Osmanlı, Lübnan ve Suriye’de terör estirdi mi?

Aleviler (diğer adıyla Nusayriler) dağdan şehre inemiyorlardı. İndiklerinde kendilerine özgü sarıkları, puşileri veya benzeri giysileri Sünni kesimin fanatikleri tarafından ateşe veriliyordu. Bazen başları veya boyunları yanabiliyordu.

Google Haberlere Abone ol

Faik Bulut

Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, 1 Eyül’de Lübnan Devleti'nin kuruluşunun 100'üncü yıl dönümü dolayısıyla Osmanlı'nın, Birinci Dünya Savaşı sırasında ülkesinde “devlet terörü” estirmesi yüzünden kıtlık ve angarya sonucu yüz binlerce insanın mahvolduğunu söyledi.

Anadolu Ajansı, Türkiye’ye sempati duyan Lübnanlı tarihçi Prof. Dr. Halid el Cundi, Lübnan Müslüman Âlimler Birliği ve Lübnan Türk Kültür Derneği yetkililerinin görüşünü alarak, Cumhurbaşkanı Avn’ın eleştirel tutumuna karşı bir haber-yorum yayınladı. (1 Eylül 2019 tarihli bülten.) Ayrıca AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Osmanlı'nın o tarihlerde “terör uygulamadığını” iddia ederek hem Avn’a uyarı niteliğinde bir cevap verdi hem de kendisinin sömürge yanlısı olduğunu ima etti. AKP yanlısı basın da, “Avn’ın sözlerini kasıtlı bularak, “Osmanlı’ya çirkin iftira” (Sabah, 1 Eylül) tarzında manşet haber yaptı.

YAVUZ SULTAN SELİM’İN HALEP FERMANI

Bakalım: Timur, askeri seferi sırasında Suriye’ye de uğramıştır. Halep Kalesi'ni fethettikten sonra kaldığı günlerden birinde, şehrin Sünni din âlimlerini (çoğulu ulema yani din bilginleri) toplayıp huzuruna çağırmış. Onlara, Hz. Ali ile Muaviye meselesinin yanı sıra Kerbela Faciası hakkındaki görüşlerini sormuş. Sünni ulema, ister istemez kendi mezhebinin bakış açısına uygun cevaplarla konuyu gerekçelendirmek istemiş ama Timur, onlara kızıp azarlamış, muhtemelen cezalandırmış. Gerekçelerine ikna olmamış. Çünkü kendisi Ehlibeyt yanlısı bir tutum takınmış. En azından Muaviye’nin Hz. Ali ve evlatlarına haksızlık yaptığını açıkça söylemiş. ( “Timur Alevi mi, Sünni mi, Şii mi?” Atatürkçü Türkçü Sitesi, 6 Ocak 2018)

Timur’la yaşanan Halep’teki o olay üzerine, Sünni kesim arasında büyük bir hoşnutsuzluk belirmiş. Osmanlı ordusu, Mısır seferiyle bağlantılı olarak Halep civarındaki Mercidabık’ta Mısır ordusuyla savaşa tutuştu. Yavuz Sultan Selim’in karşısında Mısır Sultanı (muhtemelen Çerkes asıllı) Muhammed Kansu Gavrî vardı. “Savaşın sonunda Mısır askerleri yenildi ve Sultan Gavrî, Alevi illerine kaçarak dağda gözden kayboldu (onun aşiretine bugün ‘Mehârize’ denmektedir). Sultan Selim, Alevilerin yoğun olduğu Halep şehrine girdi. Bu fırsattan yararlanan Sünni kesimlerden kimi ileri gelenler, Sultan Selim’e gidip Aksak Timur zamanında Halep ve Şam’da Sünnilere yönelik katliamın sebebi olarak Alevileri gösterdiler. Onları şikâyet ettiler. Aslında Yavuz, Mısır’a doğru ilerlerken, kendisini arkasından vuracak kitlesel bir güç, kuvvet istemiyordu. Bu yüzden Alevilerin katledilmesini mezhepsel, siyasal ve askeri açından münasip gördü. Halep’teki bütün ümerâ (emirler, beyler) ve şeyhleri topladı. Alevi ümerâ, mukaddemler (ileri gelenler) ve şeyhler her yerden geldiler… Sultan Selim, (Sünni ulemadan) aldığı fetvaya dayanarak hepsini öldürttü… Ardından diğer Alevilerin din adına katledilmesini emretti!..”

(Rivayete göre-F.B.) Yavuz Selim, “Yarım milyon kadar Türkmen boyunu farklı diyarlardan getirterek Suriye’nin sahil şeridine yerleştirdi. O zamanın Osmanlı siyaset dilinde batı Suriye kıyı şeridi dağlarına kaçan Arap Alevilere ‘sürek’ adını takmışlardı ki, sürgün edilenler, sürülenler (sürek avı: Atlıların avını önüne katarak kovalaması olayı yöre halkı arasında Arapça Sûrâk/Sevarik diye bilinir) anlamına geliyordu.”

“Bu ve benzeri fetvaların Irak’ta yansımaları oldu. Bağdat Rusefa Sünnileri, Kerh bölgesindeki Şiilere saldırarak Alevilerin mallarını yağmalamış, kadınlarını esir almış, büyükleri öldürmüştü.” (27.11.2015 11:50 maximus decimus meridius. Aynı konu başlığı için ayrıca bakınız: Arap Aleviliği sitesi, 7 Nisan 2013.)

Yukarıdaki yorum abartılı ve tartışmaya açık olabilir. Ancak katletme ve tehcir olayını, BBC gibi ciddi bir kaynak teyit ediyor. BBC Radio 4 için hazırlanan programın yapımcısı Damian Quinn, sunucusu Owen Bennet Jone tarafından hazırlanan ve Çağıl Kasapoğlu’nun Türkçeye uyarladığı haber-yorumda şu ibareler yer alıyor: “Aleviler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde gördükleri zulüm nedeniyle yıllar boyu kendilerini toplumun dışında tuttu. Yavuz Sultan Selim idaresinde, 15'inci yüzyıl Osmanlı döneminde Alevi din adamlarına Halep'te tuzak kurulduğu ve başları kesilerek öldürüldükleri de Alevi toplumunda zulümlere verilen örneklerden sayılıyor. Akdeniz kıyılarında Lübnan ve Suriye sınırı ile Türkiye'nin güneyine çekilen Aleviler, güçlü Sünni komşularından uzak, yıllar boyu ‘göze batmaktan’, dikkat çekmekten sakınan bir toplum oldu. London School of Economics Üniversitesi Orta Doğu Programı Direktörü Prof. Fawaz Gerges, temeli yüzyıllar öncesine dayanan ‘zulüm ve baskının’ hâlâ Alevi toplumunun üzerinde etkin olduğu görüşünde.” (BBC News Türkçe web sitesi, “Suriye Alevileri: Katliamdan İktidara”, 14 Mart 2013)

Bu sürek avı, Osmanlı'nın son iki yüz yılında Arap Alevilerini kuşatma ve tecrit politikasına dönüştü. Örneğin Aleviler (diğer adıyla Nusayriler) dağdan şehre inemiyorlardı. İndiklerinde kendilerine özgü sarıkları, puşileri veya benzeri giysileri Sünni kesimin fanatikleri tarafından ateşe veriliyordu. Bazen başları veya boyunları yanabiliyordu. Keza dinden imandan çıkmış kâfirler muamelesi gören Arap Alevilerine Kuran satılmıyordu. Onlar, almak istedikleri zaman Hıristiyan din adamlarına sipariş vererek elde edebiliyorlardı (Faik Bulut, Ortadoğu’nun Solan Renkleri” isimli kitabı)

Osmanlı'nın nasıl devlet terörü uyguladığının ilk örneği budur. Gelelim ikinci örneğe, yani Cezzar Ahmed Paşa olayına,

CEZZAR AHMED PAŞA'NIN KESKİN KILICI

Osmanlı'nın Mısır, Suudi Arabistan ve Şam Eyaleti bölgelerindeki en namlı ve belalı görevlisi Cezzar Ahmet Paşa’dır. Her yörede farklı çatışmalara katılmış gözü kara bir paşadır. Biz, onun katliamla biten olaylarına ışık tutalım: Cezzar Ahmed, Mısır Kahire şeyhülbeledi (yöre yöneticisi, mıntıka beyi) Bulutkapan Ali Bey’in nüfuzlu adamlarından Buhayre kâşifi (sancak beyi) Abdullah Bey’in hizmetine girdi. Onun Hunadi urbânına karşı yaptığı seferde öldürülmesi üzerine Mısır’da bağımsız bir idare kurmaya çalışan Ali Bey tarafından Buhayre kâşifliğine getirildi. Bazı kaynaklara göre; Cezzar Ahmed Paşa, Hunadi urbânı ile yaptığı savaşlarda Abdullah Bey’in (1758 yılında) katledilmesine misilleme olarak 70 kişiyi develeriyle birlikte öldürdüğü için kendisine “deve kasabı” anlamına gelen “Cezzâr” lakabı verildi. Bulutkapan Ali Bey, Cezzar Ahmet Paşa'nın isyanı bastırmadaki cesaretini beğenip kendisini beyleri arasına dâhil etti. “Bu lakaptan gocunmuyor musun” diye sorulduğunda, Ahmed Paşa hep aynı cevabı vermiştir: “Abdullah Bey gibi bir adamın intikamını aldığım için bana Cezzar diyorlarsa, bu benim için şereftir.” Ayrıca bu lakabın, korku ile karışık takdir hislerini belirtmek için kendisine halk tarafından verildiği, çok önceden beri bu şekilde anıldığı, hatta düşmanlarını sindirmek, askerî meziyetlerini ifade etmek ve kendi adamları üzerindeki otoritesini yerleştirmek için özellikle bu lakabı kullandığı da ileri sürülür…

Daha sonra Şam Valisi Osman Paşa’ya kapılanan Cezzar Ahmed, o sıralar Zahir Ömer, Zeydan ve Şahap gibi yörenin köklü ailelerinin Suriye’de ayaklanarak devletin başına dert açması üzerine, 1775-76 yılında ayaklanmayı bastırma görevini üstlendi. 1775’te Zahir Ömer’in bertaraf edilmesinden sonra da vezirlik rütbesiyle Sayda Valiliği'ne getirildi… Boşnaklar, Arnavutlar ve Kuzey Afrikalılardan teşkil ettiği Memlükleriyle (Kölemenler) güçlü bir askerî kuvvet kuran Cezzar bölgedeki âsi (isyancı) urbân (Bedevi) ve aşiretlerle mücadeleye başladı; uyguladığı sert tedbirlerle onları iyice sindirdi… 

CEMAL PAŞA’NIN LAKABI, “SEFFAH” (KAN DÖKÜCÜ) İDİ

Gelelim üçüncü örnek olaya; Arap aydınlanması ve milli uyanışına (el Nahda) eşlik eden Osmanlı yönetimine yönelik yüksek sesli ve örgütlü itirazlar, Lübnan ile Şam’da ortaya çıktı. Osmanlı yönetimi aleyhine ilk yazılı belge niteliğindeki bildiri, bir grup Suriyeli tarafından yayınlanmıştır. Suriye Arap Cemiyeti adına kamuoyuna açıklanan bildiride, dönemin Osmanlı yönetimin çok sert eleştiri ve yer yer yöneticilere hakaret yer alıyordu…

Asıl konumuza dönelim: Batı kaynaklı olup Osmanlı hükmü altında yaşayan hemen bütün milletleri (Yunan, Bulgar, Arnavut, Arap, Türk, Kürt, Ermeni vs) etkileyen milliyetçi düşüncenin o zamanki Arap dünyasında, özellikle Mısır, Suriye, Lübnan ve Filistin’de nasıl uç verdiği noktasına dair örnekler verelim. Popüler tarih konusundaki yazılarıyla tanınan gazeteci Murat Bardakçı’nın iki makalesinden bilgileri derleyip harmanlayarak alıyoruz: “Mısır’a sürgün edilmiş veya gitmiş Suriyeli bir kesim, 1912’de başkent Kahire’de el Le Merkeziye (Ademi Merkeziyetçilik) adıyla bir dernek kurmuştu. Bu kuruluşun sonradan oluşturulan şubesinin adı Cemiyet-u Suriyet-ul Arabiye (Suriye Arap Derneği) idi. Malum dernekte, Arap aydınları çoğunluktaydı.

O dönemde Şam Eyaleti’nin yöneten zat, Birinci Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa idi. Kendisi, İttihat ve Terakki Partisi’nin (veya Cemiyeti) üçlü (Enver, Talat ve Cemal) paşasından biriydi. Cemal Paşa, sorumlu olduğu eyaleti, bağımsız bir hükümdar gibi idare ediyordu. Önceleri Arap milliyetçi ayrılıkçılığını görmezden gelen paşa, dünya savaşının ilanından sonra İngiltere ile Fransa’nın Beyrut’ta boşalttığı konsolosluk binalarında arama yaptırdı ve buralarda Arap derneklerine/kuruluşlarına ait çok sayıda belge ele geçirdi. Belgelere göre, Arap halklarının bağımsızlığı için faaliyet gösteren örgütlerin başında yukarıda anılan Suriye Arap Cemiyeti (SAC) geliyordu. SAC, 1915’te kaleme alınmış ve Suriye halkına hitaben yazılmış bir bildiriyi hazırlayıp dağıtmıştı. Bildiride özetle şöyle denmekteydi: “Ey Arap milleti! Ey Arap milletinin mebusları (milletvekilleri), gençleri, Doğu'nun şân ve şerefinin mirasçıları, ve ey zulme boyun eğerek sabahın gelmesini beklemesini kabul etmeyenler! Bu nidâ (çağrı/sesleniş), mezarlarında yatan ecdâdamızın (atalarımızın) nidâsıdır… Memleketimizden Türk (Osmanlı) musibetinden, en hakir ve zelil (aşağılık) milletlerin görmediği o harap edici sülâlenin zulmünden ve yola çıkmasından kurtulabilmiş bir ay, hatta bir gün bile geçmemiş olduğunu görürsünüz. Tarihimizde bunların zulümlerini kaydetmeyen bir sayfa bile bulamayacaksanız… Yemen ile Irak’a Arap askerleri göndermek suretiyle Arap çocuklarını birbirine kırdıran ve kendilerine kendi elleriyle yuvalarını söndürtenin Talat ve arkadaşı (Cemal Paşa-F.B.) olduğunu işitmediniz mi? Memleketinizden toplanan eğitim yardımlarıyla Türk, Ermeni ve Yahudilerin tahsil için Avrupa’ya gönderilerek, (esas sizin) çocuklarınızın, ciğerparelerinizin bu olanaktan nasıl mahrum bırakıldığını bilmiyor musunuz? Yoksa Türklerin sizi baskı altına aldıkları andan itibaren alışkanlıklarınızı katlettiklerini ve şimdi de Arap eserlerinin mahvına uğraştıklarını öğrenemediniz mi?..” (Murat Bardakçı, “Suriye ile Aramızdaki Soğukluk, 1915’te Yayınlanan Bu İsyan Bildirisiyle Başladı”, Haber Türk gazetesi, 24 Haziran 2012)

“Ele geçen belgelerden hareket eden Cemal Paşa, bağımsızlık ve isyan çağrısı yapmak üzere Fransızlarla görüşen dernek üyesi 33 Arap milliyetçisi hakkında yakalama emri çıkardı. Yakalanabilenler tutuklandı. Günümüzde Lübnan sınırları içinde kalan Aley (Dürzî inançlıların yoğun olduğu dağlık bölge) kasabasında kurduğu askeri mahkeme, tutuklu sanıkları yargılamaya başladı. Aralarında Arap dünyasının ileri gelen aydınlarına ek olarak gazeteciler, Osmanlı parlamentosu milletvekilleri ve bir de Hıristiyan rahip vardı. Çoğu idama mahkûm edildi. 6 Mayıs 1916’da Şam şehrinin Merce ile Beyrut’un Burc meydanlarına kurduğu (Osmanlı idare binasının olduğu ve Küçük Saray diye anılan yerde) darağacında asıldılar. Başta mahkûmların yakın aileleri olmak üzere binlerce Arap, Anadolu’nun değişik yerlerine sürgün edildi. Yakalanamayanların gıyabında idam verildi. (M. Bardakçı, aynı makale) Bu yüzden Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta Şehitler Meydanı olarak anılmaktadır. Suriye ise hem 6 Mayıs’ı Şehitler Günü olarak anar hem de Merce Meydanı'nı, Şehit Meydanı diye kayda geçirmiştir. Her ikisinde de idamları simgeleyen anıtlar bulunur… Aliye Divan-ı Harbi’nin kararları yani Cemal Paşa’nın Arap dünyasının önde gelen aydınlarıyla siyasetçilerini 1915 ve 1916 yıllarında Beyrut ve Şam’da idam ettirmesi, asla unutulmadı. İdamlar, El Nahda ismi verilen Arap uyanış akımının/hareketinin sadece entelektüel çevrelerle sınırlı kalmamasına yol açtı. Çünkü bu aydınlanmacı ve laik milliyetçi hareketin merkezi, Kahire’de kaymış oldu… İdamlar, Arap dünyasında “Türkler, bizi dört yüz yıl boyunca sömürdüler; Cemal Paşa ise kan dökücünün tekiydi. Osmanlı onu bölgemize gönderip büyüklerimizi (bir kısmını) astılar, sonra da (kalan kısmını) dinden çıkardılar (laikleştirdiler) kanaati egemendir.” (Murat Bardakçı, “One Minute ve Cemal Paşa” isimli makalesi, Habertürk 09 Haziran 2016)

Ben, 1970’li yıllarda İsrail’e karşı mücadele eden Filistinlilerle birlikteyken, Cemal Paşa’dan her söz açıldığında şu örneği verirlerdi: “Öyle acımasızdı ki, sırf kurşundan tasarruf olsun diye iki veya üç kişiyi peşi sıra dizdikten sonra tek tüfek kurşunuyla onları kafalarından öldürtürdü!”

Yabancı bir kaynaktaki iddialar ise, daha vahimdir: “Arap milliyetçilerinin idam emrini veren Cemal Paşa, Araplar tarafından El Seffah=kan dökücü olarak anılmaktadır. Ayrıca özellikle Lübnan ve Irak’ta 40 bin kadar insanın ölümüne neden olan açlığa da bilerek sebep olmuştur. Siyonist hareketin tarihçisi Adolf Böhm, Cemal Paşa’nın keyfi yönetimi, pervasızlığı ve acımasızlığı nedeniyle bölgedeki topluluklara yönelik şiddet ve katliamının ayrıntılarını, şu kaynakta yayımlamıştır: Die zionistische Bewegung. Bd. 1: Die zionistische Bewegung bis zum Ende des Weltkrieges. 2., erw. Aufl. Tel Aviv: Hozaah Ivrith Co. Ltd., 1935, S. 643 ff

Kanımca Cemal Paşa’nın biricik iyiliği, Filistin’i işgal eden siyonist militanları kararlı biçimde takip etmesi ve Filistin Arap halkının topraklarına akın eden Yahudi yerleşimcilerin önünü kesmesiydi.

Bu arada Cemal Paşa’yı koruyup savunan bir yazıya da yer verelim: “Pek çok kimse Cemal Paşa’yı çok sert tedbirler almakla, eziyet etmekle ve katletmekle suçlamış hatta ona Seffah (kan dökücü) demişlerdir. Ama bu hatıraların içeriğini kavrayan kişi bizimle beraber görecek ki Cemal Paşa, kendilerini ve kalplerini düşmana satmış olanlara bile çoğu kez, fitneyi engellemek, vatanı ve İslam birliğini korumak uğruna, yapılması gerekenden çok daha hafif cezalar uygulamış ve çoğu kez düşmanlarına bile iyi davranmıştır…” (Bakınız, Seyfullah Korkmaz, Cemal Paşa’nın Hatıralarına Göre I. Dünya Savaşı'nda Filistin Cephesi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi XLIII, 2017/2, 45-77, Geliş Tarihi: 15.10.2017, Yayın Tarihi: 15.12.2017.)

Bu tarihi gerçekler karşısında AKP Sözcüsü Ömer Çelik ne der bilemeyiz. Ancak 1990’larda bazı İslamcı aydınlarla birlikte “Medine Sözleşmesi” temelinde toplumun her kesimiyle barış içinde birlikte yaşamayı ve demokrasi ortak paydasında buluşmayı öneren, bu konuda yazıp çizen Ömer Çelik, eski yol arkadaşlarının çoğu gibi iktidarda yer alınca şiddeti kutsayan ve kitabına uyduran bir devlet adamı görüntüsü veriyor. Öte yandan Osmanlı yönetiminin haksızlıklarına geçmişte itiraz eden halka ve hakkını arayanlara karşı o devirlerde kullanılan şiddeti, “devlet terörü” olarak görmüyor. Oysa devlet demek, şiddet tekelini elinde tutmak ve gerektiğinde kullanmak demektir.

Aynı şekilde fetihçi ve yayılmacı devlet demek, başka toprakları ve şehirleri silah zoruyla almak; oraların halklarını haraca bağlamak, servetlerini yağmalamak, yetmediği yerde katliam ve asma kesme yoluyla yönetmek demektir. Yemen ve Sudan’daki Osmanlı yönetimi üzerine yapılmış bir Arap belgeselini uzun yıllar önce yayınlayan TRT, tercümede tahrifat yapmıştı. İzlerken dikkat ettim: Özgün Arapçada “el isti’imar ‘ul Osmanî” (Osmanlı Sömürgeciliği) ibaresi, Türkçeye “Osmanlı'nın iyi yönetimi” şeklinde çevrilmişti. Haklı haksız ayrımını yapmadan Osmanlı mirasını sahiplenen Yeni Osmanlıcılara duyurulur! Tabii, anlayana!