Deprem ve mukadderat
Teknolojide dünya liginde cirit attıklarını iddia eden GSM operatörleri ilk dakikada çöktü gitti. Okullarda, iş yerlerinde, sokaklarda, meydanlarda hiçbir hazırlık; kurumlar arasında herhangi bir koordinasyon görmedik. ‘Allah’ın işi’ olan deprem sonrasında Allah’a havale edilecekmişiz gibi bir hisse kapıldık.
Ulaş Altuner
İki titretip bırakanına denk geldim tabii ama hayatımda hiç şiddetli bir yer sarsıntısına maruz kalmadım. Gerçek bir deprem deneyimi yaşamadım yani. Çok insandan dinledim, çok dehşet verici yaşanmış deprem anıları okudum ama o anın yaşattığı korkuyu ve çaresizliği tam anlamıyla kavramam mümkün olmadı. Ülkenin acı dolu hafızasının getirdiği bir birikim söz konusuydu sadece. Aklımızda yıllardır söylenegelen şeylerden derlenmiş bir ‘deprem anında ne yapılmalı’ eylem planı var. Masanın altına girerim, buzdolabını kendime siper ederim, yok hayat üçgeni bulur oraya uzanırım…
Perşembe günü kedilerim birden bire anlamsızca sağa sola kaçışmaya başladıktan hemen sonra beşinci katında oturduğum bina sağa sola yalpalayıp duvarlarından çatır çutur sesler geldiğinde, kafamdaki onca deprem savar malumat buharlaşıverdi. Yararı olmayan, hafızada boşuna yer tutan bilgiler kapsamına girdi. Bilen bilir, bana kolay kolay ‘kal’ gelmez. Kriz anlarında cevval ve serinkanlı olmakla tanınırım. Depremin üçüncü saniyesi falandı. Kucağımda iki kedi, evin içinde don paça depremden kaçarken buldum kendimi. Nereye kaçıyordum acaba?
İnsan depremi zihninde canlandırırken epey hafife alıyormuş. Bunu söylerken farkındayım ki deprem de deprem diye anlattığım şu ufacık anı o büyük depremleri tecrübe etmiş kişileri fena kızdırıyordur. Kızdırmasın. Haşa, kıyaslıyor falan değilim. Sadece sahip olmamı sağladığı somut fikir üzerinden daha iyi empati kurabiliyorum. Daha çok dinleseymişim, daha çok ortak olsaymışım o anlatılanlara diyorum.
Aklıma hemen Serhan geldi mesela. Birkaç yıl önce tanışmıştık. 99 depreminde bütün ailesini yitirmiş, kendisi de 50 saatten fazla göçük altında kalıp tesadüf eseri kurtarılabilmiş bir depremzedeydi. Atlayamayacağı hiçbir yüksekliğe çıkamıyordu Serhan. Yazı ve özellikle ağustosu hiç sevmiyordu. Akrabaları dâhil o günlerden tanıdığı, bildiği kimse ile görüşmüyordu. Neden bilmiyorum rüzgârlı havadan acayip kıllanıyordu. Bunlar gözle görülebilen arazlardı tabii. Bizim ilk bakışta göremediğimiz kim bilir ne izler kaldı adamın ruhunda.
Tam o uğursuz anda, ayağının altındaki yer zangır zangır titrerken anlıyorsun ki bu konuda tedbiri senin değil ülkeyi ve şehirleri yönetenlerin alması gerekiyor. Yani bir deprem olduğunda güvende hissetmenin tek yolu içinde bulunduğun binanın nasılsa yıkılmayacağından emin olabilmek. Ancak o güvenle yerinden kalkıp ‘ne olur ne olmaz, başıma gözüme dikkat edeyim’ diyerek bir yaşam üçgeni bulmaya falan yeltenebilirsin. Türkiye’de kim, hangi binanın içindeyken böyle bir iddiada bulunabilir? Bizzat inşa eden bile ‘bu bina zinhar yıkılmaz’ diyebilir mi emin değilim.
99 depreminin üzerinden 20, Ali Ağaoğlu’nun çıkıp göğsünü gere gere yaptığı ‘bizim yaptıklarımız dâhil İstanbul’daki binaların çoğu çürük’ itirafının üzerinden 10 yıl geçti. Devlet depremin yıkıcı etkilerini minimize edecek önlemler alacak diye keriz gibi dünya kadar vergi ödedik. Kentsel dönüşüm diye başlatılan şey kimseyi şaşırtmayacak şekilde tam olarak rantsal dönüşüm oldu. Lüks konut üstüne lüks konut yapıldı. Dağ taş yeni nesil proje oldu. Peşinatsız 0 faizli kampanyalar, konut kredileri havada uçuştu. Bir taraftan çevreyi katledip diğer taraftan şehri daha savunmasız ve kırılgan hale getiren projelere oluk gibi beton akıttılar. Toplanma alanlarında AVM’ler ve şekilsiz plazalar toplandı. Şimdi de bu tablonun müsebbibi inşaat şirketlerini cebimizden aldıkları milyar liralarla batmaktan kurtarıyorlar. Kurtarıyorlar ki betonları, grileri, sektörleri falan nefes alsın. Onlar nefeslerini alsın, bizimki de biraz daha daralsın.
Önlemi alacak, yaptırımı uygulayacak iradenin konuya bakışı bu. Sektörlere suni teneffüs yapmak dışında bir misyon tanımıyor gibiler. Zaten iş kazasından doğal afetine, devrilen treninden çöken madenine kadar her şeyi mukadder ve takdir-i ilahi kavramlarıyla izah ediyorlar. Asıl can sıkıcı olan bu nevi izahatın toplumun belli kümelerinde makul bir karşılık bulması.
Ülkede hangi doğal afet yaşanırsa yaşansın bu kümelerin bazı mensupları bu belayı bizzat Allah’ın belli bir grup insanı cezalandırmak üzere gönderdiğine samimiyetle inanıyor ve bu inancını bağıra çağıra ilan ediyor. ‘Fakat cami de yıkıldı’ diyorsun, ona da cevabı var. ‘Kurunun yanında yaş da yanıyor’ diyor. Kimine göre de depremleri Amerika özel bir silahla yapıp cennet vatanımıza salıyor. Bunu da gayet tabii inanarak söylüyorlar.
Türkiye 82 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık 18'inci ülkesi. Gelir dağılımını ve sosyal eşitsizlikleri denkleme dâhil ederek bakarsanız ‘haddinden fazla kalabalık bir ülke’ demenin hiçbir sakıncası yok. Buna rağmen devlet eliyle nüfus patlaması teşvik ediliyor. Ha gayret, en az üç çocuk olsun, mümkünse yedi olsun; doğum kontrolü zaten tövbe estağfurullah… Maksat tam olarak nedir bilemiyoruz. Asgari ücretle sömürülecek daha fazla genç işçi veya işsiz üretmek mi yoksa bir doğal afet olduğunda ölecek daha fazla nüfus bulundurmak mı? Yedekli gidiyor olabilirler mi?
Türkiye ekonomisinin geleceği konuşulurken hep aynı iyimser nakarat okunuyor. Vurgu hep aynı yerde: Genç nüfusumuz… O öyle bir şey değil bir kere. Genç nüfus işin olduğu, üretimin olduğu, dünyayı değiştiren dinamiklere öncülük eden ülkelerin ekonomisi için itici güç anlamına gelebilir. Bizim medarı iftiharımız genç nüfusumuz ya işsiz ya kuru ekmeğe, makarnaya talim noktasında. Çalışan üç otuz paraya köle gibi çalışıyor. Sosyal hayatı falan yok. Olmasını sağlayacak zamanı ya da bütçesi de yok. Çoğu çalış(a)mıyor da zaten. Genç işsizlik yüzde 26’yı aşmış durumda. İyi eğitimli, üreten, dünyayla entegre, gelecek hedefleri olan bir genç nüfus değil bu. Bu tanımı karşılayanlarsa zaten ilk uçakla soluğu yurt dışında alıyor.
Aynı genç nüfusun önemli bir bölümünü temsil edenler, IPSOS’un yayımladığı Türkiye’yi Anlama Kılavuzu’nda ‘Kayıtsız Şikâyetçiler’ olarak adlandırılmış. Çok sevimli bir küme adı… Araştırmaya göre 26-35 yaş aralığındaki gençlerden oluşan, görece düşük-orta sosyo ekonomik statünün baskın olduğu bu şirin toplumsal kümemiz akşama kadar kahvede oturuyor. Kayıtsızlıkları aşikâr ama neden müşteki oldukları çok net değil. Örneğin depremden hepimiz kadar şikâyetçi olmaları kuvvetle muhtemel... Bizden nasıl ayrılıyorlar peki? İşte orada kayıtsızlık devreye giriyor. O kayıtsızlık ki karşısına ne kadar gülünç, ne kadar akıl dışı bir açıklamayla çıkarsanız çıkın bunu içine sindirebiliyor. Yani bu ‘genç nüfus’ diye kurtarıcı gördükleri nüfus buysa durum pek iç açıcı görünmüyor. Ben olsam onlara fazla bel bağlamam.
Ülkede tesadüfen yaşadığımıza inanmamızı sağlayan yüzlerce sakatlık var. Her gün gözümüzün önünde, sırf özensizlikten, umarsızlıktan ya da kuralsızlıktan beyhude yiten canlar silsilesi ile sınanıyoruz. Sınanmalara doymadık. Bize böyle bir sınavı reva gören irade ülkenin ortasında öyle bir fay kırdı ki nihayet depremi bile 'biz'e ve 'onlar'a kilitlemeyi başardılar. Deprem sonrasında düzenlenen AFAD toplantısına İstanbul’un Belediye Başkanı'nı davet bile etmediler mesela. Daha açık ifade edelim. Milyonlarca İstanbulluyu konunun dışında tuttular.
Bir doğal afeti bile kolektif bir tavırla ele alamıyor, toplumun sizin gibi olmayan kesimini dışlıyorsanız hâlâ neden devlet olarak toplumun o kesimi nezdinde muteber olmakta ısrar ediyorsunuz? Sizin sözünüze, vaadinize; depreme, sele, orman yangınına karşı aldığınız önleme kim, neden güvensin? Böyle şeylerle kıymetli vaktinizi heba etmeyin. Siz gidin kendi beceriksizlikleri, strateji yoksunlukları yüzünden batmış şirketlere ve sektörlere kalp masajı yapın. Parası neyse biz veririz. Parasında pulunda değiliz. Ama aklınızın bir köşesinde bulunsun, bu memlekete depremde canını yitirmiş/yitirecek olan her bir yetişkinin ve çocuğun vebali boynunuzda ağalar.
27 Eylül’de koca şehri sokağa döken depreme ister bir uyarı atışı deyin ister olabilecekleri hissettiren bir büyük İstanbul depremi simülasyonu... İstanbul’da yaşanacak daha şiddetli bir depremde başımıza neler gelebileceğini hepimiz listeledik sanırım. Teknolojide dünya liginde cirit attıklarını iddia eden GSM operatörleri ilk dakikada çöktü gitti. Okullarda, iş yerlerinde, sokaklarda, meydanlarda hiçbir hazırlık; kurumlar arasında herhangi bir koordinasyon görmedik. ‘Allah’ın işi’ olan deprem sonrasında Allah’a havale edilecekmişiz gibi bir hisse kapıldık.
Yakın dönemde yaşanan hiçbir depremden hiçbir şey öğrenmiş değiliz. Bizim deprem deneyimimiz nasıl üzüleceğimizi bilmekten ibaret. O fotoğraflara, o fotoğraflardaki çocuk ayakkabılarına; moloz yığınlarına, moloz yığınlarındaki insan uzuvlarına; yıkılmış mahallelere, kimsesiz şehirlere, çadır kentlere, yokluğa, sefalete bakıp bakıp gözlerimizi doldurup evde eski kullanmadığımız eşyaları bir yardım çantasına tıkıştırmaktan ibaret.
Hal böyleyken zihnimizde yarası, hatırası bulunan o büyük depremlerden birinin İstanbul’da yaşandığını hayal etmek bile istemiyoruz. Ama edilmesi lazım… Bu şehrin nasıl yerle bir olabileceğini, kaç insanın ölebileceğini, Türkiye ekonomisinin de o enkaz altında ruhunu nasıl teslim edeceğini tüm detaylarıyla zihinlerde canlandırmak gerek.
Sırf onu değil bir şeyleri yoluna koyacak mekanizmaları da canlandırmak gerek. Aksi durumda, hiç şüpheniz olmasın, Dersaadet bir uçtan bir uca yıkılsa bile, vergilerimizle iflastan yırtan gevrek müteahhitler, kendi projelerinin reklamında ekranlarınızda zuhur edip ‘önceden yaptıklarımız çürüktü, gelin bu yeni yaptıklarımızdan alın’ diyecekler.
*İletişim Uzmanı