Sesimi duyan var mı?
Beklenen depreme yönelik olarak yapılacak en önemli hazırlık elbette yapısal olanlardır. Yani kentsel dönüşümü, ada, parsel, bina bazlı ele almadan bütüncül bir yapı stoğu güçlendirmesi ve planlama anlayışıyla ele almak gerekir. Yollar, köprüler, viyadükler, lojistik merkezleri ve kritik birimler bu bütüncül anlayışın ayrılmaz parçalarıdır. Bunlar çok yazılıp çizildi ve teknik anlamda izlenecek yol da belli. İstanbul özelinde bazı bölgeler için hâlâ geç değil, diğer bölgeler biraz daha avantajlı bu anlayışla yürütülecek çalışmalar için.
Serkan Küçük
Yaşı yetenlerin, 1999 depreminden bu yana başlıktaki cümleyi duyduklarında tüyleri diken diken oluyor. O unutulası görüntüleri hafızalardan silmek mümkün değil. Literatürde büyük afetler sınıfına giren 1999 depreminin üzerinden yazıyla yirmi, rakamla koskoca 20 yıl geçti ve bizler Godot’yu beklercesine başka bir deprem bekliyoruz. Kuzey Anadolu fay hattındaki, Ganos çukurundaki ve Marmara’nın herhangi bir yerindeki tüm yer hareketliliklerine Godot’nun işareti mi acaba diye kulak kabartıp, çaresizce yer bilimcilerin ağzının içine düşüyoruz. Bize güzel bir şeyler söylesinler ve yaklaşan felaketten kurtulalım ya da bir süreliğine unutalım istiyoruz. Yer altındaki faylarda biriken stresin belki de binlerce katı yer üstündeki biz ölümlülerde birikiyor.
Bu tavrımızın altında öğrenilmiş çaresizliğimizin yarattığı büyük kaygı var bir bakıma. Çünkü biz de işler hep böyle gider. Hiçbir sorun kökten çözülmez, geçici olarak halının altına süpürülür. Halının altı çok şiştiğinde, 'miş’ gibi yapılır. Birileri çıkıp bu durumu işaret ettiğinde de ‘milli’ refleksimiz 'kötek’ devreye girer. 'Vay sen misin Kocaeli’nde hava kirliliği halk sağlını tehdit ediyor, devlet vatandaşından kanseri gizliyor, bu suça ortak olmayacağız, deprem vergileri ne oldu diyen.’ O zaman senin hakkın kötek. Bunu gören ‘sade vatandaş’ ya susar, ya memleketten kaçar ya da gemisini kurtaran kaptan rolüne soyunur.
Velhasıl kelam aynı film döner durur. Şimdi yetkililerden ‘duruma hakimiz, vatandaşlarımız panik yapmasın’ mesajlarını dinleyeceğiz bir süre, paralelinde bir avuç kalmış kitle örgütü, sendika, kurum, platform vb.leri 'yetkilileri’ suçlayacaklar. Çok azı çıkış yolunu işaret etmiş olacak. Sosyal medyada ‘bir arkadaşımdan gelen’ kodlu spam mesajlar, 'linçler’ yayılacak ve birkaç güne kalmaz, konu halının altına tekrar süpürülecek. Belki de hepimize iyi gelen bir şeydir bu döngü bilemiyorum. Bu konuyu ruh bilimcilere ve sosyal bilimlerle uğraşanlara bırakıp, kendi mesleğimin meşrebinden hareketle ‘başka bir deprem ve afet hazırlığı mümkün mü?’ sorusunun peşine takılmak daha anlamlı.
Her şeyden önce gerek büyük afetlere, gerek ev kazalarına, gerek yangınlara gerekse trafik kazalarına karşı bizler ne kadar hazırlıklı, duyarlı ve farkındalık sahibiyiz diye sormak lazım. Zira bu soruya verilecek yanıt o toplumda hüküm süren 'güvenlik kültürünün’ düzeyini gösterir. Güvenlik kültürünün gelişkinliği bir bakıma toplumda hüküm süren genel kültürel kodların gelişmişliğiyle paralel seyreder. Tersi örnekleri de olmakla birlikte, demokratik unsurların görece gelişkin olduğu toplumlarda güvenlik kültürü göstergeleri de gelişkin olur. Bu durumda vatandaşın benimseyerek hayatına geçirdiği hususlarda devlet, yerel yönetim vb.’leri bir aymazlık içindeyse ortaya koyulan tepki çoğunlukla etkili olur. Zira ‘yöneticiler’ de aynı kültürel kodların içinden gelmiş bireylerdir. Bu bakış açısından hareketle şunları sormak istiyorum; fayı falan boş verin kaçımızın evinde eşyalar sabitlenmiş vaziyette, kaç aile acil durumda toplanma ve haberleşme, birbirine erişme planı yaptı, kaç kişi doğalgaz vanalarının, elektrik panolarının yerini ve kullanmasını biliyor, kaç evde yangın söndürme cihazı, ilk yardım çantası, deprem için temel düzeyde malzeme hazırlığı var? Kaç hanede ilk yardım bilen kişi mevcut? Kaç kişi deprem sonrası gerekmediği halde telefonlara sarılıp haberleşme trafiğine yük oldu? Ez cümle film ilk paragraflarda aktardığım gibi gelişecek ama artık bizlerin şu depreme hazırlık konusunda yapacağı basit şeyleri yapmamasının mazereti olmamalı bu coğrafyada. Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız evinizde, iş yerinizde bu basit hazırlıkları yapmayı düşünmeyecek misiniz?
Şimdi teknik ve organizasyon gerektiren konulara gelebiliriz diye düşünüyorum. Beklenen depreme yönelik olarak yapılacak en önemli hazırlık elbette yapısal olanlardır. Yani kentsel dönüşümü, ada, parsel, bina bazlı ele almadan bütüncül bir yapı stoğu güçlendirmesi ve planlama anlayışıyla ele almak gerekir. Yollar, köprüler, viyadükler, lojistik merkezleri ve kritik birimler bu bütüncül anlayışın ayrılmaz parçalarıdır. Bunlar çok yazılıp çizildi ve teknik anlamda izlenecek yol da belli. İstanbul özelinde bazı bölgeler için hâlâ geç değil, diğer bölgeler biraz daha avantajlı bu anlayışla yürütülecek çalışmalar için.
Üzerinde ilki kadar durulmayan diğer konu, literatürde ‘ikincil afetler’ adıyla anılan olaylardır. Beklenen deprem geçtikten hemen sonra ortaya çıkacak ve ciddi zarar verecek olaylar bu kapsamda değerlendirilir. İstanbul için bu alanda en büyük sorunu doğalgaz oluşturuyor. Depremden sonra oluşacak gaz borusu kırılmaları sonucu yangın, patlama, boğulma ya da yangın sonrası zehirlenme riskinin boyutu oldukça yüksek. Aynı olay Kobe depremi sonrasında yaşandı ve zarar büyüdü. Gaz hatlarında SCADA adı verilen sistem ile gaz akışını kesmek mümkün ancak bunun için bir süreye ihtiyaç vardır. Deprem erken algılama sistemlerinin gaz hatlarını ve enerjiyi kesecek, yönlendirecek entegrasyonunu yapmak İstanbul gibi bir kent için zorunludur. Bu konuda yapılan çalışmaların hangi aşamada olduğu yerel yönetim ve hükümet edenler tarafından net bir şekilde kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Öte yandan yerel yönetimler halkı da bilgilendirerek bu SCADA sistemini denemek için bir tatbikat niye düzenlemezler anlamak mümkün değil. Buradan elde edilecek verilerle hazırlıkları arttırmak mümkün. Ana gaz borularının akışı kesilse de binaların içinde dairelere kadar giden borulardaki gazın yarattığı risk çözülmesi zor bir konudur. Burada da vatandaşın gazın tahliyesi, gaz varlığında davranış konularında eğitilmesi kaçınılmaz bir görev olarak duruyor. Yapılan çalışmalar var ancak yaygınlaştırılmalı.
Bir başka sorun alanı kimyasallar. Marmara körfezinin tüm kıyıları, ortaya çıktığında ciddi sağlık riski yaratacak kimyasal depolama ve işleme tesisleriyle dolu. Pek çok kimyasal depolama tankının boruları ve işletmelerdeki boru tesisatı fay hattına dik açı yapacak şekilde tesis edilmiş durumda. Boru bağlantıları esnek parçalarla desteklenmediği için bu noktalardan kırılma potansiyeli çok yüksek. 99 depreminin üzerinden yirmi yıl geçmesine karşılık, kimyasal depolayan, işleyen, transfer eden tesislerde, tesisatın sismik korunması ve bunun belgelenmesi, denetlenmesi zorunluluğu getirilmedi. Meslek odalarına biraz kulak verilse çok basit bir düzenleme ile bu riski bertaraf etmek mümkün.
Beklenen deprem sonrası yıkılan bina ve hasar alan hatlardan dolayı ortaya çıkacak atık sular ve lağımlar göz ardı edilen başka bir konudur. Binalardan kanalizasyon hatlarına çıkış noktalarına koyulması zorunlu tutulacak bir tek yönlü vana (check valf) ile pek çok risk bertaraf edilebilir.
İstanbul özelinde metro hatları ve Marmaray sular altında kalma riskiyle karşı karşıyadır. Buna yönelik teknik önlemler bakanlık ve yerel yönetimler tarafından halk ile bir an önce niye paylaşılmaz ve tüm İstanbul’luların tarihini bileceği bir tahliye tatbikatını niye düzenlenmez? En azında bu talep vatandaşlar tarafından yükseltilebilir diye düşünüyorum.
Ulaşımdan, lojistiğe, toplanmadan barınmaya ve rehabilitasyona kadar daha pek çok sorun alanı olan afet yönetimine bütüncül yaklaşım son derece önemli. 99 Depreminden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde kurulan ve metropolitan düzenleme ile ilgili önemli çalışmalar yapan birimin kapatılması kabul edilemez bir karardı. Örneğin bu birimin yeniden kurulması için yerel yönetimden talepte bulunmak yazının başında bahsettiğim kültürel kodlarla ilgili bir davranıştır.
Söylenecek, söylenmiş pek çok söz daha var, yapılan çalışmalar da var elbet ancak yapılmayanlar daha fazla. Belki artık hepimizin yüksek perdeden ‘sesimi duyan var mı?’ sorusunu dillendirmesi başka bir anlama bürünür. Niye olmasın?