Radikal demokrasiyi tutturamadık...
Bir zamanlar çok çekici görünen ‘konjonktür teorileri’nin boyalarının döküleceği bir tarihsel evreye girdik.
H. Selim Açan
Neoliberal dönemde geniş bir hareket ve etki alanı bulan ‘akademik sol’un popüler isimlerinden Chantal Mouffe geçtiğimiz aylarda yeni bir stratejik önermeyle çıktı ortaya. 1980’lerin ortasında E. Laclau’yla birlikte ‘radikal demokrasi’ stratejisini formüle eden Mouffe’ın bu seferki önermesi “sol popülizm” başlığını taşıyor.
Öz ve amaç bakımından (bunu ‘misyon’ olarak da tanımlayabiliriz) iki tez arasında köklü bir farklılık yok aslında, tersine, devamlılık ilişkisi var. İkisinin özünü de politik konumlar ve taleplerin belirlenmesinde ‘sınıf’ ölçütünü esas alan “özcülük karşıtlığı” oluşturuyor. Dolaysız bir tanımla ikisinde de ‘sınıftan –ve tabii ki sosyalizmden- kaçışın’ teorisi yapılıyor.
Benimsedikleri bu misyonu Mouffe’un kendisi son kitabının Giriş bölümünde (de) şöyle özetliyor:
“Bizi bu hususta harekete geçiren – Marksist olsun, sosyal demokrat olsun- sol politikaların yetersizliğiydi. Yetersizlikten kastımız (...) sınıfsal koşullar içerisinden açıklanamayan çeşitli tahakküm biçimlerine karşı gelişen bir dizi direniş hareketini gerektiği gibi dikkate almamaktır. (...) Sonradan farkına vardık ki üstesinden gelinmesi gereken engeller, sol düşüncede baskın olan özcü bir perspektiften kaynaklanıyor. Bizim ‘sınıf özcülüğü’ diye adlandırdığımız bu perspektife göre, politik kimlikler toplumsal faillerin üretim ilişkileri içindeki konumlarının ifadesiydi ve politik kimliklerin çıkarlarını bu konum tayin ediyordu. Böyle bir perspektifin ‘sınıf’ üzerine temellenmeyen talepleri anlamaktan aciz olması hiç de şaşırtıcı değildi. Kitabın önemli bir bölümünü (Ernesto Laclau’yla birlikte kaleme aldıkları, 1985 yılında yayınlanan “Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru” kitabını kastediyor -nba) post-yapısalcı kavrayıştan istifade ederek, bu özcü perspektifi çürütmeye vakfettik”. (Sol Popülizm, sf. 13-14, İletişim Yayınları).
“Marksizm” iddiasını taşıyan pratiklere dönük haklı ve geçerli yanlar taşımakla birlikte Marksist teoriyi de kapsayacak şekilde genelleştirilen bu tür suçlayıcı söylem ve iddiaların yabancısı değiliz. 1990’ların ortalarından başlayarak ama özellikle 2000’ler sonrası ‘dibe vuruş’ koşullarında değişik çevrelerden ne kadar çok duyduk bu sınıftan, sınıf gerçekliğinden hatta bütünlüklü bir devrimci teori ve ideoloji sahibi olmaktan kaçış önerilerini.
Lakin tarihsel koşullar ve dengelerdeki farklılaşma, bugün artık farklı bir yaklaşım ve dil ihtiyacı ortaya çıkardı. En başta da ‘sınıf gerçekliği’nin, dolayısıyla ortak bir amaç uğruna ‘bir’ olunduğu zannedilen muhalefet dinamikleri içinde dahi ‘sınıfsal farklılıklar’ın üzerinden o kadar kolay ‘atlanamayacağı’ gerçeği kendini belirgin biçimlerde hissettirir oldu.
Bu bağlamda, bir dönemin havası ve koşulları içinde çok “isabetli” görünüp taraftar bulabilen ‘konjonktür teorileri’nin zaaf ve çıkmazlarının kendisini pratikte de göstermeye başladığı bir tarihsel evreye girdik. Chantall Mouffe’a, “Radikal demokrasiyi tutturamadık, sol popülizm verelim” deme ihtiyacını duyuran da bu farklılaşma zaten.
Neoliberalizmin ideolojik planda da atak halinde olduğu 1980 sonrasının tarihsel koşullarında sosyalizmin ve Marksizmin alternatifi olarak ortaya atılan “radikal demokrasi” önermesi, kendisini kısaca, farklı toplumsal muhalefet dinamikleri arasındaki etkileşim kanallarını genişleterek sol siyasete etkinlik kazandıracak çoğulcu radikal bir demokrasi projesi olarak tanımlıyordu. Tekelci güç yoğunlaşması ve merkezileşme eğiliminin hayatın her alanında yeni bir atağa kalktığı bir tarihsel evrede o hâlâ yaşadığını zannettiği demokrasinin “radikalleştirilerek yeniden ele geçirileceği bir alternatif” peşindeydi.
Kendisini asıl olarak “tahakkümün farklı biçimlerine karşı çıkma” ile sınırlayan radikal demokrasi stratejisi zaten kapitalizme alternatif tümüyle farklı bir toplumsal düzen önermek yerine kimi alanlardaki aşırılıkları törpülenip düzeltilmiş bir kapitalizm önerisinden başka bir şey değildi. Şimdi Mouffe, çıtayı biraz daha aşağı çekip tarihsel hedef ve amaçlarının netliği bakımından büsbütün amorflaşmayı beraberinde getirecek yeni bir “strateji” öneriyor: “Aşağıdakiler-yukarıdakiler ayrımı temelinde, oligarşiye ve neoliberal kurumlara karşı halk ekseninde inşa edilecek politik sınırın söylemsel stratejisi” olarak sol popülizm.
“Siyasal bir sınır inşa etme”, “politik olanın geri dönüşü”, “farklı toplumsal kesimlerin talep ve beklentileri arasında bir eşdeğerlik zinciri kurmak” vb. gibi söylemsel süslerinden arındırarak baktığınız zaman, kendisini kitlelerin gerici tepki ve beklentilerine dahi uyarlama becerisi sergileyebilecek kuyrukçu bir belkemiksizliğin “strateji” olarak önerildiğini görüyorsunuz. Türkiye siyaset literatüründe “kasaba politikacılığı” diye bir deyim vardır. Muhatap olduğu herkese mavi boncuk dağıtıp her nabza göre şerbet veren bir politika tarzını anlatır. Chantal Mouffe’un “sol popülizm” olarak adlandırdığı yeni “strateji” önerisi, bunun akademik bir dille estetize edilmiş halinden başka bir şey değil.
Kitabının Türkçe çevirisinin sonunda Ahmet İnsel’le yaptığı röportajda verdiği İngiltere İşçi Partisi’nin lideri Corbyn’in Brexit konusunda yaşadığı açmaz örneği, sola “strateji” olarak önerilen bu tarzın gerçekte nasıl bir politika cambazlığı olduğunu fazla yorum gerektirmeyecek kadar açık sergiliyor. Orada söylediği özetle şu: Corbyn, AB’den çıkılmasını savunamaz ama AB’de kalınmasını da savunamaz?!! Çünkü her iki talep de –Mouffe’a göre- demokratik. Zaten Corbyn “AB’de kalmak isteyenlerin önderi ve sözcüsü olmaya soyunsa, o zaman İngiltere’nin kuzeyindeki işçi sınıfına sırtını dönmek zorunda kalacak. Ama Brexit talep edenlerin de önderi ve sözcüsü (de)olamaz...” (age, sf.118-119) İki cami arasında kalan Corbyn bu durumda ne yapmalı? Mouffe’un önerisi malum: Sol popülist bir strateji. Yani iki tarafın da memnun olmayacağı, yetersiz bulacağı fakat kendisini ihanete uğramış gibi de hissetmeyeceği bir orta yol olarak “yumuşak Brexit”.
Sol’a “strateji” olarak önerilen bu belkemiksizliği, “Sol popülist strateji tam da bu iki demokratik talep arasında bir eşdeğer zinciri kurmaya dayanıyor” şeklinde parlak sözlerle cilalamak, onu Nasrettin Hoca’nın herkese mavi boncuk dağıtan “Sen de haklısın” oportünizminden farklı kılmıyor ki.
Bu politika tarzıyla bazı kesimleri peşinize takıp bir “güç” olsanız ne olur? Bu etkinlik ne kadar sürer? Daha da önemlisi, insanlığı barbarlık içinde çöküşün kıyısına getirmiş olan tekelci kapitalist azgınlık karşısında neleri, ne kadar etkileyip değiştirebilir?.. Bugün sadece yeni bir hegemonya krizi değil yeni bir sistem krizi sarmalı içinde debelenen kapitalizme karşı geleceği temsil eden dayanıklı bütünsel bir alternatif sorununu önümüze getiren bu sorulara yanıt arayışı da meselenin ayrıca ele alınmayı gerektiren başka bir boyutunu oluşturuyor.