ilişkin yitirdiğimiz anlamlar, bizim olmayan çalışmalara yaptığımız katkıları normalleştirmemiz, alternatiften korkutulur hale gelişimiz nerede biter? Nerede özgürleşir ve özgünleşiriz?
Pınar Eldemir*
Bir doktora öğrencisi ve genç bir araştırmacı olarak akademisyen genç kadınlar üzerine yaptığım araştırmanın pilot çalışması esnasında yazılı mülakat yaptığım genç kadınlarla olan mülakatların bir kısmını burada yazmak istiyorum. Yazı içerisindeki hiçbir isim gerçek değildir ama yaşanan her şey gerçek ve bizdendir.
Başlıktaki soruyu sorarken çok düşündüm. Acaba akademide çalışmanın herhangi bir engeli var mı diye sorsam nasıl olur diye. Ancak sonra bu iç sorgulamanın oldukça yersiz ve anlamsız olduğu kanaatine vardım. Çünkü toplumsal hayatın her aşamasında olduğu gibi, burada da eşitsizlik vardı ve giderek derinleşiyordu. Derinleşmeye sebep olan mekanizmalar ise herkes için farklıydı. Örneğin Canan için karşılaşmış olduğu en büyük engel neyi nasıl yapacağına dair bilgiye sahip olamamasıyken, Ceren için temel sorun zaman problemiydi.
Zehra ve Ezgi ise birbirlerinden tamamen farklı yerlerde farklı zaman dilimlerinde akademide herhangi bir engelle karşılaşmadıklarını söylüyorlardı. Ancak Ezgi sözlerine bir de şunu eklemişti: “Yakın tanık olduklarım içindeyse elbette akademisyenlerin çalışmalarının ideolojik içeriğinden dolayı doçentlik başvurularında yaşanan mağduriyetler ve kadro problemleri oldukça fazla. Ben bu başvuruları gerçekleştireceğim zaman nelerle karşılaşırım bilemiyorum.”
Bu aslında zihinlerdeki akademi tahayyülüne içkin ve en yakıcı engel olan belirsizlikti. Yani hiç bilmediği bir zaman diliminde bilmediği veyahut aşina olmadığı biçimde bir engelle karşılaşabilirdi.
Melisa ise meseleye çok daha farklı bir boyuttan yaklaşmıştı. Üniversiteler tarafından herhangi bir sorun yaşamamış ancak kurumsal bir yapı olarak bürokrasinin araştırma motivasyonunu yıprattığını söylemişti. Ancak mesele bu bürokrasi kargaşası da değildi. Melisa bireysel yapmış olduğu araştırmaların mesleğine yönelik bir emek birikimi olarak görülmeyişini akademik hayatta karşılaştığı en büyük engel olarak görüyor ve şunları söylüyordu: “Araştırma yapmaya ayrılan zaman kendi işinize ayırdığınız zaman gibi algılanıyor. Oysa görevlerimizden birinin yaptığımız araştırmalarla bilime katkıda bulunmak olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla araştırmalar için ayırdığımız zamanda aslında görevimizi yapıyor olduğumuzun bilinmesini isterdim.”
Araştırma görevlisi adı üzerinde araştırma yapması beklenen yüksek öğrenim kurumlarında dirsek çürütmüş bireylerin işine deniyor. Yani en azından sözlük anlamı bu. Ancak araştırma dışında her şeyin yapıldığını söylemek çok da abartı olmayacaktır. Pek çok katılımcının da üzerinde durduğu gibi Betül için bölüm sekreterinin olmayışı araştırma görevlilerinin üzerinde idari personel gibi çalışma ve iş takibi gibi bir yük oluşturuyor. Haliyle böyle bir durum bireysel araştırmalara yoğunlaşmayı da imkânsız kılıyor.
Asistan olma pratiğinin derin bir yoğunlaşmaya ihtiyaç duyulduğu dönemde neyi neden yaptığına ikna olmadan, kendi emeğine yabancılaşarak üzerine aldığı işler an geliyor ve kendisini yiyip yutuyor.
Ela için aslında kendisinin makul bulmadığı ancak danışman hocasının ona yönelttiği analiz istekleri onun için çok büyük bir zaman kaybına yol açıyor ve kendini değersiz hissettiriyor.
Seda ise Ela ile paralel olarak angarya işlerin değişkenliğine dikkat çekiyor. Bu değişkenlik sebebiyle de akademik çalışma hayatına başladığından beri düzenli bir çalışma disiplini oluşturamamış olmaktan yakınıyor.
Tıpkı Ela gibi Mercan da akademinin angaryası olan işlerin üzerine yıkılmasından şikayetçi. Ancak o aynı zamanda başka bir noktaya da dikkat çekerek şunları söylüyor:
“Bunun yanı sıra kimi zaman oturmayan sistemler sebebiyle de süreç sürekli olarak başa sarılmakta, aynı idari işler defalarca farklı kurallarla yeniden ve yeniden yapılmaktadır. Araştırma görevlileri “ara eleman” olarak görülmekte olup, sözleşmede iş tanımında olmayan birtakım işler sürekli halde onlardan beklenmekte, bunun yanı sıra 'özel bir kurum' çatısı altında çalışıldığından 'şartları beğenmeyenin gidebileceği' ima edilmektedir.” Yani belirsizliğin kurumsallaştığı ve aynı zamanda da bunun sopasının “gitme özgürlüğü” söylemi üzerinden kurulduğunu söylüyoruz. Kocaman bir illüzyon içerisinde sıkışıyor ve yaşadıklarımıza anlam veremiyoruz.
Bu illüzyonun beni en çok dehşete düşüren yanı ise Fulden’in anlatmış olduklarında saklı. Şu anda çalışmış olduğu kurumdan memnun olduğunu dile getiren Fulden anlatacaklarının bir önceki kurum ile ilişkili olduğunu söylüyor. Zaten mesele burada başlıyor. Fulden’in çalıştığı ilk yerden ayrılma sebebi araştırma yapmak için Londra’ya gideceği dönemde okulundan aldığı uyarı ile son noktaya gelip taşıyor. Fulden’in aktardıkları hem üniversitelerde artan entelektüel düşmanlığı ile hem emek sömürüsü ile çok yakından ilişkili ve bir o kadar da gerçek.
“Başka bir vakıf üniversitesinde okutmanken beni akademik olarak o kadar sıktılar ki sonunda istifa ettim. O kurumda çok sıkı uygulanan bir 8:30’da mutlaka okulda olma kuralı vardı ki hiçbir istisnası yoktu; 22:30’da bitecek olan o günkü tek ders bloğunuzun 17:30’da başlaması bile. Yani ben haftada iki gün 8:30’da okutmanlar odasına gidip, 17:30’a kadar hiçbir şey yapmadan oturmak zorundaydım. Tez döneminde bir yüksek lisans öğrencisi olduğumdan, bu arada ders çalışabilirim diye düşünmüştüm ama önce, 'öğrettiğimle alakası olmayan şeyler' okumamam gerektiği söylendi sonra okutmanlar odasına 'kitap okumak'” yasaklandı. Ve hayır, şaka yapmıyorum. Bunun üstüne zaten çıkmayı düşünürken, henüz derslerin başlamamış olacağı bir dönemde, kabul aldığım bir konferans için Londra’ya gideceğimi haber verdiğimde bunun mümkün olmadığını söylediler; izin veremezlermiş. Bu, zaten sadece bir ay daha sabredeceğim yerden hemen o hafta istifa etmeme neden oldu. Asistan ya da doktor öğretim görevlisi değilseniz, bir okutmansanız, başka bir akademik tutkunuzun olması çok zor. Size iş gücü olarak bakıldığından bir birey olarak görülmüyorsunuz ya da umarım ki yalnızca önceki iş yerimde böyleydi.”
Peki diyelim araştırma yapmak istedik ya da yaptığımız araştırmayı meslektaşlarımızla konuşup geliştirmek istediğimiz bir yere katılmak istedik, çalıştığımız kurumdan maddi destek alabiliriz herhalde değil mi? Değil. Maalesef değil. Yani en azından her zaman değil. Belki de çoğu görüşmecinin dertlendiği şeylerden birisi olan ödenek bulma meselesi hakkında Şeyma çalıştığı kurumda ne maddi ne manevi teşvik bulamadığını söylerken asiste ettikleri hocalar haricinde çalışmış olduğu kurumun akademik çalışmalara ilişkin ne bir beklenti ne bir yardım ne de bir teşviki olduğunu ifade ediyor.
Kübra da Şeyma gibi bu konuda çok şikayetçi ve yapmak istediği saha çalışması ve araştırma gezileri için bütçe bulamadığını söylüyor ve aktarıyor: “Örneğin, yönetmelikte yurt dışı bilimsel etkinliklere katılım için bir kereye mahsus olmak üzere üst limiti belirli bir desteğin verilebileceği yazıyor olmasına rağmen, katılmak istediğim etkinlik Kanada’da olduğu için –okyanus aşırı bir seyahat olduğu gerekçesiyle- talebim reddedildi. Oysa gitmek istediğim yer Avrupa olsaydı da bana verilecek maddi destek miktarı değişmeyecekti.”
Peki dilediğimizi dilediğimiz gibi çalışamama konusunda neler yaşıyoruz? Derya’nın anlattıkları ise tam olarak buraya değiyor ve şunları söylüyor:
“Muhalif, sorgulayıcı duruşumun, düşünme biçimimin çalışmalara yansımasının “kibarca” engellenmesi durumuyla karşılaştım. Bazen bu kâğıt üzerinden düzeltmelerle oldu, bazen çalışma hakkında sözel olarak geri dönüş yaparken kendi doğrularının tek doğru olduğunu empoze etme hali ile oldu bazen de eşitler arasında 'ya kızım yayınlanmaz bak böyle şeyler, Avrupa mı burası' söylemleriyle heves kırma, başka türlüsünün mümkün olmadığına inandırma şeklinde vücut buldu. Buna ek olarak, sözde iyiliğimi düşündüğü için yayın yapman lazım diyerek yine birçok hoca ve arkadaştan “yap bir anket 150 kişiye gönder ortalama bir dergiye yayının olsun bak puan lazım” şeklinde sürekli bir iş bitirici olmadığıma dair, çok okuduğuma ve kaybolduğuma dair, az biraz Leyla olduğuma dair, böyle bir arpa boyu dahi yol alamayacağıma dair telkinlerle sarılıyım. Bunun dışında daha doktora öğrencisi olduğum için ve az çalışmam olduğu için çok fazla engelden bahsedemeyeceğim.”
Derya, Kübra, Şeyma, Ela, Melisa ve diğerleri ve diğerlerimiz bu ve bunun gibi şeyler yaşıyoruz. Akademik çalışmanın ne olduğuna ilişkin yitirdiğimiz anlamlar, bizim olmayan çalışmalara yaptığımız katkıları normalleştirmemiz, alternatiften korkutulur hale gelişimiz nerede biter? Nerede özgürleşir ve özgünleşiriz? Akademinin de araştırmanın da alternatifinden korkmadığımız zaman. Hayır, bunu yapmak istemiyorum dediğimiz zaman. Kalemlerimizin arkasına değil önüne geçtiğimiz zaman. Hep birlikteyken!
*UNIVERSUS: Sosyal Araştırmalar Merkezi, Araştırmacı- YTÜ, Kültürel Çalışmalar, Doktora Öğrencisi