Akademinin fotoğrafını çekmek 2: Neyi değiştirmeli?
Akademi bir yer ve mekân. Fiziksel binaların çok daha ötesindeki bir arada olma hali. Bu bir aradalığın içerisinde sadece akademisyenler ve öğrenciler yok, aynı zamanda bir de koskoca bir eğitim sistemi var. Betül bu noktaya dikkat çekiyor ısrarla. Ona göre akademi tamamen değişmeli...
Pınar Eldemir [email protected]
Bir önceki yazıda sorduğum soruyu sorarken tereddütlerimden bahsetmiştim. Ancak şu soruyu sorarken hiç tereddüt etmedim: Neyi değiştirmeliyiz? Değişmesi gereken onca şey vardı ama kim değiştirsindi? Değiştirilmeli demenin pasif agresifliğinden kendimizi çekip sorumluluk alarak bazı şeylere girişmemiz gerekiyordu.
Görüştüğüm kişiler ve yaptıkları işler verdikleri cevapları elbette şekillendirdi. Buna hiçbir şüphem yok. Bununla birlikte sorun olan ve değişmesi gereken her zaman bir fazlasıdır demeliyim. Yani üzerinde özellikle durmak istiyorum ki, akademinin fotoğrafını çekerken tüm renkleri alma ve bunları parlatma iddiam yok. Bu yanıtlar sadece birkaç pencerenin getirdiği yanıtlar.
Akademi bir yer ve mekân. Fiziksel binaların çok daha ötesindeki bir arada olma hali. Bu bir aradalığın içerisinde sadece akademisyenler ve öğrenciler yok, aynı zamanda bir de koskoca bir eğitim sistemi var. Betül bu noktaya dikkat çekiyor ısrarla. Ona göre akademi tamamen değişmeli. Yanlış da değil aslında pek çok yönüyle ve verdiği örnekler son derece güncel.
“Bence akademi toptan değişmeli. Kimse kusura bakmasın ama, bu şekliyle sadece süs gibi duruyor üniversiteler. Ne seçme değerlendirme sınavları doğru ne üniversitelere gelen öğrenciler neden burada olduklarının farkında. Ha tıpta okusun, ha bilgi belge bölümünde. Sonuç aynı. Oraya sadece puanı yettiği için girebilmiş. Sınav birincisi de gelecek kaygısı ve puan hesabıyla o okulda okuyor, sınav sonuncusu da aynı kaderden mustarip. Felsefede okuyup tıp kafasında öğrencilerim de var, hukuk okuyan mühendis olmaya yatkın öğrenci tanıdıklarım da. Bu yüzden herkes mutsuz, bu yüzden bütün iş kollarında vasıfsız elemanlar çalışıyor ne kadar eğitilmiş olduklarından azade. Karakter ve yeteneğe bakılarak bölümlere yönlendirilmeli çocuklar. Sadece hangi üniversitede okuyacakları puanlara bakmalı. Okuyacakları bölümler yeteneklerine göre belirlenmeli. Artık tüm aklı başında eğitim sistemleri bu şekilde çalışıyor. Ha bir de herkes doktora yapmak zorunda değil. Peynir ekmek gibi doktora diploması dağıtılıyor. Vasıfsızlığa bir başka örnek de bu.”
Betül’ün bahsettiği bu vasıfsızlık bence akademide iş bölümünün işletilmesi hususunda bir tıkanmayı da beraberinde getiriyor. Yani belli işleri belli kişiler yaparken sürekli bir aksama oluyor ve bu aksama iş bölümünün kendisine de yansıyor. Kimlikler birbirine giriyor. Asistan birden kendisini fakülte sekreterinin işini yaparken buluyor ve bu ona sanki doğal bir şeymiş gibi söyleniyor. Canan akademideki akademik ve idari görevleri yapılan yayınlar ve verilen dersler gibi kriterlere göre vermenin gerekli olduğunu savunuyor ve istisnaya yer olmamalı diyor. Bence oldukça haklı ama hangi yayınları kimin nasıl yaptığını çok iyi bilirken buradan çıkan iş bölümüne güvenmek ne kadar doğru olacak?
Mercan Canan ile çok benzer şeyler söylüyor. Ona göre de akademisyenin asıl işi araştırma yaparak kendisini mesleki anlamda geliştirmek, üretmek, belli alanlarda çalışmalar yaparak akademik dünyaya farklı düşünceler katmak. Mercan da tıpkı Canan gibi sorunu denetleme eksikliği üzerinden okuyor ve adil bir üst kurumun akademik hiyerarşi içerisindeki hukuksuzlukları çözebileceğini savunuyor.
Şeyma ise Mercan ve Canan’dan biraz daha farklı yaklaşıyor akademide ne değişmeli meselesine. Asistanlık dönemi onun için kendisini geliştireceği, vizyon kazanacağı ve literatüre katkıda bulunacağı bir dönem. Şeyma’nın hâlâ umudu var. Ancak çoğu okulun asistanlarını iş tanımları dışında adeta birer sekreter gibi kullanması ona göre bu durumu imkânsız kılıyor ve sözlerine şu şekilde devam ediyor:
“Araştırma görevliliği sırasında mutlaka araştırma günleri için izinler olmalı, maddi anlamda öğrenciler daha çok desteklenmeli, eğitimler konusunda yardım sağlanmalı, farklı bölümlerin bir araya gelip bilgi alışverişi yapabileceği etkinlikler daha çok olmalı, kişilerin okuması/öğrenmesi bir konuya sınırlı kalmaması teşvik edilmeli. Türkiye’de zaten şartlar çok zor ama maddi manevi özveri gerektiren bizimki gibi iş kollarını mutlaka daha cazip hale getirmek ve amacından sapmamak gerekiyor. Doktora, öylesine birkaç araştırma yapıp unvan alıp devam edilen yer olmamalı ama bizde durum bu oldu.”
Bu noktada üzerinde durmak istediğim temel konu aslında akademik çalışmaları kariyerizm üzerinden kurgulamak ve bu çalışmaların gerekli unvanlara ulaşma çabasının bir uzantısı olma hali. Doçent veyahut profesör olmak için yazılması gereken SSCI’lı makaleler bir anda kişilerin daha önce yazmış oldukları Türkçe makaleleri toparlayıp başka dillere çevrilmesi sonucunda artan metinler akademideki kariyerizm çukurunu daha da derinleştiriyor. Seda da bu konuda epey sıkıntılı ve akademisyenliği memur zihniyetinden ayırmak gerektiğini söylüyor.
“Sadece kurumumda değil ülke genelinde de bakacak olursak bazı akademisyenler belirli bir seviyeye geldikten sonra çalışmayı, üretimi bırakıyorlar. Bunun önüne geçebilmek için belirli kriterler belirlenmesi ve bu kriterlerin belirli aralıklarla kontrol edilmesi, yerine getirmeyenlerin ise sözleşmelerinin feshedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Pek çok akademisyen sadece derslerini vermek için üniversiteye gelip hiçbir şey üretmeden hayatlarını geçiriyorlar. İlk olarak bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorum.”
Sevde de tıpkı Seda gibi akademide yayın yapmanın sadece unvan almak amaçlı olmaması gerektiğini söylüyor. Peki burada neyi değiştirmeliyiz? Canan için araştırma görevliliği sistemi düzenlenmeli ve bir iş garantisi sağlanmalı. Çünkü doktora bittiği zaman kadroların süresinin dolması çok stresli bir süreç ve yayın yapmanın kalitesini de etkiliyor. Seda ise akademik çalışmaların maddi olarak yeterince desteklenmediğini ve bu desteğin aslında daha kaliteli çalışmalar yapmak için çok önemli olduğunu düşünüyor.
Burcu ise Sevde ve Canan’ın söylediklerini iki kelimede özetliyor: Maaş ve kadro.
“Maaş ve kadro. Akademinin amacı insanlığa faydalı olabilmektir, bu su götürmez bir gerçek. Fakat hayatımızı maddi anlamda yeterince kazanamadığımızı düşünüyorum. Öte yandan kadroların yeterli olmaması birçok akademisyenin işsiz kalmasına sebep oluyor. Okullar ellerindeki minimum hoca sayısıyla maksimum ders sayısını eşleştiriyorlar. Böylelikle akademisyenlere yeteri kadar yaratma süresi tanınmıyor ve üstüne yaşıtlarının ‘’özel sektör çalışanları’’ 6 ayda 1 maaş katlıyorlar. Bu hiç ama hiç adil değil.”
Maddi koşulların ötesinde bir de çalışma arkadaşları ve hatta çalışma ortamının yeniden düzenlenmesi gerektiğine vurgu yapıyor çalışmaya katılan pek çok genç kadın, özellikle de Seda, Mercan ve Ezgi. Seda için eşitliğe önem vermek gerekiyor, yani çalışmaların değerlendirilme kriterlerinin güçlü olana yakınlık üzerinden kurulmaması gerekiyor. Mercan ise akademisyenlerin kişisel egolarından arınarak hakkaniyet ve liyakat çerçevesinde mesleklerini yerine getirmeleri şart. Ezgi içinse akademideki bilimsel ve ekonomik özerklik kazanılmalı ve bunu yaparken de kişiler politik angajmanlarla hareket etmekten vazgeçmeli.
Melisa ise merceğimizi başka bir noktaya çeviriyor. Akademisyenin beş işi bir arada yapmasının verimliliği düşürdüğünü söylerken akademideki kariyerizme gönderme yapıyor.
“Akademisyen hem yayın yapmalı hem ders vermeli hem proje yapmalı vb. anlayışından kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Bir akademisyenin kendini daha verimli hissettiği alanda yoğunlaşmasının mümkün olması gerektiğini düşünüyorum. Asgari düzeyde iş paylaşımı tabii ki yapılmalı ama her kolda iş yapmayan akademisyenin de işlerinin değer görmesini bekliyorum. Örneğin, bir akademisyen hiçbir zaman bir proje yönetmek istemeyebilir ya da ders yükü yüzünden yayın yapamayan bir akademisyen daha az değerli değildir. Akademik teşvikte bile farklı rollerin teşvik edildiğini görüyoruz. Mesela ben bir sene o kadar fazla yayın yapmıştım ki, o yayınların çok azından yararlanabildim çünkü o başlığa ayrılmış olan puan kotasını aşmıştım. Ancak diğer başlıklar altından puan alamadığım için bence hak ettiğimden daha az puanla değerlendirilmiş oldum.”
En temel sorunumuz ise akademiyi aşan ancak akademideki kadını sıkıştıran toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler. Bu tip sorunlar sadece erkekler tarafından kurgulanmıyor üstelik. Betül’ün gözlemi akademideki ataerkil düzeni pompalayanın sadece erkekler olmadığı yönünde. Elbette Betül’ün deneyimleri onun kişisel tarihi ile anlamlı ve anlaşılabilir. Ela ise toplumsal psikoloji teorilerine işaret ediyor ısrarla. Temel yargı ve düşünceleri değiştirmedikçe, kadının akademideki konumunu inşa ederken kaç farklı alana nüfuz etmek zorunda olduğunu anlamadan bu düşünceleri içselleştirince, akademideki toplumsal cinsiyet eşitsizliği daha yayılıyor, daha derinleşiyor. Ela’nın söyledikleri aslında akademide neyi değiştirmemiz gerektiğinin bir bütünü. Akademide koca bir toplumsal cinsiyet rejimi var ve bu rejim hem politik hem sınıfsal hem de kimliksel nüveler içeriyor. Bu nüveleri anlayıp bu değişimin savaşına girmek de bize düşüyor.
*UNIVERSUS: Sosyal Araştırmalar Merkezi, Araştırmacı YTÜ, Kültürel Çalışmalar, Doktora Öğrencisi