Avukat Metin Can'ı anmak: Kürdün hakkını aramak
Av. Metin Can, bir cinayete kurban gitti. Annesi 26 yıl adalet istedi ve dört gün önce hayatını kaybetti. Türkiye'de hukukun ve hukukçuluğun diğer yüzünde taşıdığı trajedileri görmek ve onunla yüzleşmek belki bir gün akla gelir
Orhan Gazi Ertekin
İnsan Hakları Derneği Elazığ Şubesi kurucusu ve Başkanı Av. Metin Can ve Dr. Hasan Kaya 21 Şubat 1993 günü akşamında bir grup tarafından evlerinden alındılar. Araçlarına bindirilip Yazıkonak köyüne götürüldüler. Araçları burada bırakıldıktan sonra Av. Metin Can ve Dr. Hasan Kaya'ya bir besi çiftliğinde işkence yapılırken ailelerini arayıp işkence seslerini dinlettiler. Burada bitmiyor. Av. Metin Can'ın ayakkabıları bürosunun önüne bırakılarak herkesi daha da derinden bir korkuyla sarmak istediler. Ailesi daha ilk günden görevli kurumlara başvurup müdahale edilmesini beklerken beş gün sonra ise Avukat Can ve Dr. Kaya'nın cesetleri Dersim'e beş kilometre mesafedeki Dinar Köprüsü altında elleri telle bağlanmış olarak bulundu. Bütün bunlar bu Cumhuriyetin hukuk düzeni içinde gerçekleşti ve dört gün önce 16.09.2019'da kaybettiğimiz Anik Can, oğlu Av. Metin Can'ın katillerini 26 yıl boyunca aramaktan hiç usanmadı. Peki oğlu avukat yapan ve anneyi ömrünün sonuna kadar adalet aramaya iten şey neydi? Oğlu ve anneyi nasıl bir toplumsal kader, neden başka yerde değil de devlet kurumlarında, hukukta ve belki de yargıda birbirine bağlayıp durdu yıllar boyunca? Neden başka biçimde değil? Nasıl olup da bir avukat oğlun yası mahkeme kapılarında tutulmaya devam edilegeldi?
Bu sorular bu ülkede hukuku ve yargıyı ve dahi adaleti anlayabileceğimiz cevaplar açısından hep ihmal edilmiş, kasten ötelenmiş zor sorulardır. Türkiye hukukunun ve yargısının krizi tam da buradaydı oysa ve bir avukatın öldürülmesi ile verilmeyen cevaplar çeyrek yüzyıl adalet arayan bir annenin ölümüyle yeniden istenmeyecek miydi sanki?
İşte şimdi o soruları ve cevapları yeniden aramanın tam zamanı...
AV. METİN CAN KİMDİR?
Metin Can 1966 yılında Mazgirt'te doğdu. Bu öncelikle iki şey demekti: İlki Aleviliğin özsel hafızasının kendi otokton ahalisinin içinde her gün yeniden canlandırılarak taşınması ve ikincisi ise Kürtlüğün politikleştirilmesi. Birincisi cemiyetin gerçek hayatını, ikincisi ise o cemiyetin kendi gerçeğini politikleştirmesine dönük eğilimlerini barındırıyordu. Üniversite eğitiminin içinde giderek kuramsal hazırlıklara dönüşen bu eğilimler özellikle öğretmenlik ve avukatlık mesleklerinin içinde yeniden kendi yereline dönüyor ve kendi varoluşunu daha geniş bir toplumsal ilişkiler bütününde üretmeye başlıyordu. 1990'lı yıllar Türkiye'si Dersim Aleviliği ile Kürt hak mücadelesinin çakıştığı ve kendine has özel politik mücadele yollarının keşfedilmeye başlandığı yıllardı. İnsan haklarını Türkiye hukukunun kültürel zeminine yerleştirme sürecine dönük en zor ve bedeli ağır mücadele işte bu kuşak tarafından; 1990'larda üniversiteden mezun olup avukatlık başta olmak üzere diğer mesleki konumlara sahip olanlar tarafından verildi. Metin Can işte bu kuşağın en temsil edici isimlerinden birisidir. Daha anlaşılır olması için Tahir Elçi'nin de aynı kuşaktan olduğunu hatırlatalım. Kürt hak hareketinin yeni avukat kuşaklarla beraber bu üçüncü yeniden doğuşu ilk iki kuşak ile karşılaştırıldığında olağanüstü bir sıçrama anlamına da geliyordu. İlk kuşak 1950'lerin sonundan itibaren özgüvenini ilan ederken kendi yereli ve potansiyelini itibara dönüştürmekle yetiniyordu. İkinci kuşak 1970-80'lerle beraber Kürt merkezlerinde geniş etkiler göstermeye başladılar. Bu üçüncü kuşağın ise kendi yerelini politika ve hukuk içindeki özgürleştirici yeni yollarla kurarak evrenselleştirme yeteneği oldukça güçlüydü. Av. Metin Can, Aleviliğin kendi hafızası ile yetinen ve başkalarına karşı protokol sınırlarını korumaya adanmış bir kültüralizm dehlizinde terk edilmesi yerine Kürtlük ile birlikte politikleştirilmesi ve bunun da hukuki bir yeniden üretime bağlanmasının yolunu açmaya çalıştı. Kuşağının diğer birçok politik avukatı gibi. Belki de devlet şiddeti ile yüz yüze gelmesinin asıl kökeninde yereli yerelin içinde tutmak yerine politikleştirmeye dönük bu tutumu amil olmuştur. Öyle ya 1990'lar devlet şiddetinin bir yandan paramiliterleştiği diğer yandan da şiddetin toplumsallaştığı bir dönemken politika ve hukukun içinde de yeni başarılı yolların arandığı ve bulunduğu yıllardı. Hak ihlalleri bu dönemle beraber insan hakları söylemi içinde bir yandan mahkeme ve duruşma pratikleri içinde diğer yandan da aktivist örgütler oluşturarak geliştiriliyor, aynı anda kamuoyu stratejileri de devreye sokuluyordu. Hak mücadelesinde ısrar eden avukatların, öğretmenlerin ve doktorların devletin paramiliter güçleri nezdinde özel bir “sorun”a dönüşmeleri de böylece başladı. Av. Metin Can'ın 21 Şubat 1993'te özel bir tuzağa çekerek birkaç gün işkence edilip öldürülmesi ve dahi annesinin 26 yıl adalet araması sürecinin toplumsal kökleri öncelikle buralarda aranmalıdır. Oğlun avukatlığı ve annenin hukuk mücadelesi öncelikle bu toplumsal tarihin içinden yükseliyor ve yaşam ve ölüm arasında birbirine devrederek var olmaya devam eden bir hak mücadelesi geleneği böylece derinleşiyordu.
FAİLİ MEÇHULLER İÇİN KILAVUZ
Şimdi yeniden başa dönelim. Ki Kürt hak hareketinin önemli isimlerinden Av. Metin Can'ı daha iyi anladıkça cinayeti de çözmemiz mümkün olabilsin. Av. Metin Can ve Dr. Hasan Kaya, polis tarafından anlık takip edildikleri bir şehirden arabalarıyla birlikte kaçırıldılar, en az üç farklı polis/jandarma kontrol noktasından hiç sorunsuz geçirildiler. Yapılan işkenceler telefonda ailelerine dinletildi. Ayakkabıları işyerlerinin önünde teşhir edildi. Ve cesetleri Dersim'e çok yakın bir köprüye kadar sorunsuz götürülüp bırakıldı. Şimdi bu tür cinayetlerin “doğal seyri” olarak görebileceğimiz süreçler bunlar. Belki fazladan bir hınç ve nefreti de fark edebiliriz burada. Ama tüm bu gelişmeler ve rutinleşen cinayetler bazı genel sonuçlar çıkarmamızı mümkün kılıyor. Türkiye'nin hukuk düzeni açısından tarihsel bir kuraldır. Bilinir. Ya da bilinmelidir. Şöyle: İlk olarak cinayet ne kadar açık ve aşikar ise çözülmesi o kadar zordur bu ülkede. İkinci olarak cinayet ne kadar basit işlenmiş ise cinayetin “gerçeği” ile aramızdaki tek mesafe cesaret haline gelir. Yani gerçek bir bilme konusu olmaktan çıkar. Bir inanç ve ısrarı gerektirir. Ve üçüncü kural cinayeti “gizli” hale getiren şey aslında devletin açık ve ilan edilmiş eyleminden başka bir şey değildir. Faili meçhuller işte bu gizli-açık dengesinde kurulurlar. Yani bir faili meçhul cinayetin apaçıklığı “gizli”liğinden, “mahremiyet”inden gelir. Ya da gizliliği apaçıklığından. Bunlar basit birer kelime oyunu değildir. Türkiye'deki siyasetin ve hukukun gerçeğinin ta kendisidir.
BİR AVUKAT CİNAYETİNDE TÜRKİYE'NİN HUKUKU VE YARGISI
Türkiye hukukçuları ve yargısının bu cinayet/cinayetler karşısında hassasiyet geliştirecek yetenekleri olmamış, derileri hayret verici biçimde hep sağlam kalabilmiştir. Av. Metin Can'ın 26 yıl önce hepimizin gözü önünde kaybedilmesinin sessizlikle geçiştirilmesi Türkiye avukatlığının içeriksiz kibri ve belki de açık sözlülüğü ile ilgili olduğu kadar Türkiye hukukçusunu hukuk ve yargı tarafsızlığı üzerine zavallı ve kaybedilmiş bir iddianın uyanık bahisçisine dönüştürdüğünü de vurgulamadan geçmemek gerekir. Av. Metin Can, avukatlığın mutlu mesut bir orta sınıf hayatı ve huzuruna karşı onun sınırlarından çığlık atan bir hukukçuydu. Bir avukattı. Onun çığlığı, hukukun vadedilmediği, sesin duyulmadığı/duyulamadığı bir yerden mi geliyordu? Çok mu uzaktan çağırıyordu hepimizi? Yoksa duyulamaz bir ses miydi onunkisi? Yoksa biz onu ve onları etrafımızdaki insan dışı bir dünyanın doğal varoluşu olarak mı görüyorduk? Politik olmayan bir Zoe'miydi onlar? Hukuk verilmemesi gereken yaratıklar mı? Ona ve onlara yapılanlar hukuksuzluğun bir kanıtı değiller miydi bütün olan bitenler? Ya da onları savaşın, dehşetin doğal bir konusu olarak normalleştirmek hukukumuzun ve yargımızın kaçınılmaz sonucu muydu? Peki hukuk ve yargıda şimdilerde ağıt yakma geleneğinin başlaması mutlu mesut bir geçmişe sahip olduğumuzu mu gösteriyordu?
Sorular gerçek ve bunaltıcıdır. Türkiye'nin avukatları, hakimleri ve savcıları böyle sorulardan kendilerini azade tuttukları bir eşsiz “değer” sahiplenmesinin, toplum için vazgeçilmezlik cakasının içinden konuşmayı yeğlemişlerdir her daim. Tam da bu nedenle Av. Metin Can'ın göz önünde katledilmesinin Türkiye avukatlığının, hukukçuluğunun içinden, hukuka dair, hukukun yokluğuna dair bir mesele yapılmamış olmasını olağan bulabiliriz. Çünkü, Av. Metin Can cinayeti Türkiye hukukçuluğunun mutlu sessizliğinin diğer yüzü, belki bir aynası olarak varlığını sürdürüyor. Sürdürecek...
Neden olmasın ki? Av. Metin Can, bir cinayete kurban gitti. Annesi 26 yıl adalet istedi ve dört gün önce hayatını kaybetti. Türkiye'de hukukun ve hukukçuluğun diğer yüzünde taşıdığı trajedileri görmek ve onunla yüzleşmek belki bir gün akla gelir. Gelecektir...
*Demokrat Yargı Eşbaşkanı