LGBTİ ilticacılar: Yeni bir Cenevre Konvansiyonu gerekiyor*

Son yirmi yılda AB ülkeleri ve İsviçre’de birçok birey cinsel yönelimlerinden kaynaklı mağdur oldukları baskılar sonucu mülteci statüsü elde ettiler. İlticacıların başvuruları homoseksüel veya transeksüel yönelimlerinden dolayı vatandaşı oldukları ülke makamlarınca ayırımcılığa maruz kalmaları veya bundan dolayı devlet tarafından kendilerine güvence sağlanamamış olması şartına dayandırılıyor.

Google Haberlere Abone ol

İhsan Kurt**

Son yıllarda Avrupa Birliği ülkeleri ve İsviçre yeni ilticacı gruplarını kabul etme zorunluluğuyla karşı karşıya. Yeni bir mağdur azınlık olarak adlandırabileceğimiz bu bireylerin iltica işleminin kabulü, karar mevzuatı ve korunması karşısında yasalar yetersiz ve oldukça katı. LGBTİ bireyler iltica yasaları karşısında ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Yasalar, cinsel yönelim ve kimliklerinden dolayı bu bireylerin özel yetersizlik ve mağduriyet durumlarını dikkate almıyorlar. 28 Temmuz 1951’de, İkinci Dünya savaşı sonrası imzalanan Cenevre Konvansiyonu'nun artık reform gerektirdiği uluslararası hukuk mercilerinde de artık tartışma konusu. O dönem, özellikle Yahudi sığınmacılar ve sınırların yeniden dizayn edildiği eski Doğu Bloku ülkelerinden Batı Avrupa ve Amerika’da korunma arayan ilticacıların statüsünü belirlemek için imzalanan bu uluslararası konvansiyon bugün artık ihtiyaçlara yanıt vermiyor.

DEVLETLERİN KATI POLİTİKASI

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra milyonlarca göçmen, Nazi işgalinden kurtarılmış Batı Avrupa ülkelerine gelerek sığınma talebinde bulunuyorlar. Bu göç dalgalarını, ulus devlet sınırları içerisinde sevk ve idare etmek, amacıyla yasal düzenlemeler yapma ihtiyacı doğuyor. Bu amaçla Birleşmiş Milletler üyesi devletler Cenevre’de toplanarak, "insan haklarına saygı çerçevesinde, göç hareketlerini idare etmek amacıyla" bir konvansiyon imzalıyorlar. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden esinlenen bu uluslararası şartnamede, ilk kez "mülteci" (réfugié) kavramının tanımı yapılıyor.

Konvansiyonun imzalandığı tarihsel ve siyasal koşullarda savaş ve azınlıkların korunması gibi önemli etkenler esas olarak ele alınırken, ekoloji ve cinsel yönelim veya "kadınlara özgü özel mağduriyet" (zorla evlilik, kadın sünnetleri, vs.) gibi mağduriyetler metne konulmuyor. İsveç hariç, hiçbir devlet, cinsel yönelimlerden kaynaklı baskı, ayırımcılık ve bunların sonuçlarından kaynaklı mağduriyetlerin iltica gerekçesi sayılmasını önermiyor. İsveç’in marjinal kabul edilen bu talebi de metne konulmuyor. Homoseksüellikten kaynaklı baskı ve mağduriyetin iltica prosedüründe yer alması, 1970’li yıllarda başta ABD olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerinde feminist teorilerin gelişmesi ve akabinde 1980’lerden itibaren, homoseksüel hareketlerin örgütlenmesi ve eylemleri sonrası dikkate alınmaya başlanıyor. Yine bu yıllarda gelişen SIDA ile mücadele sosyal ve tıbbi hareketlerin de etkisi toplumsal bilinçlenmeye katkı sunuyor. Ancak bu toplumsal mücadele ve bilinçlenmeden sonra, 1990’lı yıllardan itibaren homoseksüel bireyler cesaret bulup kimliklerini talep etmeye, maruz kaldıkları baskıları teşhir etmeye başladılar. Bunun akabinde de Batı ülkelerine ilticalar başladı.

İSPAT SORUNU

Son yirmi yılda AB ülkeleri ve İsviçre’de birçok birey cinsel yönelimlerinden kaynaklı mağdur oldukları baskılar sonucu mülteci statüsü (sığınma talebi kabul edilmiş kişi) elde ettiler. İlticacıların (sığınma talebinde bulunan kişi) başvuruları homoseksüel veya transeksüel yönelimlerinden dolayı vatandaşı oldukları ülke makamlarınca ayırımcılığa maruz kalmaları veya bundan dolayı devlet tarafından kendilerine güvence sağlanamamış olması şartına dayandırılıyor. Mülteci statüsü alanlar tıpkı İsviçre’de 1998’te, kadınların özel mağduriyetlerinden kaynaklı olarak yürürlüğe giren, "farklı durumdaki sosyal grup" yasasından yararlanıyorlar. Böylece Cenevre Konvansiyonu'na daha sonra eklenen, "zorla evlilik veya kadın sünneti mağduru" gerekçesinden yararlanıyorlar. Ancak uygulamada önemli sorunlar yaşanıyor. Sığınma talebinde bulunan LGBTİ bireylerin öncelikle, normal iltica başvurularında olduğu gibi, mağduriyetlerini belgelendirmeleri gerekiyor. Oysa birçok ülkede, "sapkınlık" olarak değerlendirilen homoseksüellik, yasa dışı kabul edildiği gibi bireyler ölüm dahil, birçok katı cezaya çarptırılabiliyor. Diğer taraftan, bu ülkelerden İsviçre, Fransa, Almanya gibi yoğun ilticacı alan devletler nezdinde "güvenli ülke" olarak kabul edilmeleri ve sığınma talebi kabul edilmeyen kişiler buralara iade edilebiliyor. Bu yüzden "farklı durumdaki sosyal grup" kriterinin uygulanmasında da ciddi sorunlar yaşanıyor. Ayrımcılığa yol açan bir diğer etken iltica prosedüründe LGBTİ birey olduğunu ve bundan kaynaklı olarak kendi ülkesinde baskı, şiddet ve ayırımcılığa maruz kaldığını ispat etmek. Gerek gelinen ülkedeki yasaların anti demokratik ve baskıcı olması, gerekse homoseksüelliğin bazı ülkelerde suç sayılmasından dolayı ispat için gerekli belgelerin sağlanmasının zorluğuna dikkat çeken, Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum örgütleri (STÖ), LGBTİ olmaktan kaynaklı özel mağduriyet ve toplum karşısındaki kırılganlık dikkate alınarak iltica yasalarının yumuşatılması gerektiğini savunuyorlar. STÖ’ler, gelenekler, kurumsal ve toplumsal baskılar ve homofobiye maruz kalmaktan dolayı da bu bireylerin ayrıca bir takim travmalar taşıdıklarını, özgüvenlerinin kırıldığını, bazı kişilerin utanç duyguları taşımaya itildiklerini raporlarında vurguluyorlar. İnsan hakları kurumları, devletlerin, ayrıca toplumda bu bireylerin iltica etmek üzere ülkelerinden ayrılmaya karar verdikleri andan itibaren, aylarca sürebilen zorunlu yolculuklar boyunca cinsel şiddete maruz kaldıkları ve bundan dolayı da bazılarının cinsel yollarla bulaşıcı hastalıkları taşıyabileceklerinin de dikkate alınması gerektiğini belirtiyorlar.

Bütün bunların yanı sıra, LGBTİ ilticacının homoseksüel olduğunu ve bundan dolayı da baskıya maruz kaldığını ispatlaması gerekiyor. Homoseksüelliğin suç sayılarak cezalandırıldığı, İran, Afganistan, Tanzanya, Bosna Hersek Cumhuriyeti vs gibi birçok ülkeden gelenlerin bunu ispatlamaları ise imkansız derecede zor. Bu yüzden de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yönetmelikleri çok kez ihlal edilerek, LGBTİ bireylerin başvuruları büyük çoğunlukla reddediliyor veya başvurular ciddiye alınmayarak işleme konulmuyor. Bununla beraber, gerek bu alanda çalışan resmi uzmanlar tarafından soruşturmaların hazırlanması gerekse elde edilen raporların yargıçlar tarafından karar aşamasında değerlendirilmesi birçok zorluk taşıyor. Örneğin, raporu hazırlayan uzmanlar veya karar verici hakimler cinsel uygulamaların şekli gibi mahrem sorular sormakta zorlanıyorlar…

Fakat bir yandan toplumsal bilinç ve duyarlılığın gelişmesiyle birlikte LGBTİ bireylerin cinsel yönelimlerinden kaynaklı mağduriyetleri konusunda iltica alan Batı ülkelerinde, bu gerçeklik artık kabul görüyor. Homoseksüelliğin ispatı önemli bir sorun olarak prosedürde zorluklara yol açsa da, toplumsal duyarlılık demokratik ülkelerin iç siyaseti ve hukukuna da yansıyor. Ancak, Batı demokrasilerinin uluslararası insan hakları hukuku ve BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni tam olarak uygulamaları konusunda henüz ciddi eksiklikler ve bundan kaynaklı mağduriyetler yaşanmaya devam ediyor.

* Bu makale aynı zamanda Le Temps gazetesinde de yayınlandı.

** Göçmenlik ve kültürler arası iletişim uzmanı (Lozan)